Filistin-İsrail savaşı hali hazırda ABD ve İngiltere eksenli Batı’nın kendi içindeki çatışmasının bir tezahürü olarak cereyan etmektedir. Tahterevallinin hangi tarafının ağır basacağı, egemen zihniyet açısından dönemsel bir karar olmanın ötesinde anlam ifade etmemektedir. Nihayetinde sistemin denge merkezi teraziyi istediği gibi dengelemekte özgür. Ne yazık ki bugün tahterevallideki dengelerin değişim süreci Gazze’deki masum insanlar üzerinden yürütülmekte.
Mücadelenin görünen iki sembolik ülkesi ABD ve İngiltere’nin yanında İsrail, Türkiye ve Müslüman ülkelerin varlığı Ortadoğu’yu kaçınılmaz çatışma alanı olarak gündeme getirdi. Buradan elde edilecek sonuç ya mevcut sistemin sürekliliğine ya da yeni bir sistemin kabulüne vesile olacak.
Mücadele esasında iki ülke arasında gerçekleşiyor gibi görünse de Yahudi, Türk ve Arap toplumlarının yeni sistemde üstlenecekleri rol bu çatışmanın temelini oluşturmakta. Bu nedenle birincil düzeyde bölge halklarının yarına dair verecekleri kararlar ABD ve İngiltere arasındaki rekabetin sonucunu etkileyecektir.
Hala soğuk savaş mantığı ile hareket eden ABD aklı, ötekileştirdiği devletler üzerinden sistemin sürekliliğini arzulamakta. Sistemin yorgunluğunun farkında olan İngiliz aklı ise yeni bir paradigma ile sürecin yönetilmesini amaçlamaktadır. Ortadoğu’da İngiliz aklının öncülük ettiği Filistin-İsrail çatışması paradigmanın dönüşüm mücadelesi olarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en önemli savaştır. İngiltere’nin vaktiyle uhuletle gerçekleştirdiği yetki devrini ABD suhuletle teslim etmek istemiyor.
İngiltere mümkün olduğunca sınırlı bir çatışma ile amacına ulaşmak isterken, ABD böylesi bir atağı bertaraf etmek için çatışmaların mümkün olduğunca derinleşmesini arzu edebilecek duruma geldi. Başlangıçta planlanan şey kendi sınırları içinde bir dehşet algısı oluşturup İsrail ve Filistin tarafında uzlaşmaya yakın kişileri iktidara taşımak suretiyle, iki devletli bir çözüm tesis ederek Ortadoğu’da kalıcı bir barışı gerçekleştirmekti. Buna mukabil, ABD Rusya ve İran’ı tahrik etmek suretiyle bölgede genişleyecek çatışmalara müdahale etmek amacıyla askeri güçlerini doğu Akdeniz’e sevk etti.
Bu sınırlı çatışmanın ardından bölgede huzuru ve istikrarı sağlamayı planlayan İngiliz aklı, yeni bir zihniyetle ırklar ve dinler arası bir uzlaşma sağlamak suretiyle, kitlesel bir dünya oluşturma arayışını hızlandıracaktır. Sıcak savaşı öteleyen bu uzlaşma kültürünün Batı zihniyetini dünyaya daha kolay egemen kılacağı düşünülmekte. Bu ulvi(!) amaçlar nedeniyle İngiltere savaşın kronik hale gelmeden sonlanması için çaba harcarken, ABD bölgesel bir savaşın fitilini ateşlemekten çekinmeyecek bir tavır sergilemektedir. Atlantik ötesi Batı aklı hali hazırda süreci uzatmak ve gerekirse farklı unsurları devreye sokmak suretiyle başarı elde edebileceğini düşünüyor. Bu nedenle Güneydoğu Asya gibi farklı bir coğrafyada kontra atak sanırım çok da şaşırtıcı olmayabilir. Ancak sonuçta aynı kutsal akıldan beslenmeleri nedeniyle alsa bu akla zarar verecek bir mücadeleye giremeyecekler. Tam da bu nedenle savaşa müdahil olabilecek ülke ve askeri güçlerin kontrol altında tutulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Savaşın müzminleşerek orta vadede barışa dair algoritmaların zorlaşması, bölge ve bölge dışındaki bazı ülkelerin çekimser tavırlarını da doğrudan etkileyecektir. Batı’nın iki ucu arasındaki tarihi kırılmanın zorluğunu fark eden ülkelerin, gelişmelerin netleşmesine yönelik çıkarcı bekleyişleri, sürecin kırılganlığını biraz daha zorlaştırabilir.
Bölge ülkelerinin zihinsel derinliklerindeki İngiliz aklı post sömürgecilik döneminin bir yansıması olarak güncellenmekte. Böylesi bir süreç ABD’nin bölgedeki üç çeyreklik egemenliğine en büyük tehdit olarak görülmelidir. Güç ile yönetilen toplumsal yapıların sömürgeci aklın davetine icabet ederek yakın geçmişlerine rücu etmeleri içten bile değil. Bugün kısmen ABD yanlısı veya ötekisi olarak görev yapan ülkelerin yakın bir zamanda İngiliz aklına riayet etmeleri hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Filistin-İsrail savaşının kısa vadede barışla sonuçlanması Türkiye’nin bölgesinde ve Türkistan coğrafyasında hatırı sayılır bir güç olmasına vesile olacak. İran ise yakın bir barışa şu an itibariyle sıcak bakmak zorunda olduğu için ortamı gerecek davranışlardan mümkün olduğunca uzak durmaya gayret ediyor. Lakin İran’ın rüzgârın yönü doğrultusunda hareket edebileceği gerçeği her daim akılda tutulmalı.
Güç merkezli ve çatışmaya dayalı uluslararası sistem artık sadece buna maruz kalanları değil, sistemin savunucularını da ziyadesiyle yormaya başladı. Ulusal akılları kendi sistem akıllarına entegre edebileceğini düşünen tasarımcılar, kompozit toplumlar sayesinde yönetilebilir bir dünya kurmayı hedefliyor. Herkesin kendi çapında efendi olduğunu düşündüğü bu siber sömürgecilik dönemi, uluslar için bir nevi sonun başlangıcı mahiyetindedir. Uluslar bundan böyle en iyi tabirle ya bir hayaletle ya da kendi benlikleriyle mücadele etmek zorunda kalacaklar. E. De La Boetie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylem’i ifade olarak sanırım hiçbir zaman gerçekliğe bu kadar yakın olmamıştı.
Atlantik ötesinin temsil ettiği Batılı akıl bu süreçte başarısız olursa ABD yeni bir Monroe Doktrini ilan etmek zorunda kalacak. Bu siber sömürgecilik dönemi bizlere tarihsel olarak 18.-19. yüzyıla dönüşü hatırlatır. Şayet tekerrürün tarihi kaçınılmaz bir gerçek ise buna fazlaca şaşırmamak gerekir. Zamanın şekil şartlarında ve içerikte yaptığı değişiklikleri çağdaşlık olarak algılamak bizi ziyadesiyle rahatlatmaya yetecektir.
Filistinli çocukların masumiyeti üzerine inşa edilen nöbet değişimine fazlaca anlam yüklemenin de bir aptallık olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Sömürülen açısından sömürgeciliğin ifratından siber sömürgeciliğin tefritine giden bu süreç, kabullenilebilirlik hariç hiçbir değişim içermez. Dönüşümün farkındalığı ise en alasından bir yetenek olarak telakki edilebilir.
Kitlesel sömürgeciliğin başarısı gelecekteki uzlaşma kültürünün kabulüyle orantılı olarak hareket edecektir. Aksi takdirde siber sömürgeciliğin yeniden konvansiyonel sömürgeciliğe dönmesi içten bile olmayacak. Öncelikli olarak sömürgecileri ilgilendiren bu durumun sömürülenler açısından ne ifade ettiğini de zaman gösterecek. Lakin geçiş dönemleri veya fay hatlarının kırılma anları alternatif din ve kültürler için bir yükseliş fırsatı oluşturabilir.
ABD ev sahipliğindeki Batı aklı kutsal idealler uğruna askeri ve siyasi olarak geri çekilme kararı almak zorunda kalsa bile iklim, kalkınma, demokrasi, insan hakları ve küreselleşme hususundaki çalışmalarına daha fazla mesai harcayacak. Zira yeni dönemin olası başarısızlığında veya yorgunluğunda her an devreyi tamamlayacak güç ve enerjiye sahip olunması lazım.
Günümüz aktif politikalarını yönlendiren İngiltere ev sahipliğindeki Batı aklını dikkate alarak bir yazı kaleme aldım. Dönemin ruhsal ve teknolojik gelişmeleri üzerine inşa edilen bu akıl, gelecekte daha az can yakıcı politikalar izleyebilir. Lakin bozulan dengelerin ancak Cengiz Han’ın kırbacıyla düzeltilebileceği korkusu da hala güçlü bir argüman olarak taraflarca kullanılıyor. Vakit kırbaç değil havuca bakma zamanı. Kral geç de olsa tahtına oturdu ve İngiliz menşeli Batı zihniyetine şapkalar çoktan çıkartıldı bile.
Bireyler arasındaki etkileşim ve bağları çözümleyen matrisler sosyal ağlar arasındaki ilişki algoritmalarını çıkartıyor, böylece yapay zekânın insanları blok zincir içinde nasıl köleleştirebileceği belirleniyor. Sömürgecinin efendileri Filistin – İsrail savaşının gölgesinde siber sömürgecilik girişimlerine hız verdi. İnsanlığın duygusallığını kalkan yapan irade, bireylere sanal prangalarını hızla takmaya devam ediyor. İnsanlar çok hızlı bir şekilde özgürlük adı altında yapay zekânın faşist ve komünist tahakkümü altına giriyor. Kitlesel dünyanın sözde hür insanları tek merkezden yönetilecek kadar kodlandığının farkında mı acaba?
Geleceğin yüz yıllık hikâyesi bu öngörü üzerine inşa edilecektir. Bu senaryoda içerik ve şekline bakılmaksızın farkında olunması gereken tek husus sömüren ve sömürülen ilişkisidir. İnsanların bedenlerinin sömürülmesinden ruhlarının sömürülmesine geçtiğimiz bu sürecin hangisinin daha iyi olduğuna siz karar verin.
Ruhumuzu şeytani güçlerin esaretinden kurtarıp Yaratıcıya bağlanmadığımız sürece sömürülmüşlüğümüz devam edecek.
NOT: Ânı geçmişin gerçekliğinde bir gelecek tasavvuru olarak algılamak ve kabullenmek ne kadar da zormuş.
Yeni yorum ekle