İnsanın belki de en çok öne çıkan ve kutsanan tanımı irade sahibi bir varlık olmasına hasredilmiştir. Bir seçkinlik vasfı olarak irade ise saf kullanım potansiyeli yerine sembolik değeriyle vurgulanmıştır hep. İnsan iradeyi kah kendi benlik inşasında kah kolektif bir yönelim olarak kullanmayı dener. Benlik inşasına yönelen insan yaşamda iradenin ve eşsizliğin değerini yüceltirken, kimlik ve grupla varoluşu tercih eden insan ise birlikteliği ve aidiyeti önemser. Benlik ile toplum arasındaki tüm gerilime rağmen gerçekte kültürün sunduğu dil ve anlam dünyasının dışına taşan bir seçim bulunmaz. Bir değerden başka bir değere, bir anlamdan başka bir anlama geçişin imkanı ancak verili bir dil ve gelenek dünyasında sözkonusudur. Bu durum yine de içine doğduğumuz muhitin kaderine ve ufuklarına umutsuzca sıkışıp kalmayı ifade etmez. Muhtemel farklılıkları ve bireysel varoluşları keşfetme ve seçme ihtimali daima te’dip ve terbiye edilmiş bir dil dünyası içinden konuşmayı gerektirir. Benlik arayışını ya da kimlik tasavvurunu kişisel tasarruflarla cazip hale getirmek ya da yoksullaştırmak mümkündür. Modern dünyada karizmatik kişiliğin bir yeri vardır, ancak birey olmak tarih boyunca da modernlikte de bir ‘mit’tir. Sistemin toplumu ve bireyleri terbiye etmesi karizmatik müdahale için fırsat tanır. Bir başka deyişle denetim ve kontrolün yoğunlaştığı toplumlarda insanlar bütün bir sisteme en köklü dokunuşu karizmatik bir güçle ancak yapar. Karizma sonrası oluşan rutinler ise ideolojik prangalara ya da sistemik duvarlara dönüşerek yeniden iradi özgürlük sorununu gündeme getirir. Modern birey daha sistemli ve güvenli bir topluma sığındıkça özgürlüğü askıya almakta, risk ve güvenlik kaygısını bertaraf eden bir teslimiyeti arzulamaktadır. Yalnızlaşma ve metalaşma pahasına seçtiği şey yalnızca kendi kafesidir.
Bugün gerçekte zihniyet ve davranışlarımızı, değer ve normlarımızı kodlayan aidiyet bağlamı kişisel eğilim ve tercihlere fazla müdahil olma şansı vermemektedir. Bu kendimizi hem bulduğumuz hem de kaybettiğimiz bir dünyadır. Kaybolan hem insandır hem de insani farklılıkların varolma ihtimalidir. İnsanın kendisini bir anlamla kurduğu bütün medenî farklar kaybolmuş, yeryüzü tekdüzeleştirici bir uygarlığın dünyası haline gelmiştir.
Gerçekte idealini yaşayamaz insan çoğunlukla, aslında inanması da düşünmesi de özünde kendine ait değildir. Bir başka deyişle dünya sahnesinde daha çok kolektif arzuların ve dürtülerin sürüklediği bir iradeyle yol aldığımızı söylemek abartı sayılmaz. Yaşam içindeki duruşumuz kendi ayaklarımızdan güç almaz, diğerleriyle ilişkimiz bizden önce kurulmuş ve ‘biz’i bulduğumuz bir dünyada mümkündür. Benlik tasavvuru arayıp bulduğumuz değil, devraldığımız değerler ve normlar haritasında bize ayrılmış bir yere oturmaktır daha çok. Kendimizi ve ötekini, dünyayı ve hayatı sadece numaralı kimliklerle görürüz. Hayata anlam atfetmek anlam arayan bireyin işi değildir, şıklardan birini seçme özgürlüğünüz vardır yalnızca. Hayat kendisi hakkında kafa yoramayacağınız kadar meşguliyet ve teslimiyetle yapılandırılmıştır. Atfedilen anlamlar ve kurgu ritüellerle düşülür hayatın peşine.
İnsan çoğu zaman yaşamın üstüne ya da dışına çıkarak olan biteni tasvire yeltenmez ve esasen daha çok içine doğduğu dünyanın, zamanın ve aidiyetin kalıplarında sıkışıp kalma durumunu yaşar. Bu sınırlanmışlık durumu temelde bir huzursuzluğun ya da rahatsızlığın değil aksine bireysel konforun, sosyal ilgisizliğin ve lakaytlığın bir göstergesidir. Ancak huzursuzluk ve yalnızlık, konforu tercih etmeyen bireyler için de söz konusudur. Sıradan ve rutin olanın ötesinde bir anlam ve hakikate yürüyen insanın huzursuzluğu fikir çilesinden, yalnızlığı ise kendi gücünün farkında oluşundan kaynaklanır.
Bir belirsizlik ve istikrarsızlık içinde yaşamak ‘rutin insan’ için kaygı vericidir. Ancak kaygılardan azade olma sanatı ise insanın kendini dünyadan soyutlayabilme becerisinde gizlidir. Hazır sığınaklara ve limanlara demir atarak, kendi köyünden, taşrasından, kendi tarihinden, coğrafyasından, kendi mahallesinden ve evinden çıkmayarak kendini güvende hisseder hep. Kimlik veya cemaat, tarih veya gelenek bir tür korunma veya kapanma kozasıdır. Tarihten, kimlikten ve inançtan örülmüş kozalar ise insanı kendi ayakları üstünde durmanın yorgunluğu ile üstlenmek durumunda kaldığı vicdan ve bilinç yükünden kurtarır. Birey modernliğin rutinlere bağlanmış planlı ve paylaşılmış alelade hayat tarzları ile adeta sendeletici krizlerden izole olur. Kendisinden, çevresinden ve dünyadan sorumlu olma şuuru sadece vazedilmiş mevzuatlara, angaje olunmuş kurumlara ve bürokratik efendilere itaate dönüştürülerek içi boşaltılır. Güven ve istikrar adına bütün benliğini kurumların ve bürokratik mevzuatın soğuk diline teslim eder. Rutin ritüel ve egzersizlere boğulan bir vicdan ne yakınında ne de uzağında açılan hiçbir yarayı ya da acıyı hissedecek bir duyarlılığa sahiptir.
Öte yandan bir paradoksu biteviye yaşar insan, zira dünyayı algılamak ve hayata dahil olmak için bir çevrenin diline, tarihine ve kimliğine muhtaçtır. Toplum nihayetinde insanın hem imkânı hem de zindanıdır. Varlığını ve kimliğini içinde bulduğu dünya ona bir hafıza ve gelecek umudu sunar, coğrafyasını kader ufkunu dar kılar. Vicdan zihniyetle birlikte anlamlı ilişkiler ve sevkedici duyguların da şekillendiği bir medeni tasavvurda ancak yer bulur. Lakin aidiyetin anlam, zihin ve duygu kodlarında harekete geçen merhamet, adalet ve hakkaniyet düşüncesi, abartılmış bir kimlik içinde ötekine karşı körleşebilir. Kimlikçi etnosantrik eğilim kendini evrenin merkezine ya da haritanın ortasına yerleştirir. Kimliği bütün bir hakikatin merkezine koyan anlayış, kötülüğü ve karanlığı yalnızca ötekinde ve başkasından geleceğini varsayar.
Kimlik merkezci eğilimler etnik, dini, kültürel ve siyasi çatışmaların hem sebebi hem de sonucudur. Ötekinde somutlaşan kötülük, temelini sadece kabileci-cemaatçi-sınıfçı ideolojik tecritten almaz. Sosyal ve ekonomik imtiyazlar ile fırsatların adaletsiz dağılımı huzursuzluğun, çelişkinin ve çatışmanın temelini oluşturur. Bir başka deyişle ayrımın farklardan kaynaklanan yapısı duruma göre siyasi, dini, etnik veya ekonomik adaletsizliği eksen alır.
Kavramsal şiddetin dışa yönelik olanı, aidiyetten kaynaklanan bir tehdit veya üstünlüğü mihver alırken, içe yönelik öfke dili ise paylaşımın gayri-adil yapısından beslenir. Kolektif dilin gerilim ekseninde genellikle ayrıma maruz kalma ve imtiyazı farketme yatar. İçe ve dışa yönelik her iki tepkiyi tetikleyen şey esasen bir güven krizidir. Kriz bir güç merkezinde toplanan sosyal, kültürel ve ekonomik sermayenin bir dışlama, ötekileştirme ve yoksunlaştırma stratejisiyle beslenir.
Kavramlar bu durumu hem açıklar hem de meşrulaştırır. Bu bakımdan ekonomik, siyasi, kültürel veya dini hangi bağlamda olursa olsun imtiyazların katmanlaştırdığı toplumlarda adalet ve hakkaniyet talepleri bir çatışma ve gerilim sebebidir. Ötekileştirme salt kimlik ve zihin temelli değildir, sosyo-ekonomik ve politik ayrımlarla vücut bulan bir bilinç halidir. Bu ayrımlar zihinsel, dilsel ve mekânsal düzlemde görünen yada görünmeyen bariyerlere dayalıdır. Gizli ya da âşikar ayrım mekânizmaları insanların müşterek bir vasatta buluşmasına imkân vermez. Bir kültür içinde karşılıklı anlama ve anlaşmanın en büyük engeli esasen birleştirici olan “dil”in ayrışma için araçsallaştırılmasıdır.
Anlamayı zorlaştıran şeylerden biri de kavramların geçişsizliği kadar, hegemonik teslimiyete göre dilin münhasır hale gelmesi ya da kültürün kapalı dünyasına sıkışıp kalmasıdır. Bu kapalı dilin kaynağı Gramsci’nin de işaret ettiği uzmanlaşmış organik aydınlardır. Gücü temerküz etmiş mekanizmaların ya da grupların ideolojik aygıtları olarak aydınlar dili ve kavramları ustalıkla kullanırlar. Dolayısıyla sorun sadece kimlikler ve kolektif hafıza bağlamında bir “aydın yabancılaşması” ile sınırlı değildir. Mesele kolektif bir kimliğin mahcup-mağrur ötekileşmesine araç olmak ya da galiplere sitem etmekle başlayıp bitmiyor.
Yabancılaşma kimlik ve kültür temelli bir “garpzedelik” ya da ekonomik temelli bir “yanlış bilinç” le kayıtlı değildir. Bu coğrafyada modernlik büyük bir kimlik değişimi olarak tecrübe edildiği için, aydınların en derin çatışması tarih, kültür, din ve medeniyet üzerinden gerçekleşmiştir. Kimlik ve kültür tercihleri üzerinden dil, hayat, zihniyet ve kurumlara dayalı sosyal katmanlar oluşturulmuştur. Adeta böceğe dönüşen Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi başkası olma uğruna içine düşülen bir hafıza yitimi, benliğin ve kimliğin ötekinde çözülmesi. Burada belki de en dramatik yabancılaşma bütünsel olarak bir kimlik ve medeniyetin redd-i mirasına dayanır. Yabancılaşma hafızayla ve kimlikle irtibatı koparan reddiyeci ve öykünmeci kavramlar üzerinden tezahür eder. Öykünmeci kimliğin hafızayla ve değerlerle kavgası geçmişin reddiyesiyle sınırlı kalmaz. Bu öylesine bir çarpılmadır ki, inkar edilenin yerine ötekinin bütün sembollerini koyarak gömlek değiştirir gibi medeniyet değiştireceğini vehmeder. Kenara itilmiş, ötekileşmiş ve tarih dışı kılınmış bir kimliğin “insanlıktan çıkma” halinden başka bir şey değildir bu. İnkar edilenin yerine ötekinin değerli kabul edilen özellikleri bütün şekil şemaili içinde transfer edilecek bir dünya tasavvurunu bir medeniyet değiştirmenin hayali, statü atlamak isteyen ezik bir kimliğin “insanlıktan çıkma” düzeyinde gözü karalığını temsil ediyordu.
Ancak bugün insan-sonrası çağın bir özelliği olarak “insanlıktan çıkma” küresel bir gerçeklik gibi bütün kültürleri ve hayatları içine alan daha farklı bir durum. Bugün yeryüzünde bütün kültürel ve siyasi oluşumlar gibi sıradan bireyin gündelik hayatı, bütün tercih ve kararlarına varıncaya kadar küresel hegemonyanın etkisinde şekillenmektedir Bugün öykünmenin adresi artık herhangi bir coğrafya veya medeniyet değil, daha çok bütün kültürleri ve kimlikleri bir potada eriten tüketimci küresel kapitalizmin bizatihi kendisidir. Öykünme bir takım kavramlar ve sembollerin sınırlarını aştı, bizatihi bu dünyada var olmanın hegemonik bir dili haline geldi. Öykünme, kuşaklar arası çatışma ya da zamane denilen formatların çok üzerinde bütün farklı tarih ve kimliklerin bir savrulması bugün. Öykünme artık davranışlarla veya eylemlerle sınırlı kalmaz, düşünmenin de ötesinde tasavvur ve tahayyülü bile esir alan bir kapılma.
Kültürler arasında etkileşim kaçınılmaz ancak öykünme, etkileşimin normalliğinden öte hazmedilmemiş bir kimlik ve dinmek bilmeyen bir aşağılık kompleksini içerir. Öykünme, farklı olanla yüzleşmeden kaynaklanan yaratıcı bir iradeyi ya da kuşatıcı bir sentez arzusunu içermez. Öykünme kendi özüne ve kendiliğini sağlayan geçmişine karşı bir nefret ile ait olunmak istenen dünyaya yönelik karşılıksız aşkı içeren bir irrasyonalitedir. Türk tarihi söz konusu olduğunda öykünmenin belli bir dönemle sınırlı olmadığını görürüz. Husumet ve hamaset, denk iki uç eğilim olarak zayıf bir tarih bilincinden kaynaklanır. Bir hafızadan yoksun ve geleneği olmayan hazırcı, özgüveni düşük, hayatı ve dünyayı yorumlama ve yaşama kalıplarını koruyamamış kültürler, düşük dirençleriyle hamaset ve husumet rüzgarlarını arkalarına almaya çalışırlar. Bu durumda hayatın ve ilişkilerin yapısı sert bir yönteme dayanır, buyrukçu, hiyerarşik, dışlayıcı ve empoze edici bir dil varlığın bütün zenginliğini alır götürür. Bu bağlamda Türk aydınının tarihsel ve kültürel müktesebatla bağı hep sorunlu olmuş, aidiyet ve referanslar çoğu zaman kendisi ve dünyası hakkındaki tanımlarını ya bir platonik hayranlık ya da kör bir nefret ekseninde belirlemişlerdir. Aydınların dili bu bakımdan kimliğin varoluş direncini uyandırmak yerine, vaizleri haline geldikleri ideolojileri tahkim etmeyi öncelemiştir.
Bugün artık bütün kimlikler tektipleştirici küresel bir ruhun, daha çok piyasa ruhunun gerçeklik evreninde kendine yer bulma çabası içinde. Kavramlar ve söylemler aydınların inhisarından, piyasanın anlamı buharlaştıran dinamiklerine teslim olmuştur. Yeni iletişim araçları ve ağlar tüketimci popüler kültürle birlikte yeni disiplin ve dönüştürme süreçlerine hâkim durumda. Geçmişte otoriter ideolojilerin bürokratik yapı ve kurumlarla ördüğü disiplin ve gözetimin yerini bugünün sosyal ağ toplumunda bireyler gönüllü veri kaynakları olarak üstlenmiş durumdadırlar. Yeni dijital toplum biyo-politik uygulamalarla her anı ve her köşeyi abluka altına almış durumdadır. Bugünün hegemonik kültürü popüler piyasa, küresel sermaye ve onun neoliberal düzeniyle her türlü insani takdir ve takdisi elinde toplamıştır. Yalnızca yaşam biçimleri veya hayat tarzları değil varlığa yer ve zaman tayin eden değerler de bu hız çağının anaforunda biçimleniyor. Yeni zamanların kanaat ve yaşam önderleri artık aydınlar değil daha çok meşruiyetini yeni beden ve maneviyat sosyolojisinden alan terapistler, yaşam koçları, diyetisyenler ve kişisel gelişim uzmanları gibi moral teknisyenleridir. Hakikatin vaizleri eskisi kadar cesur ve kurtarıcı vaazlar veremiyor artık. Hakikatler sendelerken vaazlar tereddüt ve teenni içeriyor daha çok.
Vaazlar bir umut ve güven aşılamaktan çok krizlerin ruhlara getirdiği yükleri azaltmayla meşgul. Üstelik kriz artık geçmişte olduğu gibi bir medeniyetin veya kültürün krizi değil, bütün bir gezegende hiç kimseyi müstağni bırakmayan küresel bir yangın. İzafileşmiş hakikatlerin yeni krizler önünde sahipsiz bıraktığı insanlar, tufandan hangi gemiyle kurtulacaklarını değil, nasıl bir cennete ulaşacaklarını hesaplıyor daha çok.
Küresel nitelikli krizler ya da krizlerin küreselleşmesi dünyanın en ücra köşesine kadar hayatı içine alıyor ve ilişkilere damgasını vuruyor. Krizin küreselleşmesi sosyal siyasal ve ekonomik araçlar dışında sosyal ağ karakteri kazanmış yeni iletişim kanallarıyla ve araçlarıyla yaygınlaşıyor. Resmi kurumlar ve işlemler bugün artık dijitalleşmiş bir e-devletin gölgesinde vücut bulurken, hayatın bütün rutinler ve seremonileriyle birlikte sanal bir dünyaya taşındığına şahit oluyoruz.
Küreselleşme yeni sosyal ağlarla yalnızca kolektif kültürler ve kimlikler üzerinde değil, aidiyet bağları gevşemiş tekil şahsiyetler ve benlikler düzeyinde etkilerini yaygınlaştırıyor. Değerlerin ve normların bağlayıcılıklarının aşındığı böyle bir zamanda kişisel benliklerin en büyük arzusu güvenli ve huzurlu bir limana sığınmak ve tutunmak oluyor. Bu krizin semptomlarından biri “yerlicilik” söylemine yapılan güçlü ve anlamlı vurgudur. Çoğu zaman nostaljik sembollere abartılı bir sahiplik, tarihsel ve kültürel sürekliliklerin aşındığı bir mecrada muhtevasını popülist siyasetin etkilediği bir yerlilik gerçekte tahakkuk etmesi beklenen değil, tahayyül edilen bir şey olarak kalıyor. Bu durumda “yerlilik” bir hamaset ve husumet sarmalında tanımını bulan reaksiyoner bir iddia haline yani “yerliciliğe” dönüşebilmektedir. Oysa “yerlilik” ısrarı farklılıkların ve özgül hafızaların istikrarı için bir umuttur. Yerlililiği tehdit eden yegane risk kendi dışındaki dünyaya üstten bakan içe kapanmacı ve ötekileştirici totaliter bir üsluba kayma potansiyelidir. Diğer bir risk ise itiraz edilen hegemonik kültürün dil ve yöntemini taklide düşme temayülüdür. Bu durumda yerliciliğe dönüşmüş bir “yerlilik” iddiası, kendi dışındaki dünyaya meydan okurken meydanda söyleyeceği sözü de tüketmek anlamına gelebilir. Bir başka deyişle otantik bir imkân olarak yerlililik organik aydının elinde bumerang etkisiyle bir yabancılaşma olgusu haline dönüşebilir.
Hegemonik kültür ve sosyolojilerde üretilen kavramlar ve teoriler ister istemez özel bir tarih ve toplumun sosyolojisini yansıtırlar. Ancak anlamayı esas alan yöntemlerle yerel bir olgunun, sorunun yanından krizin görünümleri üzerine konuşulabilir. Elbette her sosyal hadise ya da kültürel durum kendi kavramsal epistemolojik havuzunda daha iyi ve anlamlı görünür. Oysa sosyal bilimler her kültürün kendisine anlamlı ve iyi görünen durumları diğerlerinin de anlayabileceği bir vasat için makbul yöntem ve stratejileri seferber eder. Nitekim aslında dışımızda ve bizden uzakta olsa da “başkası”, kendimizi görebilmenin bir fırsatı ya da imkanıdır. Başkasının insan, tabiat ve dünyayla ilişkisini anlamak, kendimizi daha iyi anlamaya vesile olur. Mukayese, farklılıklarınızı eksiklik ya da fazlalıklarınızı görmenin etkili bir yoludur. Oysa bugün bütün “başka”ları bütün bir “benzerliğe” götüren hegemonik küreselleşme bu mukayesenin zeminini de ortadan kaldırmaktadır. Kültürel farklılıklar kaybolurken farklılığın dinamizmi yoksullaşmaktadır. Yine bugün dünyanın her yerinde insanların eşyayla ilişkisi, insani ilişkileri evire çevire nesneleştiren piyasa kurallarına göre biçim almaktadır. Öyle ki medeniyet kodlarımızda ve inanç evrenimizde “haram” olan “israf” kapitalist pazarın hakikati olan piyasa toplumunda etkisizleşen arkaik bir kavrama dönüşebilmektedir.
Modern bireyin yaşam dünyasında edindiği yeni statü ve değer, bütün kültürlere toplumlara yayılmış bir nitelik değildir. Bununla birlikte bireyin yaşam tarzları ve sosyo-kültürel ilişkiler bağlamında farklılıkların giderek azaldığı bir dünyada geleneksel değerlerin kültürel özgüllükleri koruma ve sürdürme direnci de zayıflamaktadır. Dolayısıyla birbirleriyle karıştırılabilecek farklılıklar buharlaşmakta, yüzleşme daha çok nicel göstergeler üzerinden yapılmaktadır. Yazının başında insanın irade potansiyelini benlik ve kimlik arasında süren çatışmayı veya güç mücadelesini değişim sürecindeki kültürlerin temel gerilimlerinden birisi olarak değerlendirmiştik. Nihayetinde yaşanan hızlı değişimlerden dolayı “risk, gösteri, teşhir toplumu” gibi çarpıcı tanımlarla durumumuzu anlamaya çalıştığımız bu yeni dijital evrede ise artık “yolu bulmanın ve ayakta kalmanın” ulusal sınırları aşan küresel bir imtihana tabi olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Yeni yorum ekle