Uluslararası Sistemin Neresindeyiz?

05 Ağustos 2023

Sosyolojik yapılar her ne kadar sindirim sistemi gibi bir rutin içinde kendiliğinden işleyen biyolojik yapılardan farklı olsa da, biz yine de yaşadığımız dünyayı bir sistematik içinde anlamak ve algılayabilmek adına farklı modellemeler yapmaktan hoşlanırız.

Image

Uluslararası ilişkileri de tarihsel süreç içinde tanımlayabilmek adına bu zamana kadar farklı teoriler üretildi. Dünyayı coğrafi, ideolojik, dini, ekonomik, sosyolojik ve tarihsel açılardan tasnif etmek suretiyle uluslararası güç, çıkar ve stratejik dengeleri anlamamızı sağlayan yaklaşımlar bizi hep bir sistemin varlığına ikna etme gayreti içindedir.

Çoğu zaman birbiriyle çakışan, çelişen ve istisnalarla ayakta durmaya çalışan bu sistem yaklaşımları ne yazık ki insanların kafasındaki soru işaretlerini ortadan kaldırma hususunda yeterince mahir değiller. Ancak gerçek ironi, inançları ve ideolojileri doğrultusunda yaşadığını sanan insanların nasıl bir yanılsama içinde olduklarını anlamaktan uzak olmalarında yatar. İşte bu iki gerçeklik körler ve sağırlar diyaloğunun temelini oluşturur.

İllaki bir sistem tanımı yapmak gerekiyorsa öncelikle bu tanım içinde yer alması gereken unsurları belirlemek daha sağlıklı bir yaklaşım olabilir. Öncelikle en azından içinde bulunduğumuz son 600 yıllık dönem itibariyle kademeli bir şekilde sisteme hâkim olan unsurları bir ulus ve ülke olmaktan çıkıp bir zihniyete doğru yöneldiğini söylemeliyiz. Bu itibarla bugün içinde bulunduğumuz yapıyı tanımlarken herhangi bir devlet ya da ulusu kutsayarak analiz yapmamız bizi tamamen yanlış bir bakış açısına sürükler. Aynı şey dinsel inanışlar için de geçerlidir.

Rönesans ve Reformla aydınlanma çağına giren insan, bu vakitten itibaren kendini Tanrıdan ziyade kutsamak suretiyle Tanrısallaşan insan profilinin sonsuzluğa uzanan temellerini atmış oldu. Tam da bu aşamada uluslararası sistem sarsılmaz şekilde yeni bir boyut kazanarak üçlü saç ayağını oluşturdu; Tanrıdan münezzeh, insanı kutsayan bir zihniyet. 15. yüzyıldan itibaren gelişerek her geçen gün bu saç ayaklarını daha sağlam temellere dayandıran sistem, bu şekliyle tasavvur edildiğinde birçok çelişki ve istisnaları ortadan kaldırabilecek bir analiz imkânı sunar bizlere. Uluslararası sistemin teolojik boyutu da bu üçlemede bulur kendini.

Image

Bu açıdan bakıldığında sistemi, insanın Yaratıcıyla girdiği iktidar mücadelesi olarak tanımlamakta genel itibariyle bir sıkıntı görmemek lazım. Bu manevi iktidar mücadelesinin reel boyutlarının bizleri daha fazla ilgilendirdiğinin farkındayım. Ancak yaşamın gerçeklerinin hangi temele dayandığını bilmeden sisteme dair açıklamalarda bulunmak oldukça güç olacaktır.

Lakin bu pozitif yaklaşımların metafizik karşılıklarının farkında olmazsak, kimi yaşanmışlıkların bir yanılsamadan ibaret olduğunu idrak edemeyiz. Uluslararası ilişkileri anlamak ve izah etmekteki sıkıntılarımız da burada başlar.

Sisteme hâkim olan herhangi bir ulus veya devlet olmadığını söylemiş olsak da bahsettiğimiz ilkeleri içselleştirebilmiş ülkelerin bu zihniyete ev sahipliği yaptığını inkâr edemeyiz. Aydınlanma düşüncesini en çıkarcı şekilde kullanan ve devlet aklını buna göre şekillendiren İngiltere her türlü ulus ve din saplantısının ötesinde hareket etmek suretiyle, dünyanın en dinamik insan ve düşünsel güçlerini kullanabilmeyi başardı. Özellikle Yahudilik ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş versiyonları ile bu dine inanmışların duygusallıklarını bir devlet aklı ve politikası şekline dönüştürmesindeki başarısını takdirle karşılamak lazım. Bu ülkeyi diğerlerinden farklı kılan en önemli hususun burada yattığını bilmeliyiz.

Devlet ve ulusa dair felsefi açılımların öncüleri başka devletlerden türemiş olsa da İngiltere bunların hepsini kendi bünyesinde bütünleştirebilmeyi başardı. Akabinde sorumluluklarını devrettiği ABD de aynı kurgu üzerine tasarlandı. Bütün din ve milletleri uluslararası sistemin bir parçası haline getirmeyi amaçlayan zihniyet bir devlet aklı olarak şekillenip bütün dünyayı kapsar hale getirildi. Alman ve İtalyan filozoflarının muhteşem düşünceleri ise ne yazık ki bu ülkelere ulusal sınırları aşan bir devlet aklı kazandıramadı.

Image

ABD de çok farklı din, mezhep ve ırka sahip insanların ülkeyi yönetmesi gücün asıl kaynağının bir zihniyet olduğunu açıkça ortaya koydu. Son dönemde İngiltere’de de Müslümanların başbakanlığı veya belediye başkanlığı gibi makamlara sahip olabilmeleri bunun bir yansımasıdır. Hatta özellikle Müslümanların bu zihniyetin başat olduğu ülkelerde her geçen gün daha fazla itibar görmesinin temelinde de her dinin sistem içinde kullanılabilir olma arzusu yatar.

Herhangi bir ırka ve dine dayanmayan bu zihniyetin, belirli uluslar üzerine inşa edilmesi onun evrensel niteliğine asla zeval getirmez. Zira bu zihniyete sahip devletler her daim bütün evrensel değerlere sahip çıkmış olması nedeniyle kendilerine bir güç atfetme kabiliyeti kazanmıştır. Ayrıca böylesi bir devlet aklını taşıyabilecek ulusların varlığını da takdirle karşılamak lazım.

İçinde bulunduğumuz süreçte sistemin sürekliliği için zihniyete yeni bir dinamizm kazandırılması gerekiyordu. Esasında hayli uzunca bir zamandır İslam’ın malum zihniyete enerji kaynağı olabilmesi hususunda hassas çalışmalar yapılmaktaydı. Bu, Müslümanlar tarafından her ne kadar İslam’ın bir güç olarak kabul edilmesi şeklinde tasavvur edilse de sistem açısından bütün dinlerin bir pota içinde eritilebileceği son nokta olarak değerlendirilmektedir.

Bu arada uluslararası sistemin algılanmasında bizi zorlayan bir diğer husus da “öteki” ve “beriki” statüsündeki devlet, din ve ideolojilerin gerçek anlamda ne ifade ettiğinin bilinmemesidir. Şunu öncül bir veri olarak kabul etmeliyiz ki egemen zihniyet sistemin sürdürülebilirliği için kendinden bir parça olarak gördüğü veya yönetebileceği her unsuru ötekileştirmekten kaçınmadı. Esasında öteki denilen şey hiçbir zaman sistem açısından bir tehdit olarak telakki edilmedi. Aksine ötekilerin hepsi sistemin bekası açısından kaçınılmaz kıymete mazhar yapılardı.

Sistem yönetemediği unsurları ötekileştirmekten ziyade “beriki” olarak kabul edip onları kendileştirmeyi hedefledi. Bu şekliyle baktığımızda esasında sistem organik bir yapı gibi çalışabilmeyi başardı. Birçoğumuz birbirine zıt unsurlar arasında kendimize uluslararası yapı içinde bir yer arama gayreti içinde çaresizce kıvranırken, onlar bu çırpınışları siyasi ve ekonomik ranta çevirmekten hiç çekinmediler. Sonuçta sistem kendinden bir parça olarak gördüklerini “öteki”, rakiplerini ve tehdit unsurlarını ise “beriki” olarak tanımladı.

Image

Anlamlandırmakta zorlandığımız bu çelişkili durumlar bize bir taraftan da nasıl bir yanılsama içinde olduğumuzu hatırlatır umarım. Zira gördüğümüz resimlerin hiç biri aslında bizim algıladığımız gibi değil. İnsanları bir düzen içinde yönetebilmeyi amaçlayan zihniyet, sömürgecilik döneminde akla ziyan şiddet uygulamalarına girmek suretiyle, neredeyse bütün insanlık ruhunu yeniden tasarladılar. Picasso ve türdeşlerinin sanat şaheseri olarak kabul edilen eserlerindeki darmadağın olmuş bedenler ve objeler bize bu yeniden tasarlanmışlığı ve yanılsamayı anlatır aslında. Artık hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bedenin uzuvları yer değiştirmiş, objeler alt üst olmuş bir şekilde bize sunulur. Bu aslında yeni insan tipi ve dünyanın trajikomik yansımasıdır. Bizler böylesine bir yanılsamayı gerçek olarak kabul ettiğimizde bırakınız dünyayı anlamayı kendimizi dahi algılamaktan aciz kalacağız.

Rusya’nın paralı askerler grubu olarak bütün dünyada nam salan Wagner grubu ülkesinde bir isyana kalkışmış gibi yaptı. Bu olaydan saatler öncesine kadar herkes Rusya’nın bu paralı askerler üzerinden bütün dünyada bir güç kazandığı, uluslararası ilişkilerde Rusya’ya çok dinamik güçler verdiği şeklinde yazılar yazdılar ve akademik tartışmalar yaptılar. Saatlerce süren tartışmalar ve yazılan binlerce sayfa analizler bir anda dünyanın en anlamsız bilgisi olarak ortada kalıverdi. İşte yanılsama dediğimiz şey tam da budur. Dün kutsadığınız şeylerin bugün bir hiç olduğunun anlaşılması bizim en büyük çıkmazımız.

Yarın Çin’in Kuşak Yol projesinin ve Afrika başta olmak üzere dünyanın geri kalan bölgelerdeki ekonomik üstünlüğünün temelindeki gücün, esasında egemen zihniyet tarafından tasarlandığını anladığımızda ne diyeceğiz. Bir anda Çin balonuna çuvaldız mı batırmış olacağız. Wagner örneği yarın Çin yanılsamasının da gerçek yüzünü ortaya çıkarabilecek gelişmelerin habercisi olduğu unutulmasın.

Bu arada Afrika’da yaşanan gelişmeleri daha adil ve yaşanılabilir bir dünyanın umut verici gelişmeleri olarak telakki etmeyelim. Uranyumu barış ve özgürlük adına kullanma söylemi -bu kaynağa her kim sahip olursa olsun- devam edecektir. Esasın değişmediği bir ortamda usulde meydana gelen değişmeler hükmün kifayetsizliğine asla mani değildir. Sistem usule bakmaz esasa bakar, bizler ise tam tersini yapmaktan zevk alırız. Hâlbuki usulde meydana gelen her değişim yeni ve yapısal bir yozlaşmanın habercisidir.  Sömürgecilik meselesine girmiyorum, zira bu kirlendiğinde üstünüzden çıkartacağınız bir gömlek değildir. Sömürgecilik özgür dünyanın zihinlerindeki bir prangadır.

Öyleyse uluslararası sistemi, ayartıcı bir tutkuyla, bireyin tanrısallaşma sürecinde ortaya çıkardığı zihniyetin, herhangi bir ülke, din ve ulustan münezzeh bir şekilde tarihi şekillendirdiği yapı olarak tanımlayabiliriz. Uluslararası sisteme biraz da bu şekilde bakmayı denersek sanırım bazı şeyleri daha farklı anlamlandırmaya başlayacağız.

O halde içinde bulunduğunuz yanılsamaları bir tarafa koymak suretiyle, uluslararası sistemin neresinde olduğunuza siz karar verin.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 336 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.