Rivayete göre Çinlilerin bir bedduası varmış: kızdıkları birine “ilginç zamanlarda yaşayasın” derlermiş. Kimin bedduasını aldık bilmem; ama ülke olarak da, millet olarak da, hattâ bireyler olarak da ilginç zamanlardan geçiyoruz. Alnı secdeye değiyor diye dost bildiklerimizin ihanetine uğruyoruz, ülkeyi korusunlar diye eline silah verdiklerimiz tankları ve topları üstümüze sürüyor; sivil toplum hareketi diye bildiklerimiz azılı bir terör örgütü çıkıyor, dün yüzümüze gülenler bugün arkamızdan dolap çeviriyor, dün iltifat edenlerin bugün hakaretine maruz kalıyoruz; kendilerine makam-mevki verdiklerimizin kirli hesaplar içinde olduklarını, koltuk ve iktidar uğruna her türlü ahlâksızlık ve çirkefliği göze alabildiklerine şahit oluyoruz... Böyle ihanetleri, çirkeflik ve çirkinlikleri gördükçe de eskilerin tabiriyle “bir yaşımıza daha giriyoruz,” meğer Müslüman kılığı altında ne hainler, ne ahlâksızlar, ne alçaklar, ne kifayetsiz muhterisler, ne seviyesi düşükler varmış. Rahmetli Necip Fazıl Üstadın “sana alçak bile diyemem, sen ancak çukur olabilirsin” sözünü haklı çıkarır insan tipolojileri ile karşılaşmak, çok manidar, çok üzücü, çok öğretici…
Şimdi bir FETÖ/PDY furyasıdır gidiyor ya; devletin ve milletin bu karanlık yapıya öfkesi tavan yapmış durumda ya; bütün kötülüklerin altında bunların yattığına dair kuvvetli bir inanç var ya; bu durumdan istifade ederek kendini aklamak isteyen uyanıklar, soytarılar, çirkefler ve kifayetsiz muhterisler var. Bunlara dikkat etmek, bunların FETÖ üzerinden kendilerini aklamalarına müsaade etmemek lâzım.
Bunlardan bir kısmı, TSK içindeki laikçi, ultra-Kemalist darbeciler. Televizyon kanallarında, gazetelerde, sosyal medyada, velhasıl ulaşabildikleri her yerde “biz demiştik; bütün bu darbe teşebbüsü vs. tamamen FETÖ’nün işi, yoksa bizler çok masumuz, askeri yıpratmayalım” modundalar. Peki o zaman sormak gerekmez mi? 27 Mayıs 1960 darbesini FETÖ mü yapmıştı, afedersiniz? Mümkün değil? Neden? Çünkü o zaman Fethullah Gülen (FG) daha kimsenin tanımadığı sıradan bir vaizdi, belki daha vaizliğe bile başlamamıştı. Oysa TSK, belki sadece Genelkurmay Başkanı hariç, emir-komuta zinciri içinde darbe yapmış, Meclisi feshetmiş, partileri kapatmış, uyduruk gerekçeler ve talimata uygun yargılamalarla seçilmiş Başbakanı ve iki bakan arkadaşını asmıştı. Milletin 15 Temmuz gecesi tankların üzerine yürürken duyduğu hınç ve öfke, biraz da Menderes’i cuntacılara o zaman yedirmiş olmaktan duyduğu eziklik ve mahcubiyet duygusunu üzerinden atma çabasıydı, kimbilir…
Peki 12 Mart 1971 muhtırasını kim yapmıştı, afedersiniz? FETÖ mü? Hayır. O zaman ne FETÖ vardı, ne FG’nin etrafında bunca kalabalık, ne finansal ağlar, ne orduya sızdırılmış elemanlar. 1971 muhtırasını yapanlar Atatürkçü, Kemalist, batıcı, laikçi, millete tepeden bakan subaylardı; ordu içinde darbeye hazırlanan bir sol cuntayı ekarte eden bir sağ cunta.
Peki 12 Eylül 1980 darbesini kim yaptı, afedersiniz? FETÖ mü? Hayır. O zaman malûm cemaat biraz taraftar toplamıştı, palazlanmaya başlamıştı belki; ama henüz ordu içinde darbeye kalkışacak kadar adamları yoktu, soruları çalıp kendi adamlarını askeri okullara sistematik olarak yerleştirmeye henüz başlamamışlardı, yurtdışında okulları yoktu, elebaşıları Pensilvanya’ya yerleşmemişti. 1980 darbesini Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğinde, “darbenin şartlarının olgunlaşmasını bekledikten” sonra, emir-komuta zinciri içinde, TSK’nın ta kendisi yapmıştı. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyenler, yaşı tutmayan gençlerin yaşını büyütüp darağacına gönderenler, binlerce insanı askeri hapishanelerde işkenceden geçirenler, canını kurtarıp işkenceden sağ çıkabilen Güneydoğulu gençleri PKK’nın insan kaynağı olmaya zorlayanlar, böylece PKK’yı palazlandıranlar da TSK’nın emir-komuta zinciri içinde hareket eden subaylarıydı…
Peki 28 Şubat 1997’de MGK üzerinden sivil yönetime baskı yapıp rahmetli Erbakan’ı Başbakanlıktan istifaya zorlayan, dindar-mütedeyyin insanlara kan kusturan, her türlü hukuksuzluk ve ayrımcılığa reva gören, sivil yöneticileri, hakim-savcıları Genelkurmaya toplayıp sivil hükümet aleyhine birifingler veren, sermayeyi renklere ayırıp hangi şirketlerden alış-veriş yapılmaması gerektiğini söyleyenler kimlerdi, afedersiniz? FETÖ’cüler mi? Maalesef. Her ne kadar bir uyanıklık edip, Erbakan’a karşı Generallerin safında yer almak suretiyle, devletin hışmına uğramaktan kendilerini kurtarmış idiyseler de, 28 Şubat Süreci denen o meş’um, karanlık, karabasan sürecinin mimarları, Çevik Bir organizatörlüğünde, emir-komuta zinciri içinde hareket eden TSK mensubu subaylardı.
Son olarak Abdullah Gül eşi başörtülü olduğu için Cumhurbaşkanı olamasın diye “sözde değil, özde laik” söylemi üzerinden sivil yönetime baskı yapan, 27 Nisan 2007 bildirisini Genelkurmay’ın web sitesinde yayımlayan, 367 hokkabazı sivil işbirlikçileriyle birlikte yeni bir postmodern darbeye girişmek isteyenler kimlerdi? FETÖ’cüler mi? Hayır. O zaman onlar daha FETÖ’ye dönüşmemişlerdi. Zamanın hükümetiyle, üst düzey yöneticileriyle araları gayet iyiydi, önlerine devlet kapıları açılıyor, yurtdışında ağlarını genişletmelerine devlet eliyle yardım ediliyordu. O halde 27 Nisan bildirisini yayımlayanlar ve yeni bir postmodern darbe peşinde koşanlar TSK içindeki laikçi, Batıcı, Kemalist subaylardı.
Bugün FETÖ belası bütün gündemi işgal ettiği için o konunun gündemden düşmesi üzücü; ama 2003’te atlattığımız darbeler, Özden Örnek Darbe Günlükleri’nde deşifre edilen, FETÖ’nün uydurduğu sahte deliller yüzünden âdetâ akladığımız, tatbikat hazırlığı adı altında darbe seminerleri düzenleyenler, “İstanbul’un üzerine çökme” planları yapanlar kimlerdi, afedersiniz? Yine gayet Atatürkçü, gayet Kemalist, gayet Batıcı, gayet laikçi TSK mensubu subaylar…
Kısaca dostlar, FETÖ diye bir bela henüz ortalarda yokken 5 defa klasik ya da postmodern darbe yapmış bir ordudan söz ediyoruz. Şimdi 15 Temmuz meş’um FETÖ’cü darbe girişiminden dolayı TSK’yı aklar-paklar, temize çıkarırsak, bu vesileyle TSK’yı darbeci yetiştiren mümbit bir ocak olmaktan çıkarmazsak, hiç kuşkunuz olmasın, gelecekte gayet Batıcı, laikçi ve Kemalist yeni darbe girişimleri ile karşılaşmamız muhtemeldir. Bu anlamda bazılarının “TSK’nın yapısını bozmayın” feryadına hiç aldırmadan, TSK’nın yapısını tepeden tırnağa yeniden yapılandırmak bir zorunluluktur, Sayın Erdoğan ve hükümetin bu yöndeki çabaları takdire değerdir. Genelkurmay Başkanlığı’nı Cumhurbaşkanlığı’na, Kuvvet Komutanlıklarını Savunma Bakanlığı’na bağlamanın isabeti belki tartışılabilir; ama TSK’nın yapısının tepeden tırnağa gözden geçirilip, orduyu bir daha asla darbe hayali kurmayan, darbeye teşebbüsü aklından bile geçirmeyen bir ocak haline getirmek gerekir. Benim reform önerim şudur: Kuvvet Komutanlıklarıyla birlikte Genelkurmay Başkanlığının da Savunma Bakanlığına bağlanması, askeri yargının lağvedilmesi, MGK’nın (geçmişte yaptığı üzere, hükümete direktif veren bir) anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, TSK İç Hizmet Kanunu’nun yeniden yazılması, harp okullarının müfredatının baştan sona gözden geçirilmesi ve (piyasadaki rakipleriyle aynı işi yaptığı halde vergi ödemeyen, ayrıcalıklı bir kurum olan) OYAK’ın özelleştirilmesi.
Sözünü etmek istediğim, FETÖ’cüler üzerinden kendini aklamak isteyenler sadece TSK’lı Kemalist subaylar değildir; siviller arasında da envai çeşit örnek gösterilebilir. Vaktiyle FETÖ’cülerin toplantı veya etkinliklerine hepimizden önce koşan bazıları, veya vaktiyle FETÖ ile hiç alakası olmayan alengirli işlerinden dolayı soruşturma geçirmiş, ceza almış birileri de bugünkü anti-FETÖ atmosferden yararlanarak kendilerini aklama çabası içine girmişlerdir. İsimlerini vermeyeceğim, derdim kişilerle ağız dalaşına girmek, polemik yapmak, kavga etmek, veya aynı seviyeye inerek ego tatmin etmek değil. Ama birilerinin hiçbir ahlâki ilke tanımadan yaptığı hakaretleri duymazdan gelmek, cevap vermemek de, durumun içyüzünü bilmeyen garipleri “acaba aslı olabilir mi” diye düşündürtebilir, o nedenle kısaca birkaçına değineceğim.
Vaktiyle üst yöneticisi olduğumuz kurumda, devlet memuru olduğunu unutup, Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza, Bakanlara, hükümete “soyguncular, vurguncular, hırsızlar, cennet pazarlayıcıları, geldiğiniz gibi gideceksiniz,…” gibi envai çeşit hakaretler edip tehditler savuran biri hakkında, bu tür hakaretlerinden dolayı disiplin soruşturması yaptırmış, mevzuat gereği dosyasını YÖK Disiplin Kurulu’na göndermiştik. Ceza alması muhtemeldi ki, sürecin sona ermesine yakın ani bir kararla kendi isteğiyle emekliliğini isteyip kurumdan ayrıldı. Bu işler olduğunda ne FETÖ vardı, ne Paralel Yapı vardı, ne de 17-25 Aralık vardı. Aradan 3 yıl geçtikten sonra, ilgili zat, bugün ortaya çıkmış, bazı sözümona gazeteleri ve gazetecileri de yedeğine alıp, ne dese beğenirsiniz? Efendim kendisi FETÖ’cülere karşıymış da, onların musluğunu kesmişmiş de, rektör de onların güdümündeymiş de, hattâ uşağıymış da, ondan cezalandırılmış da… Üniversitenin hukuk müşavirliğinde de, YÖK Disiplin Kurulu kayıtlarında da ilgili bilgiler ve belgeler mevcut; ama büyük bir yüzsüzlükle tarihi geriye doğru konuşturarak, gerçekleri çarpıtarak kendini aklama çabasına bakar mısınız?
Aynı görevdeyken bir yakını için torpil isteyen bir kodaman, talebini reddettiğimiz için bize tuttuğu kini nasıl izhar etti biliyor musunuz? Görevden ayrılırken gazetesine “Paralelle Geldi, Paralelle Gitti” yazdırarak! Bir başka kifayetsiz muhteris de yazdığı, hiç de dişe dokunur bir tarafı olmayan kitaptan üniversiteye çok sayıda almamız yönündeki talebini reddettik diye, tetikçi gibi kullandığı köşesinde “ben de masasında paralelin gazetesini görmüştüm” diye yazdı, utanmadan. Yine çok yakınımız, dostumuz sandığımız ve elinden tutup iyilik ettiğimiz birileri, aynen Paralel Yapının Erdoğan’a yaptığının aynısını bize yapmış, vaktiyle verdiği sözlerin hepsini unutarak, nöbet değişimine yakın “Paralelcilerle mücadele etmiyor” diye ortaya çıkmıştı…
Velhasıl dostlar, bu PDY ya da FETÖ belası bazılarımızı töhmet altında bırakır, akla hayale gelmedik haksızlıklara maruz bırakır, nihayet 15 Temmuz’daki darbe girişimiyle millet olarak bizi bölünmenin eşiğine getirirken, bazı kifayetsiz muhterislere de rakiplerinin ayağını kaydırma, karalama, bel altına vurma, yalan-dolan ve iftira ile kariyer yapma, bazılarını da asıl suçlarını örtbas edip kendilerini aklama fırsatları sunuyor…
Devletimizi yönetenleri, adalet mekanizmasının başında olanları ve ilgili herkesi buradan naçizane uyarmak istiyorum: FETÖ/PDY ile mücadele edelim, amenna, buna bir diyeceğimiz olamaz. Ama lütfen FETÖ/PDY üzerinden kariyer yapmak veya kendi günahlarını FETÖ üzerinden aklamak isteyenlere karşı uyanık olalım, masum insanların hayatını bunlar yüzünden karartmayalım. Bizden istenen intikam değil, adalettir, unutmayalım.
Konya’dayız, Mevlâna diyarındayız, (gerekirse yasal haklarımız saklı kalmak üzere,) böyle durumlar için Hazreti Pîr’in, Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin “cuk diye oturan” bir sözüyle bitirelim:
Suskunluğum asaletimdendir,
Her lafa verecek bir cevabım vardır;
Lâkin bir lafa bakarım lâf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye!
“Allah var keder yok” demiş atalarımız: bu memleket ne Sadettin Köpekler, ne Brütüsler, ne hainler, ne ikiyüzlü münafıklar gördü. Evvel Allah, bu badireyi de atlatacağız, imtihanımız Kıyamete kadar devam edecek. Allah uyarıyor: “Sizden öncekilerin başına gelen sizin de başınıza gelmeden, hemencecik Cennete girivereceğinizi mi sandınız?” O halde başımıza gelenler hiç de şaşırtıcı değil, imtihanımızın bir parçası. Öyleyse, yine Kur’an-ı Kerim’de dendiği gibi, “bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.” Mahkeme-i Kübra bir gün elbet kurulacak ve o gün, popüler pop şarkısının repliğindeki o enfes deyişle, bazılarınıza “kırmızı çok yakışacak!”