20. yüzyılı ‘bilgi çağı, uzay çağı' gibi adlandırmalarla anmak modaydı. 21. yüzyıl için de ‘bilişim çağı, virüs çağı’ ve benzeri adlandırma ve tasvirler yapılıyor. Ben de pek takip etmesem de bu modaya uyarak gerek geçtiğimiz gerekse içinde yaşadığımız yüzyılı ‘gerilimler çağı’ diye anmak istiyorum. ‘Gerilimler çağı’ fantastik ya da romantik, bir tanımlama değildir. Neredeyse hayatımızın bir parçası haline gelen gerilim hali, uzun süredir zihnimi meşgul ediyor, sadece meşgul etmiyor aynı zamanda da rahatsız ediyor. Bu durum bizim çevremizle sınırlı değil, yaşadığımız coğrafyada, hatta dünyanın her tarafında böyle bir durum var. “Ne zaman kurtulacağız…?” diye başlayan bütün cümlelerin asıl sebebi, gerilimlerin yarattığı ruh halini yansıtır. ‘Gerilim nedir, sebepleri ve sonuçları nelerdir, çıkış yolu nasıl bulunur?’ gibi sorular üzerine çok konuşmak gerekiyor amma bu bahsi fazla uzatmadan, dine gelelim.
Doğrusu din, gerilimli bir ortamda salimen konuşulamaz, anlaşılamaz; zaten konuşamıyoruz, anlatamıyoruz, anlaşamıyoruz da. Doğal olarak insanlar da din ile ilgili sağlıklı karar veremiyorlar. Kısacası çağımızda din, gerilim ortamına çekilmiştir; Türkiye’de de bu durum en bariz bir şekilde hissedilmektedir.
Olumsuz bir tablo çizerek üzerimizden sorumluluğu atmak istediğimi sanmayın, ama çağdaş gelişmelerin din(ler)i birçok olumsuzlukla yüzleştirdiği, insanı din ile karşı karşıya getirdiği bir hakikat. Bu durumun din hakkında söz söylemesi gerekenlerin sorumluluklarını fazlasıyla arttırdığı da bir hakikat. Dolayısıyla din, ülkemiz için söz konusu olunca özellikle İslam hakkında konuşanların daha dikkatli ve sükûnetle hareket etmeli, karşıdakine dinleme ve anlama imkânı sağlamalı; dini din olduğu için, Müslümanı Müslüman olduğu için muhatap almalı; en önemlisi de kırmadan dökmeden konuşmalıdır. Bunları şunun için söylüyorum: Gerilim ve din arasında olumsuz bir ilişki vardır; din huzuru, teskin etmeyi, sulh ve selameti öncelerken, diğeri karmaşa, kargaşa ve çıkmazdan nemalanır. Din bağlamlı gerilimlerin bir kısmına din hakkında konuşan, yazan kimseler sebep oluyor. Hâlbuki din, dünyamızın asîl bir unsurudur, onu asaletine uygun bir şekilde sunmaktan başka seçeneğimiz yoktur. Dindar kimse de inandığı şeyin asaletine yakışır tutum ve davranış biçimini sergilemeli, böylesi bir hayatı öncelemelidir. Kişisel ya da gurup çıkarları, hırslar ve hesaplar din üzerinden yürütülmemelidir. Ülkeler ve bölgeler, uluslararası güçlerin din üzerinden yürüttükleri çıkar ve hâkimiyet kavgaları ise başlı başına bir sorundur.
Şimdi din kavramı üzerinde birkaç tahlil yapalım. Din, insanın doğal yapısından kaynaklanan bağlanma ve yüceltme duygusunun zorunlu bir şekilde yaşama yansıyarak bağlanmanın imana, yüceltmenin eyleme dönüşmesidir. Bu tanımda insandan hareketle dini anlamaya çalışıyoruz. Çünkü din insanda tezahür eder, o tamamen insanî bir olgudur. Din söz konusu olunca insandan başlamak, dini onun yarattığı iddialarını akla getirebilir. Bu tür iddiaların modası çoktan geçti, bizim böyle bir imada dahi bulunmamız mümkün değildir.
İnsanın doğal yapısı, onun anne rahmine düştüğü andan itibaren ete-kemiğe bürünürken Yüce Yaratıcı’nın hâlik, sâni‘, bedi‘, fâtır sıfatlarını tecelli ettirerek onu en güzel niteliklerle donatması, bütün beşeri duygu ve kuvveleri onun bedenine yerleştirmesi ile oluşan yapısıdır. Kur’an’ın fıtrat adını verdiği işte bu yapı insanın bütün duygularının, bu arada din duygusunun da kaynağıdır. Din duygusu, yani inanma, inandığını hayata yansıtma duygusu ve isteği, her hangi bir duygu değil, duygular içinde en güçlü olanıdır. Elbette o, öbür insani duygulardan bağımsız değildir, onlarla bir bütün oluşturur. Mesela; sevgi insanın yöneldiği varlığa sımsıkı sarılması ve ona bağlanmasının en belirleyici unsurudur. Korkuyu da benzer çerçevede değerlendirmek mümkündür. İnanmada hem sevgi hem korku duygusu vardır; insan Allah’a en derin sevgiyle yönelir, ona karşı yanlış bir şey yaparım, buyruklarını çiğnerim diye de korkar. Böylece insanın kendisini yaratan Yüce Allah’a bağlanmasının ilk adımı atılmış olur. İman, insanda en güçlü manevi bağdır, bağlanmayı gerçekleştirdiği için de o olmadan insanda din tezahür etmez. Bağlanmadan sonra yüceltme başlar. Yüceltme, insanın kendisi dışında varlık veya varlıkları evrende en üst konumda görmesi ya da görmek istemesidir Buradan hareketle bağlanma ve yüceltmenin beşerin hayatında en temel etkiye sahip iki duygu olduğunu söyleyebiliriz. Yüceltme ister din ister din dışı bir şekilde tezahür etsin, sonuçta insanın kendisi dışında bir varlığı -ki bu hemcinsi de olabilir-, sığınak gibi gördüğü anlamına gelir. Dinin yaşama yansıması yüceltmenin bir sonucudur ve yüceltme çeşitli şekillerde olabilir. En belirgin şekli ibadetlerdir. İbadetlerin insan hayatına yansıması her din için farklı düzeylerde olur. Bazılarında hayatın bütününe yansırken, bazılarında kısmen, bazılarında ise çok daha düşük seviyede kalır.
Şimdi bu tanımı İslam nokta-i nazarından, Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz’in beyanlarından hareketle biraz daha genişleterek okuyalım. İnsanın doğal yapısı tabiri ile onun saf bir şekilde yaratılışını (fıtrat) kastettiğimizi yukarıda ifade ettik. Doğal yapıda bir din duygusu vardır, fakat dinin, yani inanmanın ve ona göre yaşamanın şekil ve şemailini gösteren Allah’tır. O peygamberi Hz. Muhammed aracılığı ile gönderdiği Kur’an’da dinini göstermiştir. Buna göre insanın bağlanması ve yüceltmesi gereken varlık Allah’tır; o gerçek ve tek ilahtır, o her şeyin üstündedir, yücedir, güçlüdür, kuvvetlidir, yegâne yaratıcıdır, koruyandır, bağışlayandır. Allah’ın dışında hiçbir varlık bu şekilde yüceltilmemelidir, yüceltilemez. Ancak insanlar yine de ondan başka bazı varlıkları çeşitli kategorilerde yüceltirler, onlara ilah diye taparlar. Kur’an açısından böylesi davranışlar da din olarak telakki edilebilir, ancak onların Allah katında bir değeri yoktur. İslam’a göre insanın davranışları, ibadetleri de içine alan salih amel ölçüsünde olmalıdır. Böylece iman, ibadet ve ahlakî ilkelerin oluşturduğu sistematik bütün olan din, hayatın her anında her yerinde yaşanan bir vakıa olarak karşımıza çıkar. Doğal olarak ibadetler de sadece şekilsel bir takım hareketlerle sınırlı kalmaz, hayatın her alanına yansır.
Kur’an açısından gerçek din, insan fıtratına uygun olan İslam’dır. O da Allah’ı şartsız ve ön yargısız bir anlayışla tek ilah kabul etmektir. İşte bu özel anlamıyla din (İslâm), insanlığın tarihsel dinî tecrübesidir, bütün peygamberlerin dinidir. Kur’an’a has özellikleri ile din, insanın yeryüzündeki varlığından kısa süre sonra ortaya çıkmış ve Hz. Muhammed’in tebliğinde ve onun yaşam örnekliğinde son bir kez daha ortaya konmuştur. Bu anlamıyla diyebiliriz ki din, insanın özüne dönmesi için yapılan bir çağrı ve onu hem bireysel hem de toplumsal düzlemde hayata geçirmesi girişimidir.
Dinin gayesi, insanı bu dünyada ve öte dünyada kurtuluşa ve mutluluğa kavuşturmaktır. Kendine has özellikleri, anlamları ve buyrukları ile İslam, inanç, amel, düşünce ve davranışların ahlakî harmonisi ile üstün ferdi hedefler. Bununla da yetinmez, böylesi fertlerin oluşturduğu saygın toplumun meydana gelmesini ister. Sonuçta o, bir kimlik yaratma ve aidiyet oluşturmayı da hedefler. İslam hem kaynak, hem ilan ettiği değerler ve anlamlar dünyası ile böylesi yüce bir amacı gerçekleştirmenin adıdır (Din tanımı ve tahlili için şu çalışmamıza bakılabilir: İsmail Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, Ankara 2002).
Yukarıda çizilen İslam’ın ideal görünümü, insanların yaşamında aynen ve bu ideal şekliyle tezahür edemeyebilir. Bu eksiklik dinin kendisine değil, dindara aittir ve onun hesabına yazılmalıdır. Günümüzde İslam’a yöneltilen eleştiriler, ileri sürülen çekinceler, onun asaletine gölge düşürmez. Çünkü Müslümanlar’ın tutum, düşünce ve davranışlarından kaynaklanan yanlışlar, beceriksizlikler, haksızlıklar, mutsuzluk ve umutsuzluklar, çekilen acılar İslam’a mal edilmek isteniyor. Elbette bu yanlış bir yaklaşımdır; dindarın ortaya koyduğu anlayış ve eylemler, onun bağlandığı dine mal edilemez. Bu noktada kim haklı kim haksız, hangisi doğru hangisi yanlış tartışması uzar gider. Ben sadece şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim: İslam, bütün nitelikleri ile saf ve asildir; o inanan ve inandığını yaşamak isteyen ya da yaşayan her bir insana (dindara), kendisine yakışır asaleti sergilemesini tavsiye eder. Olması gereken nihai şey budur: “Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayırlı şeyler yapın ki kurtuluşa eresiniz. Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize kaldıramayacağınız ağır bir yük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur'an'da müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. O halde namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin dostunuzdur. O, ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!” (22 Hac 77-78).