Laiklik Neyin Teminatıdır?

30 Aralık 2025

Hala laiklikle sorunu olanlara yönelik basit sorgulamalar

“Laiklik, öncelikle fiziksel anlamda yaşamda kalmanın, insan olarak özgür yaşayabilmenin ve ikiyüzlü olmak zorunda kalmamanın teminatıdır.”

İnsan, çoğu kez yaşamına erken dönemlerde maruz kaldığı telkinlerin etkisiyle yön verir. Kabulleri, değerleri ve inançları büyük ölçüde bu dönemde şekillenir; hayatına, edindiği kültürün koordinatlarıyla anlam katar. Ne var ki insan —özellikle modern insan— bilgi kaynaklarının çeşitliliği ve tarihsel süreçte yükselen bilinç düzeyi sayesinde bu kabulleri sorgulama ve test etme imkânına sahiptir. Zamanla düşünce ve kabulleri değişir, yaşamına yeni rotalar çizer. Bu dönüşüm, düşünen insan için neredeyse kaçınılmaz bir kaderdir. Elbette bu değişim herkeste aynı düzeyde gerçekleşmez; bireyin kavrama yeteneği, mizacı ve içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak düşünceler sabit kalabileceği gibi, yaşam sonlanıncaya dek süren bir dönüşüm hâli de gösterebilir.

İnsan aynı zamanda inanç taşıyan bir varlıktır. Yaşamın bilinmezleri üzerine yapılan ontolojik sorgulamalar sonucunda, kimi bireyler kendilerine hazır sunulan inanç sistemlerini benimseyerek yoluna devam ederken, kimileri bireysel sorgulamalar neticesinde çok farklı tercihlerde bulunabilmektedir. Yaşama anlam verme çabası, bireyden bireye ve zamana bağlı olarak değişir; farklı duraklardan geçerek seyrini sürdürür.

Bilgiye erişimin sınırlı olduğu, herkesin neredeyse aynı şeyleri düşündüğü dönemlerde, toplumsal düzenin sağlanabilmesi için güçlü bir aidiyet duygusuna ihtiyaç duyulmuştur. Bu aidiyet, çoğu zaman belli bir inanç veya mefkûre etrafında şekillenmiş; toplumun bir arada, görece huzurlu yaşamasını mümkün kılmıştır. Bu tür yapılar daha çok ilk ve orta çağ toplumlarına, dar coğrafyalarda ve sınırlı iletişim imkânlarına sahip sosyolojilere özgüdür. Farklı düşünce ve inançların bulunmadığı bu yapılarda, mevcut inancı siyasal bir araç hâline getirmek adeta zorunlu görülmüştür. Ancak bu durum; çağın, üretim biçimlerinin, iletişim araçlarının ve insan beklentilerinin değişmediği varsayımıyla anlamlıdır.

Herakleitos’un dediği gibi, yaşam sürekli bir devinim hâlindedir. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Dün dünde kaldı; bugün yeni şeyler söylemek gerekir.” Buna rağmen, zihinlerin hâlâ aynı tarihsel, sosyolojik ve coğrafi koşullarda sabit kaldığını varsayanlar; çocukluk döneminde telkin yoluyla öğretilen “mutlak hakikat” üzerinde herkesin uzlaşabileceğine inanırlar. Bu uzlaşıyı sağlama görevini de kendilerine kutsal bir misyon olarak yüklerler. Oysa gözden kaçırılan temel gerçek şudur: İnanç, doğası gereği tekil ve sezgiseldir. Bir kişi, bir inancın ana çerçevesini kabul etse bile, o inancın ayrıntılarında ve hatta temel akaid esaslarında dahi başkalarıyla aynı düşünemez. Nitekim aynı din içerisinde farklı mezheplerin, meşreplerin ve tarikatların ortaya çıkışı bu durumun kaçınılmaz sonucudur. Gerçekte insanlar, mensup olduklarını düşündükleri dinin belirli bir yorumunu benimserler.

Bu noktada, inanç alanında mümkün olmayan mutlak uzlaşı yerine; herkesin kabul edebileceği, daha çok yaşamın reel yönüne temas eden ortak ilkelere dayalı bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç doğar. Bu sözleşmenin kaynağı da metafizik değil, rasyonel ilkelerdir. Yaşama hakkı, özgürlük, hukuk önünde eşitlik, adalet gibi evrensel insan hakları bu zemini oluşturur.

Metafizik ve öznel değer alanları üzerinden bir yönetim biçimi inşa etmeye çalışmak, insan doğasıyla örtüşmeyen ve samimiyetten uzak bir tercihtir. Bu tür girişimler, kaçınılmaz olarak bireysel ve toplumsal krizleri beraberinde getirir. Öznel değerler üzerinden barışık bir dünya tasarlamak, iyi niyetli olsa bile, pratikte gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. İşte bu nedenle, tüm toplumsal kesimleri eşit kabul eden, akla dayalı ve gerektiğinde değiştirilebilir ilkelere sahip bir yönetim biçimi zorunludur: Bunun adı, Demokratik, laik hukuk devletidir.

Bu, mevcut sistemlerin nihai ve kusursuz olduğu anlamına gelmez. Aksine, insan bilincinin gelişimine paralel olarak yönetsel sistemlerin de sürekli gözden geçirilmesi ve geliştirilmesi gerekir.

Muhammed Hamidullah’ın dikkat çekici bir tespiti vardır: Şeriat hükümlerinin yaklaşık %75’i, ulemanın yorumlarından ibarettir. Buradan şu soru doğar: Hangi yorum, neye göre ve neden toplumsal hayatın merkezine alınmalıdır? Bu yorumlar üzerinden kalıcı bir uzlaşı ve toplumsal barış üretmek mümkün müdür?

Dini esaslara dayalı bir devlet tasavvuru ele alındığında, cevaplanması güç sorularla karşılaşılır. Hangi teolojik yorum esas alınacaktır? Şii ve Sünni hukuk anlayışları nasıl uzlaştırılacaktır? Sünnilik esas alınsa bile, hangi mezhebin hükümleri kamusal hukuku belirleyecektir? Dahası, bu hukuku benimsemeyen inananların ve inanmayanların durumu ne olacaktır? Zorla dayatılan bir inanç ya da hukuk düzeni, insan onuru ile bağdaşır mı?

Tarih bu sorulara olumlu cevaplar üretilemediğini defalarca göstermiştir. Böyle baskıcı sistemler iki tür insan üretir: İnancını açıkça ifade ettiği için zulme uğrayanlar ve zulüm görmemek adına inanıyormuş gibi yapmak zorunda kalanlar. Bu da ikiyüzlülüğü sistematik hâle getiren; kişiliksiz yığınlara dönüşen bir toplumsal yapı doğurur. 

İran ve Afganistan örnekleri, bu durumun güncel ve acı verici kanıtlarıdır. Ortak yaşam alanında insanların, öznel inançlar üzerinden değil; ölçülebilir, herkesin yaşamını doğrudan ilgilendiren ilkelere dayalı olarak uzlaşması gerekir. Laiklik, tam da bu hayati ihtiyacın adıdır.

Sonuç olarak, demokratik hukuk devleti içinde geliştirilen laik ilkelerin değeri iyi anlaşılmalıdır. Laiklik, belli bir ideolojiyi veya yaşam tarzını dayatmak değil; herkesin inancını özgürce yaşayabileceği bir ortak alanı güvence altına almaktır. Geçmişte yaşanan bazı yanlış uygulamalar üzerinden bu temel ilkeye mesafeli durmak, akıl ve iyi niyetle bağdaşmaz.

İnsan doğasıyla uyumlu, özgürlüğü esas alan, evrensel ilkeler ışığında belirlenen yasalar üzerinde inşa edilen hukuk devleti dışında (otokratik ve teokratik) bir yönetim biçimi aramak, tarihte de olduğu gibi sonu gelemeyen iç çatışmalara neden olacak, en iyimser tabirle sindirilmiş bir toplum olarak tarihin ara koridorlarında bir nesne muamelesi görüp ömrünü tamamlayacaktır. Çünkü özgürlük ve hukuki güvencenin olmadığı, baskının hakim olduğu toplum yerinde saymaktan öte çürümüşlüğe mahkum olur.   

Ülkemiz, İslam toplumları için örnek olabilecek bir tarihsel birikime ve deneyime sahiptir. Daha güzel yarınlar için yapılması gereken; yaşanan sorunlardan ders çıkararak, akıl ve bilimin rehberliğinde ortak yaşamı güçlendirecek ilkeleri birlikte geliştirmektir. Aksi hâlde, nelerin yaşanacağını kutsal adına iş yaptıklarını zanneden düşünme yoksunu yaratıkların katliamları bizlere bu gerçeği acı vererek hatırlatmaktadır. Esen kalınız. 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.