Kur’an, vahyedildiği andan itibaren tarihin ve dünyamızın bir parçası oldu. Onun dar çerçevede tarihle ilişkisi, ‘nüzul devri’ dediğimiz miladi 610-622 arasıdır. Kur’an’ın, Hicaz bölgesinde bir olay ve olgu haline geldiği bahse konu tarih aralığından öncesiyle de bağı vardır. Çünkü o, kendisini, önceki kitapların ve peygamberlerin ‘kardeşi’, onlarla aynı ‘hane’nin mensubu olarak takdim eder. Daha da önemlisi ortaya koyan iradeye (vahyin kaynağına) bağlılığı, onu tarihin de üstüne (ama ötesine ve dışına değil) taşır. Son olarak Kur’an muhtevasındaki gelecekle yani Hz. Muhammed sonrasına dair atıflar, hatta ahiretle ilgili anlatımlar onu geleceğe taşır. Nüzul devrindeki olaylar, meseleler gündem yapılırken muhataplar bazen geçmişe bazen de geleceğe yönlendirilir. İlk defa A‘lâ suresinin sonunda belirtildiği gibi Kur’an vahyi nasıl ki geçmişin bir devamı ise aynı şekilde uzamsal olarak geleceğe de kendini bağlamaktadır. Bu söylem tarzı, onun nüzul çağından sonrakilerle de iletişimini devam ettirmesini sağlamaktadır. 610-632 noktasında geçmiş ve gelecek anlatımları, o gün Ebû Cehil ve Ebû Bekir için ne anlam ifade ediyordu ise bugün müslüman için de çoğu yerde aynı şeyi ifade etmektedir. Bu çok yönlü ilgisinden dolayı, onun içeriğinde barındırdığı hakikatlerin insanlığın başlangıcından bugüne hep var olduğunu söyleyebiliriz.
Böylece ‘zincirin son halkası’ olarak Kur’an, başlangıçtaki halkayla birleşerek insanlığın geçmişi ile geleceği arasında hem köprü olmuş hem anlam ve mesajını geleceğe taşımayı istemiştir. Hâsılı Kur’an, Cezîretü’l-Arab sınırlarına sığmayacak kadar geniş ufuklu, birkaç asırla sınırlı kalmayacak kadar uzun ömürlüdür. Bahse konu tarihsel bağlantıları sebebiyle Kur’an’ı, öncelikle nazil olduğu tarihsel koşullar göz önüne alınmak şartıyla geçmişle ve gelecekle birlikte değerlendirmek lazım.
Yüce Allah yarattığı insanlara yol göstermek maksadıyla peygamberlere vahiy gönderirken bir zaman dilimini, bir toplumu ve bir dili aracı yapmıştır. Kur’an vahyine vasat olarak da 7. yüzyıl Hicaz Arap toplumunu ve Arap dilini aracı seçmiştir. Bu tarihi, coğrafi ve kültürel vasatta Allah’ın engin bilgisi, nüzul döneminde doğrudan insanlara yönelmiş, sözlü iletişim gerçekleşmiştir. Vahyin kesilmesinden sonra sahabenin öncelikli hedeflerinden birisi indirilmiş ayetleri koruma altına almaktı. Onlar ayetleri kitap haline getirirken bir yandan da nüzul sonrası insanların vahiyle ilgisini Mushaf aracılığıyla kurmalarına zemin hazırlamıştır. Artık Kur’an vahyinin insanlıkla bağlantısı, tecessüm etmiş kitabı aracılığıyla devam edecektir. Günümüzde Kur’an’ı anlama, tefsir etme, ahkâmının değeri, uygulanması ve daha birçok meseleye ilişkin tartışmaların gelip düğümlendiği yer onun iki devirdeki durumudur.
Akışı yirmi yıldan fazla devam eden vahiy sürecinde muhataplar mütenasip bir birliktelik oluşturmaz. Mü’minler, Müslümanlar, Müşrikler, Kâfirler, Münâfıklar, Ehl-i kitâb gibi farklı dini-kültürel guruplar muhataptır. Daha net ve bütün boyutlarıyla anlaşılsın diye Kur’an’ın nüzul süreci temel ilgi, olay ve gelişmelere bağlı olarak iki tarihi kesite ayrılır: Mekke ve Medine. Bu hem doğal hem gerçekçi ayrımdır.
Kur’an’ı dikkatli bir okuma, onun muhtevasında, insan tabiatı ile Arap tabiatı; insanlığın kültürü ile Arapların örf ve kültürüne ait olanın iç içe sunulduğunu fark ettirir. Kur’an’da bu ikisi birlikte harmanlanarak özgün bir üslupla sunulur. Bazen bu sunumlar ismi geçen muhataplar üzerinden somutlaşır.
Mü’minûn suresi ilk on ayete bakalım. Burada müminlerin kurtuluşuna sebep olacak bazı ibadetler ve insan ilişkilerindeki ahlaki standartlar sıralanır. Altıncı ayette ev mâ meleket eymânuhum ifadesiyle devrin sosyal hayatında örfi uygulamalardan birisi olan cariyelik, evlilik yanında iffetli yaşamanın meşru yollarından birisi olarak kabul edilmiştir. Kur’an vahyinin başından itibaren, karşı cinsler arası ilişkinin insanın haysiyeti ve fıtratına uygun halde yaşanmasına vurgu yapılmış, zina salgınının önüne geçilmek istenmiştir. Aile, cinsiyet, cinsellik meselesiyle ilgili o devrin soruları kendine hastı. Zamanımızda bu mesele çok daha farklı yönleri ve sorunlarıyla bizi meşgul etmekte, hatta bazen çığırından çıkan adımlarla insan neslinin geleceği tehdit edilmektedir.
Tarihi kökenleri çok eskilere giden cariyelik, hatta onu da içine alan kölelik uygulaması insanlığın bugün ulaştığı zihniyetle ve sosyal yaşam anlayışı bakımından kabullenilmesi imkansızdır. Zaten kölelik, ayetlere, bir emir değil olgusal bir durum olarak konu olmuştur. Bu ayrım ayetlerde birçok konuda karşımıza çıkar.
Mekke devrinin nev-i şahsına münhasır şartlarında gerçekleşen bazı sosyal olayların benzeri her zaman tezahür edebilir. Kur’an nassının sonraki zamanlara taşınması imkanını doğuran da bu devirde tezahür etmiş olan işte bu özelliktir. Sonuçta Mekke devri, bir kere olmuş bitmiş bir olaydır; fakat vahiy-olgu, Kur’an-insan ilişkisi bağlamında, sonraki dönemlerde yaşanacaklara örnek teşkil edebilmektedir. Dolayısıyla Mekke’yi her şeyin başladığı ama bitmediği yer diye tanımlamak mümkün.
Mekke dönemi vahyi, külli bir dönüştürme ve dönüşmenin hedeflendiği ortama hitap etmiştir. İlk hedef dinin asılları yani tevhid, ahiret ve nübüvvete imanın ikamesidir. Burada insanı fıtrata döndürme, dini de fıtrat üzerine bina etme çabası dikkat çeker. Daha özelde ise görev ve sorumluluk bilinci vurgusu; kendini beğenmişlik, tekebbür ve istiğnanın kötü şey olduğu; aynı inancı paylaşanlar arasında gönül birliğinin kurulması, dayanışmanın her imkan ve fırsatta gerçekleştirilmesi; rızaya dayalı paylaşma ve tesanüt kültürünün aktif hale getirilmesi; Allah’a itaat fikri ve kültürünün ete kemiğe büründürülmesi; zalimlere karşı ölümüne direnme ve mücadele azminin harekete geçirilmesi gibi dinin asıllarının alt birimleri yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Yukarıdaki paragrafta söylediklerimizi vahyin amacının insan hayatının gayeleri ile örtüşmesi diye özetleyebiliriz. Şöyle açıklayabiliriz: İnsan, ömrü kısa olsa da uzun emeller peşinde çaba harcar, fakat emellerinin çoğuna kavuşamaz. Uzun emeller ve aşırı dünya tutkunu için ölüm, yıkım ve bitiştir. Bu dramatik sonu gördükçe, korkma duygusu onu adeta esir alır. Böyle bir zihniyetteki insan, hayatını dünyada daimi kalmaya göre düzenlemenin peşindedir. Vahiy ilk etapta bu düşünce ve amacı yıktı, dünyanın geçici ahiretin ise hem buranın devamı hem kalıcı olduğu fikrini işledi. Bu fikri benimseyenler için ‘dünya hayatı’ fikri ve yaşamın amacı değişmiştir.
Mekke döneminde vahyin çağrısına karşı gösterilen tepkiler de önemlidir. Pek çok surede Allah-insan arasındaki ilişki çeşitlerinin tabiatını izleyebiliriz. Allah’ın olaylara müdahale eden irade ve isteği ile insanın istek ve amellerinin yanıtları söz konusu ilişkinin somut halidir. Bu olayın tabii seyrinde insan, ilahi iradeye inanarak ve teslim olarak olumlu yanıt verdiğinde, Allah-insan işbirliği (ittifak ve mutabakat); inkârcı yani olumsuz tavır takındığında muhalefet ve çatışma doğmuştur. Allah-insan arasındaki ilişkinin tezahür şekli bugün de aynen cereyan etmektedir, yarın da edecektir.
Vahyin çağrısına olumsuz tepki veren ve onunla mücadele edenlere, Allah, aynı oranda tepki vermiştir. Allah’a olumlu cevap olumlu desteğe dönüşmüştür:
“İnanıp salih işler yapanlar için Rahmân, bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem 19/96)
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve mümince davranmışlardır. Onlara dünya hayatında ve ahirette müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte büyük başarı budur.” (Yûnus 10/62-64)
Bu dönemi iktidar-güç ilişkileri bağlamında değerlendirecek olursak Mekke’nin eşrafı, şehir devletinde iktidardadır ve gerçekten güçlüdür; Hz. Muhammed ve taraftarları ise muhalefette ve maddi açıdan zayıf manen güçlüdür. Sonuçta maddi güç baskın çıkmış, zayıflar Mekke’den tahliye olmuştur, ancak yurduna veda edenken bilgiye dayalı güçlü bir bilinci kuşanmışlardı. Mekke devri şunu öğretmiştir: Bilgi bilinçten, bilinç pratikten önce gelir
Sonuç olarak Kur’an, vücut bulduğu ortamla sınırlıdır; lakin orada olan ve orada kalan (olmuş bitmiş tarihsellik) değil, orada olan ve buraya gelen (tekrar eden tarihsellik) bir vahiy ürünüdür.
Sorun tam da bu noktada çıkıyor. Oradaki hali aktaran Kur’an’ın bugün için ne anlama geldiği, Kur’an’ın nasıl anlaşılacağı; Mushaftaki kelâmullâhtan bugüne neyin, nasıl alınacağı, kısaca onun bugüne neler verebileceği?... Müslümanlar, bunları ciddi düşünmeye başlayalı çok oldu.
Biz de bu soru ve sorunun peşindeyiz, fakat önce Medine devrine bir bakmamız yararlı olacaktır. Orada vahyin nasıl cereyan ettiği başka bir yazının konusudur.
Yeni yorum ekle