Halife Muaviye Emevi devletini kurduktan sonra saltanat usulünü kendisine Bizanslı danışmanı Servillianus'un telkin ettiği, örnek olarak da yüzlerce yıllık Bizans'ta iktidar devir-tesliminin gürültüsüz patırtısız yapılışını gösterdiği Wellhausen'in İslam tarihinde ve diğer kimi kaynaklarda işlenir.. Bu rivayet tam olarak doğru olsun ya da olmasın, Emevi devletinin birçok konuda Bizans'ı örnek aldığı, tevarüs ettiği ve o gelenekleri Abbasilere ve sonrakilere devrettiği bilinmez şeyler değildir.. Bu bir yerde normal de karşılanmalıdır. Zira uzun yüzyıllardır kabileler halinde yaşamış ve küçük şehir devletleri dışında bir devlet tecrübesi olmamış olan Araplar, İslam'ın getirdiği çağ dönüşümüyle imparatorluk olunca kendilerinde olmayan siyaset gelenek, tecrübe ve tekniklerini bir başka yerden alacaklardı. En yakınlarındaki parlak örnek de yüzlerce yıl başkentleri Şam ve Suriye'ye hükmetmiş evrensel imparatorluk Doğu Roma idi. Oradan alınan gelenekler arasında din üzerinde devletin tam bir tahakkümü de vardı.. Dolayısıyla, mesela Ehl-i Beyt Emevi devletinin siyasi rakibi kabul edildiği için halifenin emriyle minber ve camilerden Hz. Ali'ye lanet okunması normal idi.
Hıristiyanlık tarihi ve devlet - kilise ilişkileri ile ilgili yazılan tarihler, yapılan bütün tahliller ve güncel Batı toplumu sosyolojisi kökenini Batı Roma yıkıldıktan sonra gelen "papalık emperyalizmi" ve "çifte kılıçlar" doktrinlerinden alır.. Bir imparatorun kalmadığı Batı'da imparator yetkilerini Papa devralacaktı. "Çifte kılıçlar" ise dünyevi idare (Dünya kılıcı) ve manevi idarenin (mana kılıcı) birbirinden ayrılması idi. Bu nedenle Papa yürütmeye doğrudan karışmayacak, o yetki Hıristiyan krallarda olacaktı. Birçok krallığa bölünmüş Hıristiyan ümmetin başsız kitlelerini kucaklayacak, birliği gözetecek ve dağılmayı engelleyecek bir tek kilise kalmıştı.. İlk zamanlar Roma kilisesi (Papalık) İstanbul imparatorluk hükümetinin olaylara müdahale ederek birliği tekrar sağlamasını bekledi, ama bir müddet sonra anlaşıldı ki, bu o kadar çabuk ve kolay olmayacaktı. Öyleyse bu birliği kuracak bir Sezar gelinceye kadar, geçici olarak Avrupalı barbar kralların kendisine gösterdiği saygıyı kabul etmek ve bu arada denetimi sıkıca elde tutmak gerekiyordu. Artık ortada hakları verilecek bir Sezar yoktu (ünlü "Tanrı'nın şeylerini Tanrı'ya, Sezar'ın şeylerini Sezar'a verin" ilkesi!), küçük krallar vardı ve dengenin kilise lehine ağır basması doğaldı. Dolayısı ile Ortaçağ Hıristiyan Avrupası, dünyevi iktidarla tanrısal iktidarın birbirini dengelediği bir düzen değil, kilisenin ağır baskısının her şeyi ezdiği ve hayatın her alanına hakim olduğu bir düzendi. Kilise eskiden beri kullandığı aforoz kurumunu geliştirdi ve buna iki yeni kurum ekledi: Kilise hukuku ve engizisyon. Böylece siyasi iktidarın üç temel işlevi olan yasama, yürütme ve yargı doğrudan ya da dolaylı olarak kilisenin eline geçti. Her türlü yasa, Hıristiyan hukukunun temel normlarını koyan kilise hukukuna uymak zorundaydı. Yürütmeyi üstlenen krallar aforoz boyunduruğu altında idi. Aforoz edilmiş bir kralın ise kendi Hıristiyan tebaası önündeki itibarı sıfıra iniyor ve iktidarı tehlikeye giriyordu. Nihayet yargı işlevine de engizisyon mahkemeleri geniş yetkileriyle girdiler. Böylece kilisenin bir çeşit devlet, Papa'nın bir çeşit imparator sayılması normal görüldü. Batı din - devlet ilişkileri geleneği buradan doğdu ve tarih içinde gelişti..
Dolayısıyla Batı'da din-devlet ilişkileri tahakkümcü bir papa ve onun "emir erleri, oğulları" saydığı Hıristiyan krallar arasındaki hakimiyet mücadelesi tarihidir.. Yer yer çok kanlı olmuş ve toplumsal barış ve gelişmeyi yaralamış bu mücadeleden zamanla kalıcı bir toplumsal barış için "birbirinin işine karışmama" ya da Batılı insanın ve toplumun şuuraltını damgalayan "dinin yeri ayrı, siyasetin yeri ayrı" duygusu çıktı ve yerleşik hale geldi.. Bu tarihin doğal sonucu laikliktir.. Öte yandan Batı'da devlet "kutsal" değil dünyevi bir kurumdur, çünki kutsallık İsa'nın yeryüzündeki tek aleti ("enstrumanı") olan kilisededir..
Oysa İslam aleminin "siyasi babası" Bizans'ta böyle bir kavga ve ayrım görmüyoruz.. Sezar (imparator) ya da Kayser tüm Hıristiyanların babası idi, Katolik kilisesi dahi frank devleti kurulana dek Doğu Roma imparatorlarını tüm Hıristiyanların başı saymış, Batı'yı tekrar fethederek dağılan birliği tesislerini beklemişti.. Dolayısıyla Bizans'ta kayser, Kadim Roma'da olduğu gibi "kutsal kişi" ve "baş-rahip" (Pontifex Maximus) idi; yani İsa'ya en yakın kişi oydu (tanıdık geliyor mu?). Kilisenin başı patrik ise onun basit bir memuru ve emir kulu idi.. Tıpkı Türkiye'de şeyhülislamın ve şimdi de diyanet işleri reisinin devletin memuru olması gibi..
Bizans'ın din - devlet geleneğinin iki varisi oldu: İslam (hasseten Osmanlı) ve çarlık Rusyası.. Burada "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" (Zıllıllah fi'l-Arz) olan halife kolaylıkla 16. y.y.daki "Sünni reformasyonu" yapabildi ve devlet-i Osmani'yi yepyeni bir çizgiye oturttu. 20.y.y.da ise Osmanlının devamı Türk devleti "laiklik" ilan ettiğinde bu emrine fazla itiraz edilmeden uyuldu.
Rusya'ya gelince: "Çar" Rusların dili dönmediği için "Caesar"a (Sezar, Çezar, Çar) verdikleri isimdi, daha sonra bu isim kurumsallaştı.. Geçmişte ve bugün Rus kilisesi devletin basit bir kurumu olageldi.. Rusya'da da burada olduğu gibi devlet her şeye hakimdir, kutsaldır, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesidir (ya da değilse öyle olmalıdır). Böyle olduğu içindir ki, Sovyetler döneminde emirle kiliseleri kapatıp "ateizm" ilan edebilmiş, hala bir nevi kutsal kabul edilen devletin bu "kutsal emrine" de uyulmuştur! Böyle bir şey ne Fransız ihtilali ne de Hitler Almanyası'nda mümkün olamadı, olamazdı. Oysa ikisi de aslen kilise karşıtı idi, ama kiliseye kinlerini gizlemek zorunda kaldılar, orası başka bir siyasi iklimdi.
Rusya'da halen, tıpkı burada olduğu gibi "otoriterlik" mebzul miktardadır; zira "devletin tasarrufları" sureta Tanrı iradesi gibidir, kutsaldır, itiraz düşünülemez.. Batı'da ise devlet uzun yüzyıllar boyu sürmüş mücadelelerin sonucu kavgayı önlemek için geliştirilmiş bir hukukun kendisine tanıdığı yetkiler çerçevesinde gücünü kullanır. Bu yer yer devletin sert icraatlar yapmasına engel değilse de bu kalıcı bir gelenek oluşturmaz. Bizde ve Rusya'da ise, tarihsel bir süreç olarak, kimsenin kimseyle kavga etmesi gerekmemiş, "kerim devlet" herkese hakkını vermiştir.. ya da genel kabul böyledir.
Sonuç: Sorun (eğer varsa) İslam'da değildir, tarihtedir.. Biz ve Rusya Batı'dan ayrı, ama birbirine benzer tarihlerin çocuklarıyız..
Not: İran ise istisnadır, orada tarih başka bir seyir izlemiştir.
Kaynak: Altay Ünaltay, Doğu'da ve Batı'da Din Devlet İlişkisi, İstanbul, 1990
Yeni yorum ekle