Farklı yazılarımda dile getirdim ama burada bir defa daha ifade etmem gerekiyor sanırım. Zira ciddi yanlış anlaşılmalarla karşılaşıyorum. Her ne kadar her yazının içindeki ironi kendi üslubuyla anlatılmaya çalışılsa da demek ki bu yetersiz kalabiliyor. Yazılarımda Batı dünyasının bakış açısına ağırlık veriyorum. Bu onları takdir ettiğim ve kutsadığım şeklinde algılanmasın. Zira, biz içine düştüğümüz hamaset çukurundan bir türlü kurtulamadığımız için mecburen ötekinin bakış açısına sarılmak durumunda kalıyorum. Esasında bu bana çok ciddi bir hareket alanı kazandırıyor.
Uluslararası ilişkiler hususunda kendimce bir teorik çerçeve oluşturdum. Malumunuz sosyal bilimlerde teoriler ispatlanamaz ancak tutarlılığı sağlanmaya çalışılır. Hal böyle olunca her yazının birbiriyle uyum içinde olması gerekiyor. Yani biri çıkıp falan yazınla falan yazın arasında bir çelişki var dediğinde, benim söyleyecek bir şeyimin olması lazım. Kaldı ki dostlarım bunu çok güzel bir şekilde yaparak bana katkı sunuyorlar.
Geçenlerde bu kıymetli dostlarımdan birisi, bütün anlattıklarımı bir pota içinde eritebilmiş olmanın vakurluğu içinde, “ya sonra ne olacak?” diye sordu. Soruya hiç düşünmeden cevap verebilecek bir algoritma oluşturabilmemin ukalalığı onun vakurluğuna galebe çalacak cinstendi.
Bu kısa sorunun arkasında şu yatıyordu; Batı ötekileri kendine benzetebilmekle ilgili bir mücadele veriyor. Bunun için kendi içinde bile büyük çatışmalar yaşanıyor. Hatta şu an Batı ile Doğu arasında olduğu düşünülen mücadele esasında Batının kendi içindeki çekişmesinin bir sonucu. Bunların hepsi tamamlandığında, Batı tek bir medeniyet olarak tarihin sonunu getirdiğinde ne olacak?
Batılı aklın zirvesini bir “zihniyet” olarak tanımlamıştık. Devletlerin, şirketlerin, ailelerin, paranın ve siyasetin dışındaki bir gücü temsil eden zihniyet, tamamen şeytani bir akılla hareket eder. Zihniyet mensupları hiçbir ilahi dine mensup olmadıkları gibi hiçbir maddi menfaat peşinde de koşmazlar. Onlar ilahi bir mücadelenin peşindedirler.
Bu şekliyle bugün Batı dünyasını Hristiyan, Yahudi, kapitalist, liberal, komünist diye tanımlamanın hiçbir önemi yok. Zira esas muhataplarımız -bozulmuş dahi olsa- asla ilahi bir dinin mensubu değiller. Bizlerin veya onların Batıyı öven ve yermeye çalışan bütün kavramları tarihin sonunda anlamsız hale geliyor. Antik Yunan, Yahudilik ve Hristiyanlıkla şekillendirilen Batı medeniyetinin asıl amacı, bu değerleri korumak değil, bunlar üzerinden ilahi olanı yok etmekti. Bizler dışarıdan bakınca kendi dinlerini korumak adına İslam’la mücadele ettiklerini düşünüp biz ve öteki kavramlarına sarıldık. İslam medeniyetinin bir zamanlar yakaladığı muhteşem zarafeti ve estetiği, nostaljik bir hikâye olarak tarih kitaplarındaki yerini almaya başladığında sonun başlangıcına girmiş olduk.
Batı medeniyetinin temeli, şeytani bir yaklaşımla, kendi dinlerini yok ederek atıldı. Önce Yahudilik sonra da Hristiyanlık yerle yeksan edildi. İlginç olan bütün bunlar sözde bu dinleri korumak adına yapıldı. Dini yaşama ve var etme mücadelesi içinde yok edilen ilahi dinler, yerini şeytani bir felsefeye bıraktı. Sömürgecilik ve coğrafi keşiflerle birlikte siyaset ve ekonomiye yansıyan gelişmeler demokratik yönetimleri ortaya çıkarınca, devletin sözde tanrısal güçleri de rafa kaldırılmış oldu.
Bu süre zarfında İslam dünyası da sanki ötekisi veya düşmanı diğer dinlermiş gibi onları hasım görmeye başladı. Burada elbette ki bir haklılık payı vardı. Zira Batı din kalkanı altında İslam’a karşı bir savaş başlatmıştı. Böylece “zihniyet” sahipleri aynı Allah’a inanan insanları aynı kazanda kaynatmaya başladı. Müslümanlar böylesi bir çatışmanın anlamsızlığını bilseler de kendi içlerindeki mücadeleler nedeniyle bu sürecin içine girmek zorunda kaldılar.
Müslüman olarak, bütün peygamberler ve kitaplara iman ederken, dinlerin bozulmuşluğundan duyduğumuz rahatsızlıktan dolayı, bu dinlerin mensuplarına karşı cephe almakta hiç zorlanmadık. Hedefte ne vardı? Bozulmuş bir kitap mı, dinden çıkmış insanlar mı? Her ikisine birden mücadele başlatıldığında mevcut ortam “dinler savaşı” olarak tanımlandı. Evet artık bir dinler savaşı vardı. Müslümanlar diğer ikisini öteki olarak görse de aslında her üç ilahi din de birbiriyle mücadele halindeydi. Lakin savaş dinler arasında değil onların müntesipleri arasındaydı. Şeytani zihniyet muhteşem bir iş başarmıştı.
Teorik olarak ilahi dinlerin, kitapların ve peygamberlerin birbiriyle mücadelesi yok. Allah (c.c) bir süreklilik içinde dinini tamamlamakla ilgili bir süreç izlemiş. Bu bütünleşik süreç nasıl olduysa ayrı kulvarlarda bir çatışma unsuru olarak ortaya çıktı. İlk peygamber ile başlayan bu süreç hız kesmeden devam ediyor. Zihniyet mensupları kendilerine yeni müntesipler bulmakta zorlanmazlarken, Yaradan insanlara kâmil olmayı öğrettikten sonra bir daha peygamber göndermedi.
Dinin son halinin verilmesini müteakip şeytani akıl, yeni bir peygamber gelmeyeceği bilgisiyle bu üç dinin aynılaştırılması sürecine girdi. Aslında amaç bu dinleri birbirine rakip olarak sunup, birinin diğerine üstünlüğünü sağlamak değildi. Üçünü birden aynı pota içinde anlamsızlaştırabilmekti.
Pratikte farklı düşünce ve inançsal değerleri bünyesinde taşıyan dinlerin aynı pota içine sokulması için öncelikle hepsinin ortak bir kulvar içinde hareket etmesini sağlamak gerekiyordu. Olivier Roy’un “düzleştirme” (L'aplatissement) olarak tabir ettiği bu süreç yüzlerce yıldır sistematik bir şekilde takip ediliyor. Bütün insanların din, dil ve kültürlerinin homojenize edilmeye çalışıldığı bu süreç, aslında kültürlerin yok edilip insanların tekil bir yaşam düzeyine kavuşmasını arzu ediyor. Düzleştirme tekilleşen bir dünyanın kapısını aralıyor bize. Bu sayede bırakın kültürleri, dinler bile aynılaşmaktan kurtulamayacak.
O zaman dinlerin binlerce yıllık mücadele düzmecesi aslında aynılaştırma gayretinden başka bir şey değildi. Dinler savaşı adı altında bütün dinlerin düzleştirilmesi hedefleniyordu. Bu süreci yöneten şeytani aklın hiçbir dinin diğerine üstünlük sağlaması gibi bir amacının olmadığını rahatça söyleyebiliriz.
O halde, zihniyetin bütün dinlere karşı aynı duyguları paylaştığı hususunu ortak payda olarak kabul edelim. Düzleştirme, yapay zekâ ile desteklenerek çok hızlı bir küreselleşme ve tekilleşme süreci ortaya çıkardı. İçinde bulunduğumuz savaş ve çatışmalar da insanlar içindeki nüansların düzleştirilmesinden öte bir anlam ifade etmiyor. Devletlerin anlamsızlaştırıldığı, insanların tekilleştirildiği bir dünya netleşirken, “ya sonra ne olacak?” sorusu daha anlamlı oldu.
Böyle bir ortamda kim kiminle mücadele edecek? Düzleşen dünyada kim öteki kim beriki olacak? Medeniyetlerin düzleşmesi ve tarihin sonu olarak tanımlanan bu süreç, Batı medeniyetinin üstünlüğünü ifade etmekten çok uzak. Zira tam da bu aşamada zaten bütün medeniyetlerin yok oluş senaryosu gündeme geliyor. Müslümanlar Batı medeniyeti ile hemhal olduğunda bütün medeniyetlerin yok oluş süreci başlayacak. Post modernizmin ilkel ve paganist dünyası yeterince Hollywood filmlerine konu oldu zaten.
İngiltere Kralı yarın çıksa “ben bir Müslüman olarak bütün dünyada dinlerin kardeşliği ve barış için mücadele edeceğim” dese, Müslümanların sefaletini görüp oturup ağlarım herhalde. (İslam’ın zâhirle hükmetmesi bâtının farkındalığına mâni değildir.) Müslümanlar kendilerine bahşedilen muhteşem dünyanın bütün değer, ilke, inanış ve ritüellerini Batı medeniyetinin potasından çıkaramadığı sürece bu çıkmazdan kurtulamayacaklar. Hz. Peygamber o zamana kadar var olan her şeyi elinin tersiyle itekleyip tamamen yeni bir sistem kurdu. 11. Yüzyıla kadar başarıyla taşınan bu sistem yavaş yavaş yok olmaya başladı. Ve gün geldi, Müslümanlar kendini öteki ile tanımlamak zorunda kaldı. Halbuki İslam hiçbir şeyin ötekisi değildi.
Batı’nın yok olması, Müslümanların Batılılaşması öngörüsüne dayanıyor. Zihniyet, Batıyı yok edebilmek için İslam’ın da bu sistem içinde düzleştirmesi gerektiğinin farkında ve bunu yapıyor. Batı çökmeye başladığı anda Müslümanların da aynı gemide olacağını unutmayın. Şeytani akıl Müslümanları gemiye almadan bu gemiyi batırmayacak. Müslümanlar şeytani aklın gemisinden inmeden ve kendilerini müstakil bir şekilde tanımlamadan bu çıkmazdan kurtulamayacak.
O halde Batı medeniyetinin batmasına mı sevinelim, yaşamasına mı üzülelim?
Yeni yorum ekle