Pervane olmak
Tasavvuf edebiyatının sembollerinden birisi pervane (kelebek) dir. İslam edebiyatlarının ortak metinlerinden olan şem u pervane (Mum ve kelebek) hikâyesini bilenler hemen hatırlayacaktır; pervane, tıpkı bülbül gibi, aşığı temsil eder. Sadece bülbülü mü? Hayır, Mecnûn ve Ferhat gibi âşıkları da hatırlatır. Fakat pervanenin bunlardan bir farkı vardır; sevgilisinin (mum) uğruna hayatını feda eder. Hani diyor ya bir âşık:
“Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz”
Aşk pazarında yegâne geçer akçe candır… Orada can alınır, can verilir. Bunun en güzel anlatıldığı eserler, şem u pervane mesnevileridir. Nitekim pervane, aşk pazarına çıkmıştır. O ışığa, ateşe, nura âşıktır. Gecenin karanlığını adeta bir kılıç gibi kesen mumun ışığına meftun olur; sevgilisinin etrafında durmaksızın tavaf eder. Döner, döner… Döne döne yakınlaşır, döne döne çıkar, döne döne kanatlanır. Nihayet bu dönüşler onu vuslata ulaştırır. Fakat bu vuslat, Ferhad’ın Şirin’e kavuşması gibi değildir. Zira pervanenin sevgilisi sonuçta ateştir ve ateş yakar! Evet, ateş yakar, ama İbrahim olana ateş ne yapsın? O, seni beni yakar. Hattı zatında pervane, meseleyi yanmak ve yok olmak olarak da algılamaz. O gerçek anlamda bir vuslattır; kanat çırpa çırpa sevgilinin semtine ulaşmış ve ateşte kaybolmuştur.
Aşk, sevgilide kaybolmaktır… Beni ve seni, o’ya tebdil etmektir. O var; gerisi ise, ona ulaşmak için dönüp duran pervanedir. Bu varlık anlayışı, dervişin zikrinde kelime-i tevhidden nihayet Hû esmasına seyri gibidir. Allah’tan başka ilah yoktur… Ancak Allah vardır! Allah, Allah, derken, elifin ve lamın sıkletinden azade sadece Hû diyebilmek; varlığın yegâne sahibi olana dönüp, onda bir olmaktır. Pervanenin temsil ettiği aşık karakteri, bize tam da bu manayı fısıldar. Mum her an yanmaktadır; ayan beyandır, lakin baş gözünden başka bir gözle bakmayı, her şeyde onu görmeyi, en önemlisi insanın kendinde onu görmesi, bulması… Bir uzun kıssa vesselam! Ne var ki, pervane olmak öyle kolay değildir. Çünkü pervane olmak, İbrahimî duyuş ve bakışa sahip olmaktır. Bunun için, “illallah” kısmından evvelki cümleyi bizzat yaşamak, tecrübe etmek iktiza eder. Bunun için evvela, putları teker teker kıracak şecaat ve mertlik lazımdır. Sonra teker teker sözde ilah gibi görünen, ayın, güneşin ve yıldızların bir sahibinin olduğu ayrımına varmak lazımdır.
Pervane, o kısacık ömründe, İbrahimî bakışa ermiştir. Bunu için büyük bir iştiyakla kendini ateşe atmıştır. Aşkı uğruna canını feda etmeyi bilen, darağacını bile bile davasından vazgeçmeyen ve nihayetinde beden kafesinden arınan zevatı merhumeyi bendeniz hep bu pervaneye benzetirim. Onlar gerçekten de birer pervanedir; ulaştıkları zevki dile getirmekten ve bu uğurda can vermekten imtina etmezler. Bu yüzden de onlara, aşk şehidi (şehid-i ışk) deriz. Pervane aşk şehididir; Hallac-ı Mansûr ve diğerleri de… Yalnız şu var ki, pervanenin halini zahiri akılla ve normal bir mantıkla anlamak muhaldir. Bu yüzden de bunları divâne olarak nitelendiririz. Divane, akılsız… Mecnun. İdraki sakit. Sıra dışı, muhalif. Her ne dersek diyelim, zahiri akılla onu anlamaya çalışmamız, karakterize etmek ve sınıflamaktan öteye geçmez.
Hallac gibi pervaneleri, dini terminolojiden de yararlanarak fukaha zındık ve mülhit olarak karakterize etmiş ve onları diğer bireylerden ayırmıştır. Bu bir tasnif etme çabasıdır… Zira tasnif edemezseniz, ötekinden farkını ortaya koyamazsınız ve dolayısıyla da yargılayıp müeyyide uygulayamazsınız. Fakih, sosyal düzeni asgari akıl düzeyinde sağlamaya memurdur; neden böyle bir tasnife tabi tutarak aşığı ötekileştirdi diye sorgulamanın anlamı yoktur. Hem, pervanenin nazarıyla bakacak olur isek, bu da bir tecelli değil midir? Dolayısıyla, Hak celalini müftü, kadı yahut hâkim ve savcı diye isimlendirilecek olan fukaha eliyle tecelli ettirecektir. Mesele şudur ki: Fakihin nazarında pervane sıra dışıdır… Zındıktır, mülhittir.
Burada belki şu sorulabilir: İlla ki, pervane her zaman zındık ve mülhit midir? Çoğu kere, evet öyle görülür; zira mevcut aklın ötesine çıkmıştır. İbrahimî duruş, aklın ötesine çıkıştır… Buradaki akıl, o an içinde toplumsal kabul ve algılardır. Onunla aynı tecrübeye sahip olamayanlar, bırakalım sözünü, halini ve davranışını algılamaktan zorlandılar. Bunun içinde mecnun yahut zındık gibi kavramlarla onu ötekileştirdiler. Bu bakımdan, aşkın elbette kendi içinde bir aklının olduğu aşikârdır. Ve bu akıl, bir üst akıldır. Öyle hemencecik kendini ele veremez. Şairin, “mantığım mantığın ötesinde” dediği gibi, aşığın aklı maveradan nazar eder. Bu yüzden de sırf Leyla için çöle düşen ve zamanla adını unutturup Mecnûn olarak adeta efsaneleşen Kaysı anlamakta zorlanırız. Şirin için olmayacak bir şeyi oldurmak amacıyla dağı adeta hallaç pamuğu gibi yarıp su getiren Ferhad’ı da hemencecik anlayamayız. Anlamadığımız içinde onlar, divane yahut zındıktır.
Bu anlamda Osmanlı’nın zındık ve mülhitleri çoktur… Fakat bu zındık ve mülhitlerin hepsi birer pervane değildir. Şunu demek istiyorum: Kelimenin tam anlamıyla zındık ve mülhitler vardır; ibahiyeciler, inkârcılar, maddeciler… Bunlar ayrı bir konu. Lakin varlık meselesi ve aşk mevzuunda vasat aklın ötesine sıçrayan pervaneleri de çoktur. Belki bunlardan birisi ve en dikkat çekeni, genç yaşta şeyh olarak nitelendirildiği için Oğlan Şeyh olarak da maruf İsmail Maşukî’dir. Tıpkı Hallac gibi, örtmesi gereken manayı açığa vurmuş, sırrı fâşetmiş; sonuçta zındık olarak muaheze edilip idam edilmiştir… Onun mumu darağacı. Daha sonra aynı irfan pınarından aşk şarabı içen Bosna-Hersekli, Orlaviçli Hamza Balî de tıpkı Oğlan Şeyh gibi, şeriatın hükmüne teslim olmuştur.
Hamza Bali’ye Selam
Hamza Balî’yi evvelden “öylesine” biliyordum… Bayrami Melamiliği içinde farklı kişiliğiyle temayüz eden ve bu sebeple de idam edilen sofilerden birsiydi. Lalizâde ve Müstakimzâde gibi, melamet yolunun müverrihleri Hamza Balî’ye diğer Melami üstatlarından fazla yer vermezler. Modern dönemde bu konuda belki de ilk değerlendirmeleri yapan müelliflerden biri olan Mehmet Ali Ayni, Hacı Bayram-ı Veli kitabında kaynaklardan hareketle bir “aşkın derviş” olarak Hamza Balî’yi bize aktarır. Bu kaynaklardan yararlanarak eserini yazan Abdülbaki Gölpınarlı’da farklı bir Hamza Balî portesi okursunuz. Bu okumada yolun, artık onunla Hamzevilik diye anılır olduğunu fark edersiniz.
Şu var ki; bu fark ediş, daha sonra Hamza Balî’ye olan ilgimi artırmıştır. Kimdir bu aykırı insan? Bilahare dönemin sufi şairlerine, bilhassa Niyazi-i Mısrî’ye baktığınızda kelimenin tam anlamıyla bir “rafizi” derviş gurubu olarak Hamzevilik adında bir akıma tanık olursunuz. Rafizi dedim, siz ister heretik deyin, ister zındık ve mülhit… Daha sonra Mevlana Müzesi Arşiv’inde çalışırken Gölpınarlı’nın notları ve derlediği evrak içerisinde Saray Bosna Kadısı’ndan ve diğer bazı ulema ve sofilerden payitahta ulaştırılan istihbarat niteliğindeki mektupları okuduğumda, doğrusu üzerinde durulması gereken bir cemiyetle karşı karşıya olduğumu görmüştüm. İstanbul’a gönderilen ve Sabatay Sevi hareketini hatırlatan mektuplar, Hamzevileri gündüz Müslüman gece Yahudi olan bir zümre olarak nitelendirmekteydi. Doğrusu bu gizli dinlilik ithamı, hayli dikkat çekiciydi. O gün defterime bu mektuplara ilişkin neler yazdım, doğrusu şimdi hatırlamıyorum. Belli ki, konu merakımı celbetmişti.
Şimdi hatırladığım kadarıyla, o mektuplardan birisinde, bu zümre mensuplarının sureta Müslüman gözüktüğü kaydedilmekteydi. Gündüz camide cemaatle olan bu zümre, gece evlerinin bodrumlarında havraya veyahut Bogomil mabetlerine çevirdikleri mekânlarda ibadetlerini devam ettirmekteydiler… Bu mektuplar ne kadar sahihti? Acaba kıskançlık mı bu türden ithamlara sebep olmuştu? Doğrusu, o dönemde bu soruların izini sürecek zamanım yoktu; şimdi de öyle. Çünkü temayüz eden manevi şahsiyetlerin dostları çok olduğu gibi, düşmanları da kavidir. Niyazî-i Mısrî’den biliyorum… Kütahyalı Gaybî’den biliyorum. Bu kâmillerin sohbetine gelen nadan, orada anlatılan dile vakıf olmadığı için, dışarıda söylenmeyeni söyletmişlerdir. Denilmeyeni dedirtmek, görülmeyeni gördürmek avamın temel özelliğidir. Lakin yine de bu meseleye ihtiyatla bakmak iktiza ediyor.
Şeyh Hüsameddin Ankaravî’nin manevi terbiyesinden geçen Orlaviçli Hamza Balî’nin gizli dinli olduğunu ileri sürmek bühtan olsa gerektir. Belki, daha sonraki dönemlerde bu hareketin gelişmesine paralel olarak, Bosna-Hersek havalisindeki bir kısım nadanın kendisini sureta Hamza Balî’nin müntesibi gösterme cehdinde olması da mümkündür. Âdem Handziç’in yayınladığı dokümanlardan anladığımız kadarıyla, Hamza Balî her şeyden önce 7000 akçelik tımardan feragat eden bir kâmil insandır… O, tımar sahibi bir sipahidir ve hiç çekinmeden bu hakkından feragat etmiştir. Maddi bir meblağı terk edebilmek, kolay bir hadise değildir. Dolayısıyla dönemindeki zevat, bu hale anlam verememiş ve bunun mahiyetini farklı açılardan izah etme yoluna gitmiş olabilir. Nasıl oluyor da tımardan vazgeçiyor, demiş olabilirler. Eğer vazgeçiyorsa, bunun daha başka sebepleri olmalıdır... Oluşturulmuş akıl, böyle düşünecektir. Nitekim bu feragatten sonra bir zaviye bina edip orada hizmet etmesi de dikkat çeker. Bidayette sultana ulaştırılan bilgiler makuldür ve buna binaen zaviye için bağ ve bahçe gibi akar getiren emlak vakfedilmiştir. Ancak zamanla durum değişmiş olmalıdır.
Konuyla ilgili pek çok çalışma yapılmış olsa da, özellikle geçtiğimiz yıllarda Ahmet Yaşar Ocak’ın yayımladığı Zındıklar ve Mülhitler kitabı, Hamza Balî meselesine yeniden dikkat çekmesi bakımından burada anılmalıdır. Bu önemli çalışmada konu, daha çok edebi metinlerden hareketle, melâmet anlayışının vahdet ve insan-ı kâmil anlayışı açısından tahlil edilmiştir. Elbette burada bir zihniyet analizi iktiza eder; değerli hocamız da bunu yetkin bir şekilde ifa ediyor. Lakin asıl yapılması gereken, arşiv kaynaklarından hareketle meselenin siyasi, iktisadi ve bölgesel faktörler açısından ele alınmasıdır. Bunu biz yapacak değiliz; mesele tarihçilerin dikkatine sunulmuştur… Bunu özellikle söylememin sebebi, hem “gizli dinlilik” meselesini ele alan mektupların, hem de Muhammet Tayyib Okiç, Adnan Handziç’in ve Muhammed Hadzijahiç’in işaret ettiği belgelerin devamını ortaya koyacak bir çalışmaya olan ihtiyaca işaret etmektir. Nitekim bazı belgelerden Hamzavilerin adeta paralel bir devlet kurdukları yolundaki ifadeler, bu alanda çalışmalar yapacak olanları teşvik edecek bir niteliğe sahiptir.
Bayrami Melamliği, Oğlan Şeyh’in şahadetiyle sırlanmıştır… Her sırlı yol da, dışarıda kalanın ilgisini çeker. Bu ilgi, bazen o sırra vakıf olmak, böylece ehl-i dil ve ehl-i zeban olmak şeklinde tecelli ettiği gibi, bazen de dedikodu temelli kurgulara müstenit efsanelerin neşrine sebep olacaktır. Velhasıl bu ikinci kısım daha belirgin bir şekilde toplum içinde taban bulduğundan, Hamza Balî ve diğer melâmiler her zaman dışarıdan okumalarla mahkûm olmuşlardır. Oysa Melami kaynaklar ve özellikle bu irfan pınarından nûş eden şuaranın eserleri incelendiğinde, esasen özü itibariyle münevver müminler oldukları fark edilecektir. Bendeniz bilhassa Gaybî ve Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’ye ilişkin çalışmalarımda, bu hali müşahede ettim: Münevver mümin… Taklitçi değil, tahkik taraftarı olan bir bakış. Belki Hacı Bayram-ı Velî yahut ondan bir ilerisi olarak Somuncu Baba’nın melâmet neşvesini İbnü’l-Arabî’nin irfanıyla buluşturan, zaman zaman Fazlullah Hurufî ve Şeyh Bedreddin gibi işin daha çok batini yorumuna ehemmiyet veren zevata selam veren bir münevver topluluk.
Pervanenin peşinde
Bendenizin doksanlı yılların başında oluşan merakı, Gaybî, Oğlanlar Şeyhi, Hüseyin Lamekânî ve Osman Kemâlî gibi şair ve mütefekkirlerin eserleri üzerinde çalışmalar yapmaya sebep olmuştur. Keza bu merak, her zaman aklımın bir tarafında, İdris-i Muhtefî, Sütçü Beşir, Ahmet Sarban gibi, Hamza Balî’ye ilişkin okumalarıma da imkân vermiştir. Fakat doğrudan doğruya Hamza Balî hakkında bir araştırma yapmak için onun memleketinde seyahat etme fırsatı daha yeni doğmuştur.
Tarihe geçmiş şahsiyetlerin izini sadece belgelerden ve metinden yola çıkarak takip etmek, akademik anlamda kimi çözümlemelere ulaşmanızı sağlasa da, yeterli olmuyor. Size ait özgün bir fikre ulaşmanız güçleşiyor… Oysa üzerinde çalışılan kişinin yaşadığı mekanları, en azından mezarını, var ise ondan geride kalan maddi mirasını, zaviyesi, camisi yahut yaptırdığı bir hayratını görmek, onunla empati kurmayı ve dolayısıyla da metni daha iyi anlamanızı sağlıyor. Bu düşünceden hareketle, yıllardır tasarladığım Bosna seyahatini bu yaz döneminde hayata geçirme imkânına sahip oldum. En azından iki binli yılların başından bu yana düşündüğüm, lakin çeşitli sebeplerle bu yaz tatiline değin bir türlü gerçekleşmeyen bu seyahat, Hamza Balî’nin yaşadığı coğrafyada doğrudan gözlem yapmamı sağladı.
Bosna’da Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi, Şarkiyat Enstitüsü’nün arşivi, Müze’nin kitaplığı, Foynitsa’daki Fransisken Manastırı’nın müzesi ve kütüphanesi, Prof. Dr. Kazım Hacımeyliç’in Kaçuni’deki müze ve kitaplığı… Bosna’lı bazı şair ve yazarlar, tasavvuf tarihi araştırmacıları ve sufilerle görüşmeler… Türbeler ve tekke ziyaretleri, Stolats kasabasındaki Bogomillerden kalan steçakları, başta Bosna, Travnik ve Mostar olmak üzere uğradığımız şehirlerde tespit edebildiğimiz Osmanlı mezarlarını incelemek… Ve nihayet, Sokulu Mehmet Paşa’nın yadıgarı olan köprü için gidilen Vişegrat’tan adeta Drina nehrinin akıntısına kapılarak, önce bir Hamzevi şair olan Vahdetî’nin de sırlandığı Dobrun’a, oradan Osmanlı mezarlığından geride kalan birkaç mezar taşını görmek içi Rogitac’a doğru yaptığımız yolculuk… Sonra Hamza Balî’nin uğradığı muhtemel kasaba ve köyleri temaşa ederek, Drina’nın akıntısını da dikkate alarak Miliçi’den Orlaviç’e doğru yaptığımız seyahat.
Pervanenin izinde çıkılan bu seyahat, sizi adeta hikâyenin bir parçası haline getiriyor. Sanki eski zamanlarda yaşamış gibisiniz; orada, Ebussud Efendi’nin huzurunda kurulan mahkemeyi yeniden yaşıyorsunuz. Sanki oracıkta Gaybî’nin, “Varlığımız mülkünü kahhâr-ı ‘aşk etdi harâb” diye feryad ettiğine tanık oluyorsunuz. Velhasıl, sebebi ne olursa olsun, bir aşk adamının inandığı yolda pervane olduğuna tanık oluyorsunuz. Hak rahmet eylesin, niyazıyla yeniden yola koyuluyorsunuz.
Yeni yorum ekle