“YazarIarımızla Facebook Buluşmaları” faaliyetimiz kapsamında Fikir Coğrafyası’nın kıymetli yazarlarından Prof. Dr. Alaattin KARACA ile facebook grubumuzda yaptığımız canlı söyleşinin tam metni aşağıdadır.
Salih Cenap Baydar: Kıymetli Alaattin Karaca hocam iyi akşamlar
Alaattin Karaca: İyi akşamlar Cenap Bey, iyi akşamlar arkadaşlar…Kendimi sorguya çekilecek zanlı gibi hissediyorum... Zormuş.
Salih Cenap Baydar: Hocam ilk soruyu ben yöneltiyorum... Katılımcılarımızdan gelecek yeni sorularla ilerleriz inşallah...
Alaattin Karaca: Buyurun.
Salih Cenap Baydar: Hocam yakın tarihimize baktığımızda ülkemizde fikir hareketlerinin öncülerinin edebiyatçılar, özellikle de şairler olduğunu görüyoruz. Mehmet Akif-Tevfik Fikret, Necip Fazıl-Nazım Hikmet gibi şairlerimiz çeşitli fikir cereyanlarının en önde görünen isimleri oluyorlar... Sizce bu çetin görev neden şairlere düşüyor ve şairlerimizin bu işi bihakkın yaptıklarını söyleyebilir miyiz?
Alaattin Karaca: Bu gelenekten de kaynaklanıyor olabilir. Çünkü bizde şairi “mürşid” gibi görme tarzı eskiye dayanır. Divan şiirinde var bu. Özellikle tasavvufî şiirde. Bilindiği üzere, tasavvuf, neticede bir öğretiye dayanır. Ve bu dinî pratik ve teorik bütünün, müminlere tebliği ve talimi gerektir. Şiir ise bu noktada, yani tasavvufi terbiye ve usûlün öğretilmesinde önemli bir araçtır. Bu itibarla mutasavvıf şair, aynı zamanda mürebbi, mürşid görevi de görmektedir. Bu elbette geleneksel cemaat yapılarında “toplumsal bir misyon”dur. Aslında bu misyon, modern tarza bürünerek, elbette çok farklı bir içerikle Tanzimat'tan sonra da devam ediyor. Bu dönemden itibaren, şairlerin çoğu, topluma siyasi, sosyal bir şekil vermek gibi önemli fikrî bir misyonu da yüklenmişlerdir. Doğrusu, Tanzimat’tan beri, yenileşme cereyanlarının, yeni siyasal ve sosyal kavramların topluma yayılmasında, hatta reform hareketlerinde onların rolü azımsanmayacak derecededir. Niçin böyle? Şark, şiirle anlatmayı seviyor, şiirle inşa etmeyi seviyor, belki de ondan. Sonra şairlerde hep bir “muallim”lik, “hoca”lık, “üstad”lık buluyor. Edebiyat tarihlerimize bir göz gezdirsek, şairlerimizin çoğu için, örneğin "Üstad".. Üstad Ekrem, Üstad Hâmid, Muallim Naci, Hace-i Evvel Ahmet Midhat Efendi, tabii ki Üstad Necip Fazıl… gibi payeler verildiğini görürsünüz. O nedenle şairler, sosyal ve siyasi fikirler söz konusu olduğunda da hep ön sıralarda… Şairlere düşmeli mi, dereniz?.. Sadece şairlere düşmemeli, şiirle fikir üretilir, ama yeterli olamaz.
Özetle ve yanlış anlaşılmamak için şunu söylemek lazım: Şairi toplumda güçlü kılan, sözün büyüleyici gücüne sahip bulunmasıdır. Ama yalnız bu, ona bir siyasal idareci kabiliyeti, yönetici, mütefekkir yapmaya yetmez.. Şairler, toplumsal kurtarıcı değiller. Kitleleri, sözün gücü ile etkileme kabiliyetleri vardır, olabilir. O nedenle de toplumda fark ediliyorlar zaten, sözün gücü ile…
Bekir Paksoy: Üstatlıkları nazımdan mı yoksa siyasadan mı hocam
Alaattin Karaca: Evvelâ sözün gücünden, retorikten… Çünkü söz, başta da söylediğim gibi çok etkili bir güç. Bunu baştan kabul edelim. Sözün kendisi, yıkmak veya inşa etmekte, kitleleri harekete geçirmekte etkili… Söz, insan ruhunu kuşatmada, ruhu işlemede, önemli bir işleve sahip. Bu büyük avantajla, siyasette de, sosyal hayatta da öne çıkıyor söz ustaları. Çünkü, fikir, sözle kuruluyor, sözle yansıtılıyor, sözle iletiliyor, sözle yayılıyor.. Tüm sosyal, siyasal yapıların kaynağında önce fikir var; dolayısıyla söz var. Bu itibarla genelde fikir hareketleri, siyasal hareketler de edebiyat yoluyla yayılıyor, sonra mücessem kanunlara, kurumlara dönüşüyor. Milli Edebiyata bakınız. Ulus-devletin inşasında, Ziya Gökalp başta olmak üzere, Ömer Seyfettin'in, Genç Kalemler dergisinin etkisi büyük. Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebilirim, Osmanlıdan sonra yeni bir “millet”, “devlet” tanımının anayasaya yerleşmesinde onların fikirlerinin büyük payı var. Başka bir konuya atlayacağım ama, sonra, şairler, tarihten bu yana korkulan insanlardır Bekir Bey. Gaiple ilişki kurduklarına inanılıyordu eskiden. Platon’un şairleri siteden sürgün etmesinin arkasında biraz da bu vardır. Şamanları dahi unutmayalım, onlar da gaible temas kurduklarına inanılan bir tür şairdiler… Rimbaud dahi şairleri kahin gibi görüyordu. Ama şurası bir gerçek, dünya, toplumsal organizasyonlar, siyasal/sosyal yapılar, önce sanat yoluyla tasavvur ediliyor, siyasetçiler ise bunu pratize ediyorlar modern dünyada. Kısacası, kültürsüz, kültür olmadan devlet olmuyor, toplum olmuyor.. Yani sadece “mühendis” veya salt “siyaset” kafasıyla bir medeniyet inşa edilmiyor, madde ile terakki edilmiyor yalnızca… O maddeyi idare edecek, kullanacak “özne” ve bu “özne”nin ruhunu inşa eden, fikri gün yüzüne çıkaran sanat, edebiyat, ilim işte…
Salih Cenap Baydar: O zaman bu yaklaşımın şairlerin seziş yetenekleriyle ilgisi var. Şamanizm döneminin kamları misali "ötelerle" sezgi yoluyla bağlantı kuran kimselerin siyasi/fikri önderlikleri bize cazip geliyor olabilir mi?
Şark hülyayı, meçhullerle meşgul olmayı seviyor. Retoriği, sözle, musiki ile mest olmayı seviyor. Tabi modern dünyada hülya adamına yer yok. İlmin, kültürün, entelektüelin olmadığı bir ülkede, retoriğe, heyecanlı hitabete, rengîn elfâza kapılmak, bunlarla mürit devşirmek, bir şuara, udebâ halkası kurmak zor olmasa gerek. Bu toplumda işte bu gelenek, içi boşaltılmış gelenek nedeniyle, kuvvetli bir ilim cereyanı, kuvvetli bir irfan hareketi olmuyor artık. Bize hem şair, hem mütefekkir, hem âlim adamlar lâzım. Mühendislerin, pozitif bilimle uğraşanların çoğunun ilim, irfan, sanat, fikirle alakası yok, memleketinin kültüründen bihaber, şuarâ ve üdebânın çoğu da okur avlama, çilesiz şöhret peşinde… Mümin ve mütevekkil fukarâ Anadolu çocukları, heyecanlı, mübalağalı söz ustalarının, ama cehdsiz, ama kendi tarihsel derinliklerinden bihaber müteşairlerin peşinde, ne yüksek bir fikir hareketi, ne de yüksek, nezih bir estetik zevk çıkar buradan…
Öznur İşlek: Peki hocam bu üstat denilen yazarlar devletle ters düşen eserler verselerdi yine üstat olarak anılabilirler miydi yoksa verdikleri edebi eserlere göre mi üstat olurlardı yine?
Alâattin Karaca: Edebiyatta üstadlık, devletin verdiği bir paye değil ki Öznur!.. Bu bir toplumsal düzey meselesi. Ama iktidarın “üstad”lık payesine çıkardığı, -kimi itelemelerle, teşvik ve imkânlarla tabi- şairler de var. Türkiye’ye genel olarak bir bak bakalım, kimler çok tanıtılıyor, kimler sürekli reklâm ediliyor?.. O da ayrı mesele. Türk modernleşmesi, kendi safında olan şuarâ ve üdebâya hep iltifat etmiştir, edebiyat tarihlerinde ilk sıraları ve üstelik geniş süslü salonları onlara tahsis etmiştir, ders kitaplarında onlara yer verilir… Örneğin Şinasi, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret… Bütün bu saydığım isimler, Osmanlı modernleşmesine destek vermiş isimlerdi. Modernleşmenin egemen olduğu bir devlette, dolayısıyla hep “yeni” diye takdim edildiler, iltifat gördüler… Öte yandan buna pek uymayanlar, uyamayanlar, örneğin Naci gibi, sarığıyla bile edebiyat tarihlerine malzeme oldular ve edebiyat tarihlerinde kendilerine “eski”cilik makamı takdir edildi. Âkif’in talihinde de onun kadar olmasa da bu vardır. Bir tür modern mürşid- derviş ilişkisi gibi bir şey... Türk modernleşmesi de üstadlık geleneğini modern taktiklerle sürdürmüştür yani. Bir de buna karşılık, muhalif ötelenmiş bir kesimin kendisine üstat edindiği – iktidara karşı tepkilerini cesurca dile getirdiği için- şairler var tabii ki!... Örneğin Necip Fazıl!.. Bu gerilim, bu çatışmadan asıl zarar görenler ise gerçek mütefekkirlerdir, gerçek şairlerdir.
Asıl sorun şu: Yani bu üstatlar eleştirilemez, insanlar mı? Onlar dokunulmaz mı? Fikirleri, şiirleri ölçülüp tartılmalı değil mi?
Öznur İşlek: Hocam bence eleştirilir. Baktığımızda üstatlar bile birbirlerini eleştiriyorlar..
Alaattin Karaca: Üstatlar her şeyi doğru mu yaparlar? Bizde bu önemli bir sorun. Çünkü "mürid"ler bu şiir üstatlarını aynı zamanda toplumsal kurtarıcı gibi de görüyorlar. Şeyh uçmaz, mürid uçurur diye bir söz var, onun gibi. Burada asıl sorun, sanat çevresi, toplumsal düzey… Bizde maalesef bu çevre henüz önyargıları yıkabilmiş değil. Güzeli çirkinden, iyiyi, kötüden ayırt edebilecek bir estetik ölçümüz, doğru bir fikir terazimiz yok, henüz oluşmamış. Bu bağlamda “aristokrat” kesimi iğdiş edip ortadan kaldırmışız. Aristokrasi, tarihsel süreçte, tarihsel birikim zinciri içinde gelişir ve hayatiyetini sürdürür. Osmanlıda birikimi, kültürü, estetik zevki ile güçlü, donanımlı bir aristokrat sınıf vardı. Osmanlının yıkılmasıyla beraber bu aristokrasi de yıkıldı, onun yerine ikame edilmek istenen kesim ise, kuru, cahil, Batı’ya hayranlıkla bakan, sonradan görme denebilecek bir kesimdir. Fukara Anadolu çocukları, son zamanlarda kaybolan aristokrasi ile estetik düzlemde, fikri düzlemde irtibat kurmak istiyor, ama bu gelenekten gelmediği için zorlanıyor da.. Bir de imkanları, sosyal çevre, yetiştikleri ortam… Bunlar dezavantajları.. Ama çok çalışarak zamanla yapılacak, mazi ile irtibat kurularak, bu toplumun asli aristokrat tabakası yeniden dirilecek diye bekliyorum. Ama böyle ara dönemlerde, geçiş süreçlerinde, “söz cambazları” da çıkacak elbet, eski hastalık!.. Zaman her şeyi eler, akan su kendini temizler.
Bir de bize lazım olan salt şair değil, şair-tarihçi lazım, siyasetçi ama şiir seven lazım, kısacası siyasete de, devlet idaresine de, hukuka da, anayasaya da, şiir gibi bakmalı insan. Devlete de topluma da şiirle bakan, insanı öne alır, adaleti, ahlâkı, hakikati…
Tayfur Toprak: Şair bence hocam, toplumu ve kendi duygularını yönelten duygusal bir insan…
Alâattin Karaca: Evet Tayfur. Şairler hassas olurlar. Ve bu hassasiyetleri dile yansır. Toplumu yönetme kabiliyetleri, ama ruhsal açıdan, işte bu sözün büyüleyici etkisinden geliyor.
Alaattin Karaca: Şair-tarihçi, hem şair, hem bilim adamı. Bunu Ece Ayhan söylüyor. Ömer Lütfi Barkan için. Keşke bir de şair olsaydı diyor; hem tarihçi hem şair… Biz bunu şöyle diyelim; kültürsüz, sanatsız, fikirsiz, sadece maddeden ve bedenlerden ibaret bir yığın değil toplum… Toplumun, toplumsal, siyasal kurumların bir ruhu var. Ve o ruh olmadan, toplum, devlet, kurumlar yaşayamaz. Toplumun ruhunu işte sanat, edebiyat, Şair, Karakoç'un deyişiyle milletine sorumlu, hatta tüm insanlığa karşı sorumlulukları var.
Bekir Paksoy: 'Şairler' bu sorumluluk işinden biraz ırak dursalar... daha iyi olmaz mı hocam.. sanatı sanat için yapsalar
Salih Cenap Baydar: Bekir Paksoy beyefendinin yorumundan hareketle biraz provakatif bir soru: Fikir hayatımızdaki ana arterler şairler yerine sosyologların, tarihçilerin, siyaset bilimcilerin, felsefecilerin, hukukçuların hatta mühendislerin ortak gayretleriyle kurulsa ne kaybederdik ne kazanırdık?
Alaattin Karaca: Bekir Bey, ben şahsen sanat sanat içindir vb. kalıp sözlere katılmam. Ama sanat veya başka bir şey yalnızca kendisi için yapılmaz. Kendi ülkem ve evrensel ölçekte, sanatın gayesinin Hakk'ı anlatmak, tabii ki güzel anlatmak şartıyla, Hakikat’i anlatmak olduğuna inanıyorum. İster dini manada ister seküler manada nasıl anlaşılırsa öyle. Söz, gerçeği anlatmak, izah etmek için vardır. Sırf söz söylemek için konuşulduğunda bilirsiniz, bu tür konuşmanın içi boş, anlamsızdır. Söz söylemenin bir manası, bir gayesi olmalı. Sözün gayesi yine söz olmaz. Benim sizin sorunuzdan anladığım şu herhalde: Şair, toplumsal kurtarıcı olarak görülmemeli, siyasal bir lider değil, fakih değil, ilim adamı değil, mürşid değil!... Bizse hemen bütün bu görevler toplamını şuaradan bekliyoruz belki de!... Hayır! Şair, evrensel olarak, bir mevcut olarak, bütün insanlar gibi, varlığının, yaptığı işin sebebini bilmekle sorumludur. Yani şuursuz şiir olamaz. Şuur ise neticede şairi bir gayeye, bir amaca yöneltir. Şiir söz ile yapılan bir sanattır ve söz, içinde mutlaka bir fikri barındırır, bizim için önemli olan ise hakiki, doğru fikri içermesidir. Söz bu bakımdan aynı zamanda bir fikir tohumudur. Söz konusu tohumlar, değişik sanat türleri vasıtasıyla, ki şiir de buna dahildir, kültür tarlasına saçılırlar ve zaman içinde insanı ruhen, tarihsel olarak besleyerek inşa ederler. Şiirler de programlanmaksızın kendi tabii mecrasında insanı, toplumu ruhen inşa eden, büyüleyici sözsel metinlerdir. O bakımdan şairin, ne siyasetten, ne tarihten, ne de başka bir unsurdan ayrılması, ırak tutulması, tabiatı gereği mümkün olamaz. Ancaaak sanat iktidar olmak için, hesabi bir tasavvurla yapılmaz. Şiir, makam, menfaat karşılığında yapılmaz. Böyle olursa, sahte olur, samimi olmaz. Oysa sanatın ilk şartı içten doğması yani samimi olmasıdır. Sözün samimi olmaması, şiir olmaması için açık delildir.
Cenap Beyin sorusuna gelince; bu noktada sorun şairlerden, edebiyatçılardan kaynaklanmıyor bence. Şairlere böyle bir misyon atfeden toplumdan kaynaklanıyor daha çok. Ama şurası da bir gerçek. Türkiye’de siyasal fikirlerin, cereyanların sembol isimleri arasında mutlaka şairler vardır. Örneğin; Necip Fazıl, diğer cephede Nazım Hikmet, daha sonra Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi… Doğrusu bu şairlerin şiir dışında kendi çizgileri doğrultusunda bir fikir hareketinin oluşmasındaki büyük katkılarını da göz ardı edemeyiz. Şiir yanında tarihi, sosyolojik, dini araştırmalar da yaptıkları malumdur ve b eserleriyle Türk siyasi fikir hayatında iz bırakmışlardır. Sorun herhalde ters tarafta; sosyologlar, siyaset bilimciler, iktisatçılar, biraz şiir talim etmeli, kendi kültürlerini bir şair hassasiyeti ile deşmeli, adeta arkeolojik kazı yaparak, bunları gün yüzüne çıkarmalılar. Sorun onların eksiklerinde, onların çalışmalarında, belki bakışlarında… Örneğin bir sosyoloğun hikaye yazması, şiir yazması, anılarını yazması, bir devri edibâne bir uslupla yazması, edebiyatçı dikkatiyle tahlil ve tasvir etmesi önemlidir. Ortaklık kurulacaksa böyle kurulur. Tanpınar’ı okumadan iktisatçı olunmamalı bence ya da iktisatçılar, Tanpınar’ın işe, çalışmaya, zamana dair fikirlerini okumalı. Sosyolog da öyle’ Tanpınar’ı okumadan Türk sosyal hayatı tahlil etmek büyük eksiklik. Ama bir Tanpınar, Türkiye’yi bir sosyologdan, bir tarihçiden daha iyi analiz edebiliyor!.. Ortaklık böyle olur!.. iktisatçı tıpkı Ülgener Hoca’nın yaptığı gibi Divan şiirini de bilmeli, oradan yola çıkarak iktisadi tahliller yapabilmeli. Cemil Meriç, hem şiir, hem edebiyat hem tarih, hem iktisat… Ortaklık böyle oluyor.
Adnan Tekşen : Cenap Bey'e katkı. Prens Sabahattin'in "Türkiye Nasıl Kurtulur " kitabı bir Namık Kemal'in fikirleri kadar ciddiye alınmadı
Alaattin Karaca: Adnan Bey, bunun muhatabı şair Namık Kemal değil, neden muhatap olamadı, alınmadı sorusu önemli.. Şimdi aynı devrin ve aşağı yukarı aynı fikrin müntesipleri olduğu için şu örneği de verebiliriz: Mehmet Âkif, Said Halim Paşa… İkisi de dindar, din merkezli bir medeniyet anlayışına sahipler.. İkisinin de fikirleri hemen hemen aynı. Ama Mehmed Âkif’in fikirleri daha çok biliniyor, dillerde… Çünkü, Âkif fikirlerini şiirle ifade ediyor, çünkü şiir, düzyazıya, bilimsel ama kuru metinlere oranla daha etkili, daha çok okur kitlesine hitap ediyor. Ama sosyolojik değer olarak baktığımızda, Said Halim Paşa’nın metinleri, Âkif’inkinden daha yüksek düzeyde. Prens Sabahattin’inkiler de öyledir. Sözün yaygınlığı, toplumsal etkisi ile toplumsal/siyasal alanlardaki pratiği arasındaki farkı da karıştırmamak lazım. Âkif’in şiirlerinin siyasal pratikte karşılık bulduğu da söylenemez. Şiir, siyasal bir pratik değil, siyasal pratiğe ne kadar müsaittir o da tartışılır. Ama Prens Sabahaddin’in söyledikleri, pratize edilmek bakımından şiire göre daha müsaid olsa gerektir. Şiir bu bakımdan soyut kalır, ruhtur, bu ruha cisim verecek olan –ki bu ruh ayrıca cisimlendirilme aşamasından da geçirilmeli- siyasettir. Örnek, Mimar Sinan. Mimar Sinan’ın eserleri netice itibariyle sanat eseridirler. Şiire göre daha mücessemdirler, ama kök itibariyle sanat eseridirler. Bunu realize edecek olan ise Sultan Süleyman gibi, siyasi erki elinde bulunduran kişilerdir. Bu bakımdan sanatın siyasal erkle eninde sonunda yolları kesişir. Ama sanat, siyaset için yapılmaz… Tabii mecrasında, samimiyetle yapılan bir etkinliktir. Devrin siyasi görüşüyle kendi tabiatı gereği, doğal olarak uyuşur, örtüşürse işte Süleymaniye Camii gibi eserler ortaya çıkar. Uyuşmazsa sanat muhalif olarak yoluna devam eder.
Kamil Güngör: Merhaba Alaaddin Bey. Ben edebiyatla çok ilgili değilim ama, yakın zamanda muhatap olduğum bir edebiyat profesörü hocamıza edebiyatçılarla ilgili sorduğum bir soruya verdiği cevap şaşırttı beni. Cevabı kısaca bilindik edebiyatçıların hiç de gerçek edebiyatçı olmadığı, edebiyatçıların öldükten sonra değerinin anlaşıldığına dairdi. Sizce de öyle mi ya da adını sanını bildiğimiz edebiyatçılar gerçekte sadece popüler mi? Teşekkür ederim.
Alâattin Karaca: Kamil Bey, tarihten bu yana, edebiyat sahasında bir çok isim gelip geçmiştir… Her işin bir heveskârları bir de tabiri caizse müptelâları vardır. Zaman gerçek edebiyatçı ile sahte olanı birbirinden ayırmıştır, ayıracaktır. Genelde edebiyatta iki türlü sanatçı tipine rast gelinir. İlki popüler cereyanlara tabi olanlar, modaya uygun eserler verenler, ikincisi kalıcı, evrensel değerlere bağlı olarak, sağlam, estetik ve fikir açısından sahih eserler verenler. Zaman bunları ayıklar merak etmeyin efendim. İnsan insanın ölçüsüdür.
Esranur Terlemez: Hocam bugün herkes şairim diye ortaya çıkabiliyor ya da şiir yazdığını sanan çok insan var sizce gerçek şiir diye neye denir ? Bir edebiyatçı olarak bize yazdıkları şiirleri gösterdiklerinde hangi ölçütlere göre değerlendirmeliyiz?
Alaattin Karaca: Esranur, şiir, edebiyat bence hiç de hafife alınacak şeyler değil. Uzun bir çıraklık dönemi, geceler boyu sürecek yorucu çileli çalışmalar gerek. Şiir veya roman hikâye her ne ise, öyle salt ilhamla, bir duygunun kalbe doğuvermesiyle yazılabilecek şeyler değildir. Bence bütün bu türler, geniş bir deneyim, birikim ve bilginin ürünü olabilir ancak. Günümüzde maalesef edebiyatı böyle hafife alan bir anlayış var. Özellikle genç kuşakta, bilinç altındakileri adeta kusarak edebi ürünler üretildiğini sanmak gibi.. Ya da edebiyatı bilinçaltını olduğu gibi, dağınık bir biçimde kusmak sananlar var. Kendi kültürünü yıllarca araştırmadan, öğrenmeden, buna ister tarih deyin, ister edebiyat birikimi deyin, ister psikoloji deyin, ne derseniz deyin, sanat eseri bir kültüre, bir medeniyetin bilgi ve birikimine dayanmalıdır. Örnek: Ahmet Hamdi Tanpınar… Batı’yı, musikisini, tarihini, resmini biliyor mu? Biliyor!. Şark’ı, tarihini, toplumu, psikolojisini, musikisini, türkülerini biliyor mu? Biliyor! Araştırmış mı? Evet. Romanlarına bu bilgi ve birikimi yansıtıyor mu? Evet. Tanpınar’ı büyük kılan zaten romanlarının arka planını, temelini oluşturan o zengin kültürel birikimdir. Aynı şeyi günümüz yazarlarından İhsan Oktay Anar, değişik biçimde yapabilmektedir. Ölçüt budur: Eserin arkasındaki derin bilgi ve birikim. Tabii ki dil, usta ve sıkı dil ve özgünlük. Sıkı olmayan hiçbir metin edebi değildir bu anlamda. Gevşek metinler, sulandırılmış, sadece gençlik ilhamlarıyla yazılmış metinler edebiyattan sayılmazlar.
Bekir Paksoy: Söz... medeniyetin ruhunu, içini inşa eder.. Bir de dışın inşası ve sürdürülebilirliği var hocam... O nasıl olacak?
Alâattin Karaca: Aslında bu soruya kısmen yukarılarda cevap vermiştim. Edebiyat, bir medeniyetin ruhunu inşa eden en önemli unsurlardan biridir. Biliyorsunuz, medeniyetlerin bir ruhu var, bir de maddesi var. Celal Nuri İleri dahi böyle bir tasnif yapmıştır. Medeniyetin ruhunu, din, ahlak, hukuk, örf, âdet oluşturur… Ve bu ruh, genelde sanat eserleri aracılığıyla yayılır, sürdürülür, inşa edilir.. Medeniyetin asıl tohumu, özü bu ruhtur. İşte edebiyat da bu ruhun önemli unsurlarından biridir. Tohum olmadan meyve olmaz. Medeniyetin meyveleri ise, sanayidir, siyasal ve sosyal kurumlardır, meclistir, mekteptir vs… medeniyet ruh ve maddesiyle bir bütündür. Ruh olmadan medeniyet olmaz, maddesiz de olmaz elbet. Şimdi son zamanlarda dikkat edilirse, medeniyetin sadece maddi cephesine ağırlık verilmektedir. Yanlıştır. Bizim sorunumuz, asli sorunumuz, ruhi medeniyetimizi kaybetmemizdir, önce tohum… Tohum kurumuştur, kök yok. Önce medeniyetimizin ruhunu diriltmemiz gerekecektir. Nasıl olabilir? Mazisiz olmaz. Mazi ile sağlıklı/sağlam köprüler kurarak.. kendi toplumsal yapımızı bilerek tanıyarak, kendi ihtiyaçlarımız ve şartlarımızdan yola çıkarak… İnsanı tamir etmeden, insanın eline teknoloji vermek gibi bir şey bu! Özneyi tamir edecekse, sosyal bilimlerdir evvel emirde. Hiçbir toplum, başka bir toplumdan hazır kurumlar alarak ilerleyemez. Bunu kendi çalışması, azmi ve gayreti ile kendi ihtiyaçları doğrultusunda yapar. Edebiyat da böyledir. Hiçbir edebiyat başka bir edebiyatı taklit ederek gelişmez… Dikkat edelim; Cumhuriyet’ten sonra Türk modernleşmesinin ağırlıklı olarak üzerinde durduğu en önemli konu, kültür konusudur. Kendi politikasına uygun olarak, önce “modern insan”ı inşa ederek –asıl kimliği değiştirme de diyebiliriz buna- başlamışlardır işe. Ve bunun için de baş vurulan ilk araçlardan biri edebiyattır –hatırlayınız Türk Dil Kurumu, Halkevleri- ikincisi tarihtir… Tarih ve edebiyat âdeta yeniden dizayn edilmiştir, buna sosyolojiyi, coğrafyayı, tüm eğitim müfredatını da dahil edebilirsiniz. Ama muhafazakâr olduğunu iddia eden iktidarların bu anlamda kılını kıpırdattıkları söylenemez. Onlar ise tam tersine hemen tüm gücünü “sanayileşme”ye, maddi medeniyete vermişlerdir. Bu anlamda dahi İdris Küçükömer’in Türkiye’de sağ soldur, sol da sağdır demesi doğrudur. Sol, muhafazakarların yapması gerekenleri yapar –ama tersine- kültürle ilgilenir, muhafazakârlar da solun yapması gerekenleri yapar, maddi gelişme ve kurumlara ağırlık verir.
Sonuçta edebiyat, toplumsal/siyasal olarak değerlendirilirse, teorik, daha doğrusu retorik bir etkinliktir, sadece fikir üretir, kültür oluşturur, yani ruhu tesis eder. Ama pratize edecek siyasal erktir, devlet ve siyaset adamlarıdır. Bu bakımdan devlet denilen organizma, ruhu da maddeyi de kapsayacak, ortak bir etkinlik alanıdır. Ruhsuz devlet olmaz, ruhsuz millet olmaz, dolayısıyla ruhsuz madde de olmaz. Olursa böyle olur, devamlı da olmaz…
Alaattin Karaca: Isındım denemez bu sorgu suâle..
Salih Cenap Baydar: Hocam konuyu biraz değiştirelim o zaman.. Edebiyat tarihlerimizin sahih ölçütlerle yazıldığı söylenebilir mi?
Alaattin Karaca: Hala herkes hak ettiği yerde değil bence, edebiyat tarihlerinin "modern" ölçütlere göre; yani Türk modernleşmesi çizgisinde dizayn edildiğini düşünüyorum.
Salih Cenap Baydar: Edebiyatımız batılılaşma sürecinde fikri değişimimizi ne ölçüde doğru yansıttı? Bu konuda en başarılı gördüğünüz edebiyatçılarımız hangileridir?
Mehmet Çetin : Hocam selamlar, Sanatın bir iktidarın kurulmasına katkısı ile medeniyet inşasında rol üstlenmesi arasında ilişki ve varsa fark hakkında ne dersiniz?
Alâattin Karaca: Mehmet Bey, yukarıda söylediğim gibi. Her türlü sanatsal etkinlik, medeniyetin ruhunu tesis eder, oluşturur, sürekliliğini sağlar. Bu ruh olmadan maddi bir medeniyet tesis edilemez. İkincisi, toplumumuz ruhundan, mazisinden kültüründen radikal reformlarla koparılmış bir toplumdur. Sanat, bu ruhu yeniden bulmamıza yarayabilecek, o ruhla fikri, ahlaki, estetik, âdet düzeyinde yeniden köprü kurarak, öz kimliğe dönmemizi sağlayacak biricik araçlardan biridir. Bu manada, sanatın medeniyet inşasında önemli bir işlevi vardır. Her iktidarın, neticede kendini ayakta tutan, dayandığı prensipler vardır. Felsefesiz, kültürsüz, politikası olamayan bir iktidar düşünülemez. Hiçbir iktidar da yalnızca maddi refah sağlayarak, iktidarını sürdüremez. Bu bakımdan iktidarlar, dayandıkları felsefeyi, fikri dile getirecek bir zihniyete, bu zihniyeti yansıtan bir sanata sahip olmalıdır. Unutmamalı ki, Sultan Süleyman’ın iktidarının arkasında Süleymaniye Camii vardır, Baki vardır, Mimar Sinan vardır. İnsanları iktidarlara bağlayan zihniyetleridir, kese de vardır ama bu sürekli ve sahih bir bağlanış değildir. Zihniyet ise sanatla, kültürle tesis edilecek bir şeydir.
Adnan Tekşen : Alaattin Hocama minik bir katkı: Anadolu’daki Selçuklu Beylerinin hemen hemen hepsinin çevresinde sanatçılar vardı. Bey olmak için adeta bir şart haline gelmişti.
Alaattin Karaca: Sanat, edebiyat, aslında bir iktidarı meşrulaştırır da. Örneğin Mali'de kral tahta çıkınca şeceresini içeren bir kaside okunması gelenektenmiş, bu uzun şiir bir bakıma Kral'ın da meşrulaşması anlamını taşır. Şimdi cülusnameler, kasideler vs. aslında padişahı meşrulaştırır, pekiştirir... Bunları ayrıca, iktidarı meşrulaştıran, pekiştiren, yayan birer edebi ritüel olarak da görmek lazım.
Kamil Güngör: Hocam Divan şairi ve bu şiiri anlayan pek kalmadı sanırım. En son Yahya Kemal denir ama amatör düzeyde ilgilenenlerin hala olduğu yönünde duyumlarım da var. Benim iddiam olmamakla birlikte Darendeli Hulusi Efendinin şiirleri de Divan kategorisine girer mi. Ne kadar biliniyor edebiyat camiasında. Teşekkür ederim.
Alâattin Karaca: Kamil Bey, Divan şiiri, tabii hem dili, hem de muhtevası bakımından, bugünkü hayattan uzak… Arada malum sebeplerden dolayı büyük bir dil uçurumu var. Ancak uzmanları, özel meraklıları tarafından anlaşılan bir şiir bu!. Turgut Uyar, Yahya Kemal’in “aruzun son ustası” olduğunu söyler. Ben de katılıyorum buna. Darendeli Hulusi efendi’nin şiirlerini maalesef okumadım, bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim.
Mehmet Çetin : Elbette.. Hatta sanatın da bir iktidara yani bir Süleyman'a ihtiyacı olabilir. Benim sorum bu ilişkilerin zaruretinden ziyade kirli bir ilişki biçimine dönüşmesi riski ile ilişkiliydi.
Alaattin Karaca: Mehmet Bey, siyasal iktidarların sanatla kendi iktidarlarını pekiştirmek için bir ilişkiye girmeleri tarih boyunca mümkün. Kirli ilişki de söz konusu tabi. Kalemlerin satın alınabileceğini, hatta satın alındığını, siparişle sanat eseri üretildiğini biliyoruz bu bağlamda. Ama asıl sanat, asıl edebiyat, hiçbir maddi güce yaslanmadan yalnızca “Hakikat”e yaslanılarak yapılan etkinliktir. Sivil sanat derken bunu kasdediyorum. Türk modernleşmesinin, özellikle Cumhuriyet’ten sonra yeni bir kültürün inşasında sanatı, müziği, edebiyatı, hatta resmi, heykeli kullandığını biliyoruz. Heykeller, bir iktidarın yeni sembolleri olarak yer aldılar şehirlerde. D Grubu bir bakıma folklora, halka yönelme, yeni bir kültürel kaynaktan beslenme olarak görülebilir. Nasıl Divan edebiyatına karşı Halk edebiyatı bir alternatif olarak gösterildiyse, aynı şekilde D Grubu ile de folklorik bir resim anlayışı benimsetilmeye çalışıldı. Radyolarda Türk sanat müziğinin bir süre yasak edilmesini de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Halide Edip’in Vurun Kahpeye’si, Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Reşat Nuri’nin yeşil Gecesi vb… Bütün bunlar, siyasal iktidarla edebiyat arasındaki ilişkiye verilebilecek örneklerdir. Ancak bir de meseleye bugünden bakalım. Bugün, farklı bir iktidar var Türkiye’de. Daha önce “mağdur” edildiğini, edilenlerin sesi olduğunu iddia eden bir iktidar. Bu iktidarın kültürel prensipleri nedir? Kültürde ne yapmak istiyor? Bugüne değin yapılanlardan bu soruya cevap verilebilecek bir icraat göremiyoruz. 2000’den bu yana, dindar, muhafazakâr sanat-edebiyatın daha önceki dönemlere nazaran bir zayıflama, gerileme içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Geçmişteki nitelikli düşün ve edebiyat dergileri, nitelikli kalemler bugün yok! Bütün bunların açık yüreklilikle nedenlerini tartışmamız gerekiyor. Ama maalesef böyle samimi bir tartışma ortamından da mahrumuz.
Salih Cenap Baydar: Küçük bir katkı.
Mustafa Kemal ölünce ben bile bir şiir yazmıştım. Kemalizm bir büyüydü. Fakat ölümle bu büyü bozuldu. Aydınlar tabiî olarak marksist oldular.
Cemil Meriç (Cemil Meriç ile Sohbetler, s. 219)
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/kemalizm-bir-buyuydu
Bekir Paksoy: Sanat, sanat için olmalı dedim... Katılmadınız. Bakın sıkıntılar nasıl baş gösteriyor
Alâattin Karaca: Bekir Bey, sanat, elbette kendi kuralları içinde yapılması gereken bir etkinlik. Ama sanat, hayatla, toplumla, dinle, fikirle iç içe olan bir etkinlik de. Bunu böyle birbirinden ayırmak doğru değil. Sanat, estetik kaygılarla yapılır. Estetik formu, estetik biçimi var… Ama sanatkâr toplumundan, milletinin değerlerinden, tarihinden, coğrafyasından kopuk bir insan da değil. Öyle içine kapanıp nereden kaynaklandığı belli olmayan yapay bunalım edebiyatı da yapacak değil, yapmamalı yani.
Mustafa Everdi : Tanpınar Osmanlı ihtişamı ile cumhuriyetin sığ kültürü arasında geçişin sancılarını duyan muzdarip bir ruh diyebilir miyiz o zaman?
Alâattin Karaca: Mustafa Bey, Tanpınar tam da bu devrenin, Osmanlıyla Cumhuriyet’in arasındaki eşiktir. Ne bu eşiğin Osmanlı tarafında kalabilmiştir, ne de Cumhuriyet tarafında. Eşiktedir. Deryuş Şayegân’ın bilinç yarılması dediği şeyi yaşayan ve eserlerine yansıtan –ki bu derin bir ıstıraptır bütün İslâm ülkelerinde- ender aydınlarlımızdan biridir. Bu bakımdan samimi bir haykırış, samimi bir ıstıraptır evet. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal, tüm Osmanlıdır, ama en çok da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisidir. Tanpınar kadar mustarip birkaç edebiyatçı, olsaydı, bu millet kendi hikâyesini okurdu hiç olmazsa. Doğrudur. Tanpınar, Doğu ile Batı arasında kalmış, bu arada kalışı, en derinden hissetmiş, romanlarına, en sahih bir şekilde yansıtmış yazardır. Şimdi bir mümin çıkıp da bu arada kalmayı onun kadar derinden, onun kadar samimi anlatsaydı ne iyi olurdu! Hangimiz arada kalmamışız ki?... Bunu yazacağımıza ya kimimiz Oğuz Atay'a ya da kimilerimiz Dostoyevski’ye saplanıp kaldık. Kafka da, Camus de samimi olarak kendi toplumlarının bunalımlarını, ıstıraplarını dile getirdiler. O nedenle büyük yazar oldular. Ama bizim ıstırabımız, onlarınkinden farklı. Çünkü toplumsal yapılarımız, toplumlarımızın sıkıntıları, kültürleri farklı. Başkalarının bunalımlarını, sıkıntılarını kendi sıkıntımız, ıstırabımızmış gibi anlatamayız. Müslüman’ın ıstırabı Kafka’nın ıstırabına benzemez. İşte bu nedenle bizim hikâyemiz hâlâ anlatılmadı edebiyatımızda sanatımızda. Bir kere maziyi bilmiyoruz, eserlerimizde tarihsel derinlik yok. Maziyi bilmediğimiz için, ıstıraplarımızın kaynaklarını da bilemiyoruz. Batı’dan ithal ettiğimiz ıstıraplı ‘bunalım” hik3ayeleriyle avunmaktayız, her hâliyle sonradan iliştirilmiş, yakamızda iğreti duran rozetler gibi eserlerimizin çoğu.
Salih Cenap Baydar: Alaattin Karaca hocam bakın Cemil Meriç samîmi, dürüst, mütecessis bir müsteşrik diyor Tanpınar için.
İsmail Habib bizde ilk edebiyat tarihçisi. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi Tanzimat'tan zamanımıza kadar edebiyatçıların bir müdafaanamesidir. İlim adamı değildir İsmail Habîb. Samimiyeti kusurlarını örter. Tanpınar da samîmi, dürüst, mütecessis bir müsteşriktir. Maddî sıkıntı çekmedi. Babası kadıydı.
../..
Batı'yı bilir. Doğu bilgisi ise dekoratiftir, plastiktir. Renan dahi bir cami karşısında ürperir. Ki, Ali Milani Tanpınar'ın Sultaanahmet Camii penceresinden içeri bakarken ağladığını görmüş. Tanpınar içine giremez caminin. Cemil Meriç (Cemil Meriç ile Sohbetler, s. 47)
Alaattin Karaca: Cemil Meriç’in tespitleri doğru. Burada hemen şunu da ekleyelim. Neticede Tanpınar da özellikle gazete yazılarında devrinin adamıdır. Devrinin çoğu aydını gibi, iktidar karşısında tedbirli, zaman zaman da hesaplı-kitaplı yazıyor… Ama romanlarında, sanatkâr ruhu, samimi dili konuşuyor, tedbiri elden bırakıyor doğal olarak. Ben gerçek Tanpınar’ın önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde sonra Mahur Beste’de ve Huzur’da olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Cemil Meriç dediniz de; Tanpınar’dan başka bir de Cemil Meriç'te gördüm o derin eşikte kalma hâlini, o büyük ıstırabı, kafasıyla başka yerde, gönlüyle burada, ama ikiye bölünmüşlük. Bizim kaderimiz "bilinç yarılması. Sadece bizim değil, tüm Ortadoğu bu bilinç yarılmasını yaşamakta, ama bizde bunu anlatacak kalemler çıkmadı.
Mustafa Everdi : Davadan sıra gelmiyor işte!
Alâattin Karaca: Evet, dava, koltuğa sahip olmak davası ise bundan sıra gelmez. Ama asıl iktidar kültürdedir, bu da sanatla, felsefe ile olur. Ne garip, dava sahibi dindar ve muhafazakâr, milliyetçi siyasal partiler, hep maddi ilerlemeye öncelik verdiler, Türkiye maddi refaha daha çok onlar sayesinde kavuştu, kavuştuğu şekliyle… Ama kültürle meşgûl olansa daha çok karşı kesimler… O nedenle bence kavi bir ret cephesi var, muktedirler cephesi; çünkü kültürde muhkem kaleler yapılmış, üstelik kısa zamanda. Dindar ve muhafazakarların sadece bir tarih masalları var ellerinde, şu tarih de olmasaydı, şu Süleymaniye, Su Fatih, şu Sultan Ahmet vb.. ne yaparlardı acaba?...
Bekir Paksoy: Davadan döneni vurmuyoruz artık!...
Alâattin Karaca: Davanın ne olduğunu ve ne yapılması gerektiğini bulalım bu toz duman içinde önce!...
Mehmet Çetin : Yani davamız ayrı yerde sanatımız ayrı yerde...
Alâattin Karaca: Mehmet Bey, önce şunu samimiyetle itiraf edelim. Bizim Cumhuriyet’ten sonra, öyle sağlam, mazi ile köprüler kurmuş sanatkarlarımız olmadı. Hâlen yok da!.. Ayağa kalk Sakarya, bir heyecan, romantik, haklı bir heyecan. İnsanları heyecanlandıran bir söylem. Ama köklerinden koparılmış ve bir sürü problemlerle malul bir toplumu, topluluğu sanatsal olarak diriltmek de zordur. Ama şunu söylemek zorundayız. Türkiye’de dindar, muhafazakâr ve milliyetçi kesimin, maddi imkanları kısıtlı, tarihsel birikimleri kıt, orta esnaf ve memur ve çiftçi sınıfı olduğu söylenebilir. Bu sınıf, sermaye bakımından güçlü, Batıyla temaslar kurmada avantajlı, okumuş yazmış seküler bir kesimle mücadele etmesi gerçekten zordu. Ama zamanla şunu görüyoruz. Problem şurada: Türkiye’de dindar kesimler de maddi bakımdan yükseldikçe, kültürden, sanattan tamamen kopmaktalar. Bu kesimde yüksek bir estetik zevk, tarihsel derinlik henüz istenilen seviyede değil. Zaten buna talip de değiller. Sorun bu! Fukara insanlar, biraz cepleri para görünce sanatla edebiyatla uğraşmıyorlar, lüks, refah öncelikli bu kesim için. Önce bu mantalitenin değişmesi lazım. Şimdi Allahınızı severseniz, İslamcılık siyasal olarak –guya güçlü Türkiye’de- ama kültürel olarak güçlü denebilir mi? Kaç Müslüman aydın, bırakın Cumhuriyet’in ilk yıllarını, meşrutiyet yıllarındaki İslamcı düşünce önderlerinden, onların düşüncelerinden haberdar, kaçımız, Hüseyin Kazım kadri, Said Halim Paşa, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Banzade Ahmet Naim vb. düşünce adamlarını irdeledik? Sırat-ı Müstakim, Beyanülhak, İslam, Ceride-i Sufiyye, Sebilürreşat gibi dergilerdeki fikri, İslâmi tartışmaları gündeme getirdik? Bunların ne kadarı yayınlandı? Bunlar yapılmadan bir fikir hareketi şerhedilemez, yayılamaz, güçlenemez ve sadece bir slogan olarak kalır. Millet heyecanı seviyor, kimse oturup yıllarca çalışmaya, talip değil, bu şöhrete tutulmaktır. Zamanın ruhu sizi sararsa, “hâl”de kalır, maziye dönemez, istikbali de kuramazsınız. İstikbal kurulmaz, çalışılırsa kendiliğinden gelir zaten.
Adnan Tekşen : Mustafa Everdi önemli bir konuya temas etti. Dindar kesimin toplumsal değişmeyi sanata dönüştürememesi biraz hayata dinden bakarkenki yanlışlığında.
Alâattin Karaca: Adnan Bey, dindar kesim 1940’larda biraz kapıyı açmış, dışarı bakmaya başlamış. Gül Yetiştiren Adam gibi evine kapanmış. Sosyal ve siyasal şartlar da var bu kapanışta.
Salih Cenap Baydar: Biraz da içine kapanmışlığında...
Alaattin Karaca: Mustafa Everdi’nin sorusuna biraz daha devam edeyim. Tanpınar, evet sonuçta sekülerdir. Ben modern adamım der, o nasıl modernlikse? Deminde söyledim, gazetelerde yazdığı kimi yazılarda da başka biri gibidir. Ama bence asıl Tanpınar romanlarında, özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndedir. Hatta Hayri İrdal, o Osmanlı'yla Batı arasında kalmış Hayri İrdal, Halit Ayarcı'nın oyuncağı olmuş Hayri İrdal'dır Ahmet Hamdi. Bence hepimiz Hayri İrdal değil miyiz? Halit Ayarcı'nın elinde oynadığı, biçimlendirmeye çalıştığı. Hayri İrdal’lar değişmez bu ülkede, ama Ayarcılar değişir… Ama en hüzün verici olanı, Ayarcıların bir zamanlar “mağdur” olan kesimlerden de çıkabilmesi, çıkabilme istidadı göstermesi…
Mustafa Everdi : Çok doğru biz Hayri İrdal günü düzenlemeliyiz..
Alaattin Karaca: Düzenleyelim, ama katılanın olmayacağından eminim. Artık İrdal’lar kendini dahi belli edemez, ifşa edemez bu toplumda… İrdal’ları bile un ufak ediyoruz.
Salih Cenap Baydar: Ya Necip Fazıl? Onun konumu ne bu süreçte?
Alaattin Karaca: Necip Fazıl, 1930’lu yılların ikinci yarısından sonra, giderek toplumsal bir misyon alıyor. Öncesinde daha bireysel, farklı bir çevresi var. Kırklı yıllarda dozu yavaş yavaş artan bir CHP muhalifliği ile siyasete meylediyor. 1950’li yıllarda ise DP ile ve Büyük Doğu ile bütünüyle bir siyasal mücadele içinde. Bu siyasal mücadele içinde kazanımları var, dindar ve muhafazakâr cephede etkili bir isim. Ama tabiatıyla, siyasal faaliyetler sanatsal faaliyetlerin önüne geçiyor…
Bekir Paksoy: Hadsizlik etmek istemem ama.. O'nunki ekmek mücadelesiydi. Asıl garip ve muzdarip olan mücadele eden nazımdır, yanlışım varsa düzeltin lütfen.
Alâattin Karaca: Nazım da Necip Fazıl da fakir değildiler, aileden aristokrat ve belli bir refah düzeyine sahiptiler. Çok da maddi sorunları olmadı, sanmıyorum. En azından kırklı yıllarda…
Salih Cenap Baydar: Edebiyat, salt edebiyat yapmak yeterli mi?
Alaattin Karaca: Bence edebiyatçı, salt edebiyatla uğraşmaz. Öncelikle, salt sanat yapmak, sanat sanat içindir diyerek, sadece güzelliğin peşinde olmak yeterli değil. Zaten edebiyat, kendi form ve dili içinde bir sanattır ve sanatkârâne kuralları vardır. Bunu, edebiyatçı tarihten, siyasetten, toplumdan ayrı olarak fildişi kulesinde güzel hayaller avlamak diye anlamak yanlış. Günümüz edebiyatçılarına, öncelikle tarihimizi, düşünce zincirimizi tanıma, araştırma gibi bir önemli iş de düşüyor. Bu bağlamda özellikle edebiyat bilimcilerin salt edebi eserlerle değil, tarihle, felsefeyle, sosyolojiyle de yakından ilgilenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Kaybettiğimiz, koptuğumuz bir medeniyetten bahsediyorsak, salt edebiyatla meşgul olarak, kopan zinciri, birbirine bağlayamayız; hatta sadece tekniği, kurgusu, anlatımı güzel eserlerle sanatkârâne bir eser ortaya koyamayız. Sanatta özle biçim aynı derecede değerlidir. Türk edebiyatında en kuvvetli eserler, temellerinde güçlü bir tarihî derinlik, güçlü bir kültürel zemin olan eserlerdir. Tanpınar’ı edebiyatımızda güçlü kılan da budur; yani eserlerinin içindeki güçlü tarihsel derinlik, güçlü bir kültürel muhteva. Yani salt retorikle yetinmek mümkün değil. Salt retorikle yola çıkan şair ve yazarlar, başlangıçta sükse yapsalar da zamanla muhteva olarak zayıf olmaları itibariyle etkili olamazlar. O nedenle mesela medeniyeti ihya, inşa ideali taşıyan sanatkârların her şeyden önce bu medeniyetin sanatsal kaynaklarını, fikrî temellerini, tarihsel olay ve kişilerini iyi kavramaları, bunları eserlerine taşımaları gerekmektedir. Edebiyat da neticede geçmişin, günümüzde, günümüzün diliyle yeniden yorumlanmasından başka bir şey değildir. Mesele bu bağlamda siyasi veya tarihi roman veya hikâye yazabilmek için fikir tarihimizdeki önemli halkaları, önemli şahsiyetleri tanımak da gerek. Devrin ruhunu sağlıklı bir biçimde okuyabilmek için, kendi kültürümüzün, önemli fikir adamlarını, gözden geçirmekte yarar var. O nedenle ben, Namık Kemal'lerden başlayarak, İkinci Meşrutiyet’ten sonraki yılları da kapsayacak şekilde, günümüze değin, kimi fikir adamlarının edebiyat dışı makalelerinin, eserlerinin okunması ve tartışılmasını gerekli buluyorum. Mesela Ahmet Midhat Efendi'nin edebiyat dışı birçok eseri var. Örneğin Niza-ı ilm ü Din bunlardan biri… Bunu da okumalı edebiyatçılar, aynı şekilde Ziya Paşa’nın siyasi eserlerini Veraset Mektuplarını, Rüya’sını, Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi’ni, Hüseyin Kazım Kadri’yi, Şeyhülislam Mustafa Sabri’yi, Babanzade Ahmet Naim’i, Halide Edip’in Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri’ni vs… Hele İslâmcılık tartışmaları bağlamında; İslâmcı iddiasında bulunan fikir adamları ve edebiyatçıların bunları derinlemesine kavramadan ve değerlendirmeden sağlam kalıcı bir fikir, eser üretebileceklerini sanmıyorum. Bir fikri hareket yorumlandıkça, edebi eserlerle yeniden ve yeniden yazıldıkça, gelişir… Yoksa bugün görüldüğü gibi konu, yalnızca siyasal parti düzleminde, bir iktidar, koltuk mücadelesi düzeyinde kalmaya mahkûmdur.
Mustafa Everdi : Mukayese olmayınca rekabet gücünü kaybeder toplum aydın yazar tabiiki Alaattin Karaca hocam..
Alâattin Karaca: Evet Mustafa Bey, bizde mukayeseli çalışmalar az. Bir de özellikle dindar kesimde rekabet edecek kalem az. Bu azlık mukayesesizliği, mukayesesizlik de “yüceltme”yi doğuruyor. Mukayese edecek kalemler çoğaldıkça zamanla her şey yerli yerine oturacaktır diye düşünüyorum. Bu bağlamda devletin imkânlarına kavuşan söz konusu kesim, herhalde kendini tartmıştır, tartmaktadır… Bu tartmada terazide ne kadar çekiyorlar… Bunu görmek de önemli ve acı da olsa bir tecrübe tabii..
Salih Cenap Baydar: Bu mânâda biraz daha yakın tarihe gelirsek Refik Halid, Halide Edip, hatta Yakup Kadri ve Kemal Tahir önemli halkalardan sayılması gereken yazarlar olarak değerlendirilebilirler mi?
Alaattin Karaca: Refik Halid, bence Türk edebiyatının dili en zengin, en güzel yazarlarındandır. Müthiş bir gözlem ve müthiş bir zeka, Osmanlı’nın kültürüyle birleşmiş ve müthiş yazılar, hikayeler romanlar ortaya koymuştur. Örneğin onun Üç Nesil Üç Üç Hayat’ında yaptığı tespitleri, gözlemleri, toplumsal değişmeyi bir nesneden okumasını, bugün yapabilecek bir kalem henüz yok. Onu, biraz da siyasal macerası, tercihleri, edebiyat tarihimizin dışına itti. Ama son zamanlarda tüm yazıları derlenip toplandı, gazete yazıları kitap halinde basılıyor. Halide Edip’i de özellikle aldığı Batı eğitimi açısından, hatta ABD’nin gelecekte Ortadoğıu’da ve dünyada etkisini görmesi açısından hiç yabana atmamak gerekiyor. Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan tesirleri adlı eserinde, daha o yıllarda, Türkiye’nin siyasi kaderinin gelecekte ABD ile birlikte hareket etmesinde olduğunu söylemesi, mütiş bir öngörü idi bence.
Adnan Tekşen : Türk Modernleşmesinin fikir kaynaklarından biri olan Kadro dergisinde yazanların çoğu da edebiyatçı.
Alâattin Karaca: Kadro'ya gelince, yeni Türkiye için kendince teklifleri olan bir aydın grubuydu. Yakup Kadri de bu grupta yer almıştı. 1933'te çıkmaya başlayan bu derginin, Şevket Süreyya Aydemir de dahil olmak üzere Türk edebiyatında ve fikir hayatında önemli bir yeri var. Tabii Yakup Kadri'yi Zoraki Diplomat yapan da biraz bu Kadro macerası oldu. Ama Türk modernleşmesinde bu derginin ve kadronun önemli etkileri olduğu muhakkak. Yani şunu söyleyelim: Edebiyat siyasal fikirlerin dışında değil, bizzat içinde Türk modernleşme sürecinde ve oldukça etkili. Bugünkü dindar ve muhafazakâr kesimin her şeyden önce, sanatın bu açıdan önemini kavramaları gerek.
Kamil Güngör: Benim bir sorum daha olacak . Cumhuriyetin başında yapılan dil devrimi edebiyatı nasıl etkilemiştir? Benim algım, derinliğin kaybolduğu yönünde. Aslında bu gözlemim diğer alanlarla ilgili ama edebiyata da yansımalarının olduğunu düşünüyorum.
Alaattin Karaca: Kamil Bey, öncelikle şunu söylemeliyim. Harf devrimini kastediyorsanız, dil devrimi ile.. Elbette harf devrimi ile radikal bir kültürel kopuş oldu. Ben hep şöyle derim: Yarın bir başkası gelse, harf devrimi yapsa, biz nasıl bir pozisyona düşersek, inanın dedelerimiz de öyle bir duruma düştü. Ama harf devrimi ile kalmadı iş! Harf devrimi bizim eski eserlerimizi okumamızda bir engel oluşturmuştur, doğru. Ama asıl büyük kopuş, öz Türkçe adı altında, bizim kendi kavramlarımızdan, kelimelerimizden, deyimlerimizden kopmamız şeklinde oldu. Kelimelerin azalması, düşüncelerin, hayallerin de azalması, fakirleşmesi demektir. Dille düşünce arasında doğrudan bir ilişki var. Dil varlığın evi'dir. Doğrudur. Böylece biz, varlığımızın evini boşalttık. Bir kere, edebiyatımızda 1940’tan beri sadece 60-70 yıllık bir dille şiir yazılır, edebiyat yapılır oldu. 70 yıllık bir kelime hazinesi ile, tarihsel çağrışımları olan, zengin anlamlar içeren, derin bir kültürel birikimi yansıtan eserler ortaya koyamazsınız, koyamıyoruz da… Şiir, yüzyıllara rafine dilmiş bir dilin, tarihsel olay ve olgularla, deyimlerle, atasözleriyle zenginleşmiş bir dilin ürünü olabilir ancak. Böylesine dar bir dille ancak böyle dar, ahenksiz, anlam bakımından kısır bir edebiyat vücuda getirebiliyoruz. Son yüz yılın iyi şairlerine bakın yine maziyi, mazinin dilini, kültürünü bilen, buna vakıf olanlardır. Tanpınar, maziden geldiği için, mazinin dilinden ve kültüründen geldiği için büyüktür, Refik Halid de öyle. Necip Fazıl da kısmen öyle, hatta Nazım Hikmet de öyle. Bunlar Osmanlı kültürüne vakıf son nesildi ve eserlerinde bu dili bu kültürü şöyle ya da böyle yansıttılar, en azından bu birikim zincirine bağlıydılar… Eserlerine derinlik veren bu kültüre bağlanmaları olmuştur. Öz türkçeçcilik cereyanı ile biz kavramlarımızı, keşlimelerdeki anlam nüanslarını kaybettik. Kavramlarını kaybeden bir millet sıhhatli düşünemez, derinlik bu yüzden kayboldu. Düşünün bir kere, tefekkür, tefehhüm, irfan, umran vs. Bunlar kavramdır, bu kavramları kovarak düşünce üretemiyoruz… "Düşünce" tefekkürü karşılamıyor bile.
Ömer Faruk Özgür: Alaattin Karaca hocamıza biraz genel bir soru yöneltmek isterim. Geçmiş dönem fikir insanlarını, birden fazla uğraşı alanı ile meşgul olduğunu görmekteyiz. Örneğin bir konuda tıp alanında uzmanken aynı zamanda iyi bir şair veya matematik alanında uzmanken aynı zamanda el sanatlarında mahir olduğunu görüyoruz. Bu konuda güzel bir örnek Ali Kuşçu olabilir. Hem astronomi alanında hem matematik alanında eserleri var. Yine İbni Sina hem tıp, hem metafizik ve felsefe konularında ciddi eserler vermişler. Geçmişte bu multidisipliner ( çok disiplinli ) yapı bilim insanlarında mevcut iken, günümüzde çok daha fazla uzmanlaşma ve bir alanda yönelme anlayışı hakim. Acaba bu durum hakkında Alaattin Karaca hocamızın yorumunu öğrenebilir miyiz?
Alâattin Karaca: İslâm toplumunda tarihte bu böyle idi. Hayyam hem şair, hem bilgin. İbni Sina öyle, hem tıpçı hem felsefeci, musiki risalesi bile var. Bizde padişahlar, devlet adamları şairdirler aynı zamanda. Kültür, bir bütündür. Son döneme kadar bunun devam ettiği görülebilir. Bugün bu çeşitlilik yok. Devlet adamlarının sanata ilgileri zayıf, kültür daha az önemseniyor. Bizim medeniyet ve ilerleme formülümüzde sosyal bilimlerden ziyade, sanattan ve kültürden ziyade, matematik, fen, maddi ilerlemeler, teknoloji egemen. Fikir üretmektense, köprü yapmayı, havaalanı inşasını daha ön plana alıyoruz. Elbette bunlar da önemli. Ama medeniyet ilerleme sadece maddi ilerlemeden ibaret değil. Bir de meeniyet-i sahiha dediğimiz, ruhî medeniyet var. İnsanın ruhu, terbiyesi, ahlaki kurallar, hukuk, vicdan, görgü, estetik zevk vs… Bunları göz ardı edemezsiniz. Sonra da toplumda kimlik krizleri çıkınca neyiniz eksik diyoruz? Evet, gerçekten neleri eksik? Bu soruyu cevap verirsek, sorunu fark edeceğiz!..
Bekir Paksoy: Hocam.. Ben hem moderniteden, hem de tasavvurumuzdaki medeniyetten vazgeçmek istemiyorum. Ne yapacağım?
Alaattin Karaca: Arada kalacaksınız Tanpınar gibi. Hayri İrdal gibi. İsmet Özel'i tercih ederim bu konuda. Hiç olmazsa arada kalmıyor.
Bekir Paksoy: Buhranlarımızın müellifi şimdi yaşasa ve İsmet Özel'le karşılıklı bir münazara yapsalardı...
Mustafa Everdi : Nasıl yani?
Alaattin Karaca: Ne diyordu,İsmet Özel, Batı'nın bilim ve teknolojisi ile, İslami değerler bağdaştırılamaz, bu bir avuntudur diyordu. Oysa ilim herkesin malıdır, Çin'de de olsa alınız diyen bir medeniyetimiz, dinimiz de var. Ama ilim, bir gayretle, bir emek süreci sonucunda kesb edilir, hazır alınmaz. Problem burada ilk olarak. İlim bir emek sürecinde, bir gayret ve çalışma ile elde edilince, kendinize mal ediyorsunuz, temellük ediyorsunuz, gerçek bir temellük bu! Şimdiki bence gerçek bir temellük değil, çalışmadan elde edilen hiçbir şey gerçekten temellük edilemez. Gayret ve çalımla ile, ilim kesb edilir, kesb edilen o ilimle siz de teknoloji üretirsiniz. Bu açıdan ilim nerede ise almamız gerek, ama şunu da unutmayalım, Batı’dai ilmin bir mantalitesi, arkasında bir felsefe var. Batıda bilim, teknoloji, çatışmadan doğmuştur, çatışmada güç elde etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Orada bilimin temelinde güç, iktidar elde etme var, egemenlik kurma var. Bugün olduğu gibi. İslâm’da bilimle rakibe egemen olma zihniyeti yoktur. İslâm’da ilim, Allah’ın insanlara bahşettiği bir şeydir. Allah, insanlara daha iyi, daha kolay yaşamaları için ilim vermiş, o ilimle teknoloji sahibi olmalarına izin vermiştir. Yoksa o ilimle hemcinslerine zulmetsinler diye değil! Ne zaman ki, insanlar Allah’ın ilmini ve verdiği teknolojik nimetleri kötüye kullanmışlar, tarih sahnesinden silinmişlerdir. Bizim ilim ve medeniyet anlayışımız budur. Bu bakımdan Batı’dan ilim alınır, teknoloji de alınır, önemli olan öznedir, onu kullanacak olan öznenin İslâm akidesine ruhuna sahip olmasıdır, ilim ve teknoloji bu ruhla beraber olursa ilerleme olur. Başka yerlerden hazır kalıplar alarak hiçbir millet ilerleyememiştir. Said Halim Paşa’nın dediği bu! İsmet Özel’i de yabana atmayalım. İslâm’ın bir ilim ve teknik zihniyeti vardır, onun ne olduğunu bulmamız lazım. Ancak İsmet Özel, çok güzel sorular sorarak zihni müthiş çalıştırıyor da, insanları cevapsız bırakıyor. Dolayısıyla retorik müthiş, pratikte çıkmaz sokakta kalıveriyorsunuz. Kur’an ve hadislere bakarak, İslâm’ın nasıl bir ilim ve teknoloji görüşüne sahip olduğu ortaya konulmalı. Kaynaklardan hareket ederek bir cevaba ulaşabiliriz. Gönlüm Özel'den yana ama retorik gönül çeler, çeliyor, edebiyatın, şairin gücü buradan da çıkıyor işte. Fuzuli ne diyor: Aldanma ki şair sözü elbet yalandır…
Bekir Paksoy: Tamam da hocam... binalara çok çimento dökülürken, toplumsal çimento çöktü diyor bir başkası da
Adnan Tekşen : Bekir bey 100 yıllık sorumuzu sordu: Gelenekten beslenerek yenilenmek mümkün değil miydi? Alaattin hocam Bekir beyin sorduğu sorudan bir yol açsak: Türk Modernleşmesi neden gelenekten yenilenmeyi beceremedi ?
Alaattin Karaca: Bu çokça dile getirilen, ama pratikte hiçbir şey yapılmayan bir mesele: gelenekle köprü kurmak!... Türk modernleşmesi geleneğe karşıydı, onların konumu belli. Ama, Türk modernleşmesini yıllarca eleştirenler de bunu sadece bir retorik olarak kullandılar, pratikte bir şey yaptıklarını söylemek mümkün değil. Hatta edebiyat bağlamında, Necip Fazıl’lardan bugüne, muhafazakar kalemler, retorikte bunları çokça yazdılar. Amaaa, açık konuşalım, biz muhafazakârlığı genelde, antimodernist bir tepkiye bağladık uzun süre… Salt karşı çıkan muhalif bir söylem. İktidarda olmadığınız sürece, bu muhalif söylem, elbette kamuoyunda bir etki bırakır, ama iktidara gelirseniz, artık muhalif söylemin, mağdur edebiyatı yapmanın kamuoyu nazarında bir açıklaması olamaz. Bu açıdan bakılında gelenekle bağ kurmada en fazla çabanın Sezai Karakoç tarafından geldiğini söyleyebiliriz. Karakoç, retoriğin, siyasal heyecana dayanan bir söylemin şehvetine kapılmadan, daha dingin bir dille, kendi ulaşabileceği, gücünün yettiği kadar, bir gelenek arkeolojisi yapmıştır. Elbet bu, çom uzun zamanlar isteyen, yorucu bir çalışma… Buna tahammül gerek, sebat gerek. Ancak Karakoç’tan sonra gelen genç kuşaklar ne yazık ki bu yorucu, uzun yola talip olmadılar, olmuyorlar. Şiirde bir kısmı, İkinci Yeni’nin dil kıvraklığına, özgün diline ve imgesel orijinalitesine aldandı… Bizde gelenekle kültürel ve entelektüel anlamda bağ kuran yazarlardan biri Tanpınar’dır. Bakışı, görüşü bir yana. Onun eserlerinde bir medeniyetin tarihi, musikisi, estetik zevki, şahsiyetleri, zevki konuşur… Ama Necip Fazıl’ın açtığı yoldan gidenler ve ondan sonra çıkanların çoğunun gelenekle bağ kurma gibi uğraşları, çalışmaları olmadı. Böylece kimi Dostoyevski’ye, kimi Kafka’ya, kimi Marcel Proust’a dayandı. Şeyh Galib’a, Mevlana’ya, Yunus’a, Fuzuli’ye, Baki’ye, Hüsn ü Aşk’a, Mantıku’t-Tayr’a , türkülere –ki bizim asıl romanımız türkülerdedir der Tanpınar- giden yok. Maalesef, Büyük Doğu’dan sonra gelen Mavera, Edebiyat Dergisi ve sonra gelenlerin de bariz bir iz bıraktığı söylenemez bu yolda.
Bir de bugünkü manzara var: Muhafazakâr denilen kesim de medeniyet konusunda, modernleşmecilere yakın bir tarzdadır, öyle görünüyorlar. Bu kesimin de medeniyet ve terakki denilince anladıkları asıl, birincil şey; maddî ilerleme, bilim, özellikle teknoloji. Bundan dolayı, yani manevi medeniyet cephesini ihmal ettiğimiz için, sadece demir ve çimentoya ağırlık veriyoruz, tabi çöker. Sorun özneye, onu kullanacak insana ruh verememekte…
Salih Cenap Baydar: Sinekli Bakkal'dan:
— Bir Müslüman milletinin an'anesini, medeniyetini neden her vesile ile tahkir ediyorsun?
— Medeniyetimiz yok ki tahkir edeyim. Ziya Paşa'nın dediği gibi, sizin tahkir ettiğiniz küfür diyarı mamureler kâşânelerle dolu; mülk-i İslâm baştan başa virane..
— Kâşaneleri başlarına yıkılsın. O imansız, padişah haini herif gibi sen de medeniyeti kâşane, mamure farz ediyorsan sana yuf!
http://www.alticizilisatirlar.net/.../kafiristandan-esen...
Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!
Alaattin Karaca: Adnan Abi, Türk modernleşmesi, bir kere modernizmin ana karakteri gereği geleneğe karşıydı. Karşı olduğu geleneği yenilemek şöyle dursun, silmeye çalıştı, hatta geleneği yenilemek arzusunda olan şuarayı da sildi, görmezden geldi. Onun için dedim, Türk edebiyatının modernleşme ölçeğinde yazıldığını. Modernleşmeyi bir ana ölçüt olarak aldığımızda, Şinasi'yi müceddid, Tevfik Firet'i hürriyet şairi olarak edebiyat tarihimizin baş köşesine oturtmuş oluyoruz. Namık Kemal de "vatan şairi", Nazım Hikmet "Mavi Gözlü Dev"… Efsaneler modernizm yanlısı da ondan ya da bunlar Türk modernleşmelerinin efsaneleri, üstelik üstlerine dokunulmazlık zırhı da giydirilmişler. Beri yanda da efsaneler var, onların da dokunulmazlık zırhları var. Tabi arada iyi mukayeseler, mukayese ölçütleri de yok… Teker böylece dönüyor… Türk edebiyatı tarihi de bir tür tabular tarihi…
Salih Cenap Baydar: Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. (Şuara-224-225-226﴿
Alaattin Karaca: Salih Bey, şiir başka vahiy başka, şair başka peygamber başka… Bunları karıştırmamak için inmiş bir ayettir, benim bildiğim. resullerin sözleriyle şairlerin sözleri karıştırılıyordu, karıştırma tehlikesi vardı. O nedenle indi o ayetler; yoksa İslâm şiire karşı değildir, hatta şiire en çok itibar edilen medeniyet İslâm medeniyetidir.
Alaattin Karaca: Ama bak, sen yazınca şunu da söyleyim: Tasavvuf şiirinde "Bu sözler benden değil Halık âvâzından gelir" vb. pek çok mısra var. Burada duruyorum.
Salih Cenap Baydar:
Mesela Yunus Emre'nin şu şiirinde olduğu gibi:
Ete kemiğe büründüm …. Yunus diye göründüm.
Sıyırın eti kemiği, işte onun sesi, işte onun kendisi.
Ol kadiri kün feye kün, lutfedici sübhan benem.
Kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.
Nutfeden Adem yaradan, yumurtadan kuş türeten.
Kudret dilini söyleten, zikreyleten sübhan benem.
Hem batinem hem zahirem, hem evvelem hem ahirem.
Bu cümlesini yaratıp tertib eden Yezdan benem.
Yoktur anda tercüman, andaki iş bana ayan..
Bin bir adı vardır bir adı da Yunus, ol sahibi Kur’an benem.
Adnan Tekşen : Bekir beyin hoşuna gider mi gitmez mi bilmem, bu anlamda Nazım Hikmet, Türk Modernleşmesine, onun içinden çıkmış bir antitezdi.
Alaattin Karaca: Abi tam da topu ayağıma attın. Ece Ayhan Nazım Hikmet'in hapse düşmesi için, "Kemalistler arasındaki bir iç kavga"ydı der. Ben bir yazımda şunu söylemiştim: Nazım da İnönü de temelde aynı felsefeye bağlıdır. Yani ikisi de “Türk modernleşmesi”ne bağlı. Nazım, 3. viteste gidilmesi gereken yolda 5. vitese takmış, hızı yüksek olduğundan kavgaya sebep olmuş, trafik cezası yemiştir. Bu yolda bu kadar hızla gidemezsin demişlerdir. Yoksa aynı yolun yolcuları…
Bekir Paksoy: Adaletsiz medeniyet olur mu hocam? Batı bağlamında bir şey demiyorum, bizim zihin dünyamız ve uygulamamızda diyorum. Yesrib/Medine hayal midir
Vehbi Başer: Bir ara soru sormama müsaade var mıdır?
Salih Cenap Baydar: Buyurun Vehbi Başer hocam...
Vehbi Başer: Alaattin Karaca Hocamız, bir yerinde şöyle bir ifade kullanmış: "... gözümüz sadece maddi medeniyette olduğu ve manevi medeniyet cephesini ihmal ettiğimiz için..."
Bu ifade eskiden "modernleştirici-batıcı seçkinler"i eleştirmek için muhafazakarlar tarafından kullanılırdı. İlahiyatçı ve edebiyatçı muhafazakârlara ulufe dağıtmaktan başka muhafazakar seçkinlerimizin manevî medeniyete bir hizmeti var mıdır?
Alaattin Karaca: Adaletsiz medeniyet olmaz, ama Batı'nın adalet sistemini kastetmiyoruz elbette. Aradığımız Batı tipi bir adalet sistemi mi? Değil. Said Halim Paşa'yı okurken bunlara rastladım. Batı toplumu ile İslâm toplumları yapısal bakımdan farklıdır der. Batı, sınıfsal çatışmalara dayalı bir toplum, adalet sistemini de ona göre kurmuştur. Ama sizin söylemek istediğinizi anlıyorum Bekir Bey. Yukarıdan beri söyledim aslında, din, kültür, sanat, edebiyat, hukuk, ahlâk, töre, terbiye vs.. Bütün bunlar da medeniyetin ruhunu teşkil ederler. Ruhsuz medeniyet olmaz. Medeniyet sadece bir “ten”sel refah, bir beden, bir maddeden ibaret değil, tıpkı insan gibi. Bizde medeniyetin ruhu ıska geçiliyor, hatta kendilerini muhafazakar tanımlayanlar tarafından. Aslında medeniyeti Batılılaşma olarak gören Türk modernleşmecileri bu konuda daha tutarlı denebilir. En azından onlar, medeniyetin Batı’dan kopyaladıkları ruhunu da bu topraklara getirmek için uzun geceler süren ruh çağırma seansları yapmışlardır. Çünkü onlar medeniyetin aynı zamanda bir kültür işi olduğunu çok iyi biliyorlardı. O nedenle yeni bir kültür inşası için büyük çaba gösterdiler, eskiyi silmek için de tabi…
Alaattin Karaca: Şimdi günümüzde herkes kamusal alana, kamusal göreve talip, bunu da bir "hizmet" olarak görmekte, değerlendirmekteler… Bu, işin bir yanı. Yani aydın, sanatçı şahsiyetler, bir kitle hâlinde kamuya akıyorlar günümüzde. Kimse üzerine alınmasın ama, ilme, sanata talip olan az. Zaten buna fazla prim de verilmiyor. Sonra açıkça belirtmem gerek ki, asıl manevi medeniyet, büyük ölçüde sivil alanlarda üretilir, üretilmekte, tabii mecrasında yani. Sanat-edebiyat da öyle.. Devletin, siyasal iktidarların gölgesinde sanat-edebiyat, manevi medeniyet üretilmez, doğmaz, doğarsa da zorlama, geçici olur. Türk modernleşmesi bunu yaptı, yıprattı, ama unutturamadı… Aynı yöntemi benimsemek doğru değil. Yani böyle “ulûfe” dağıtarak bir kültürel hamle, kalıcı sahih bir kültürel hamle yapmak mümkün değil. Olmuyor da zaten, görüyoruz. Son on yılda çıkan, gazete yazarları, edebiyat dergileri, kimi de “ulufeler”le büyütülmek istenen şeyler. Ama sanatta, edebiyatta, fikirde, güçlü, kalıcı ürünler üretiliyor mu, bunlar bir iz bırakıyorlar mı dersek, çoğunun rüzgâr önünde yaprak misali uçmakta, uçuşmakta olduğunu görüyoruz. Bu, zaten geçmişte bu cephenin eleştirdiği bir husustu, ama aynı yöntemi benimsemeleri, bu ülkede ana mantalitenin her iki cephede de aynı olduğunu, en azından benzer olduğunu gösteriyor. Tabii şunu söyleyim, sanat, edebiyat daha çok tabii mecrasında, sivil alanlarda neşv ü nema bulur, ama devlet de, devlet adamları da teşvik ederek buna katkıda bulunur, eskiden böyleydi. En azından alime, sanatkâra, tabii liyakat usulünce bir kıymet verilirdi. Şimdi bu liyakat usulü değişmiş, ölçütler farklılaşmış görünüyor. Hükumetler şunu yapabilirlerdi mesela, bir kere medeniyetmizin önemli eserlerini, ana kaynaklarını, Arapça’dan Farsça’dan, Osmanlı Türkçesinden Türkçeye aktartabilirlerdi. Kütüphanelerdeki süreli yayınların indekslerini çıkartabilirlerdi, bunlar üzerinde çalışmalar yaptırıp yayımlayabilirlerdi, yani gelenekten kalan, ama kütüphanelerde çürümeye terk edilmiş çok önemli eserleri, böylece yeni hayatın içinde dolaşıma sokabilirlerdi, dolaşıma sokulan eserler üzerinde değişik çalışmalar yapılabilirdi, bunlar yeni dille yeniden yeniden yorumlanır, hayatın içine sokulurdu zamanla… Bir Hasan Âli Yücel’in yaptığını ondan sonra gelen hiçbir Bakan yapamadı. Üstelik muhafazakardılar…
Salih Cenap Baydar: Yavaş yavaş süremizin sonuna yaklaşıyoruz. Son beş dakikamız...
Ali Tolungüç: Medeniyet devlet otoritesine rağmen mi var olur ve gelişir?
Alaattin Karaca: Devlet dediğimiz soyut bir şey değil Ali Bey. Devlet de medeniyetin bir parçası, meclisiyle, hukuk sistemiyle, mektepleriyle, askeriyle vs… Medeniyetin teşekkülünde toplu organizelerin rolü inkâr edilemez. Devlet de toplu organize sonucunda. Ama medeniyet sadece devlet eliyle olmuyor, milletle beraber oluyor, yani resmi alanlarda üretilmiyor sadece, sivil alanlarda üretilenler daha etkili, daha tabii, daha kalıcı. Bazen resmi alanlarda üretilen kültür, kabul görmeyebiliyor da… Devlet, milletiyle aynı ruhta birleşirse sağlam bir medeniyet kuruyor, aksi takdirde milletiyle çatışan bir devletin medeniyet kurması mümkün değil. Biraz konuya uzak sayılabilir ama; Nahit Sırrı Örik'in Sanatkârlar adlı eserinde bir hikâye vardı. Onu hatırladım. Şairin biri çok fakirdir. Devir Osmanlı devri. Evinde yiyecek az kalmış. Hanım başında eve ekmek gerek diyor. Sadrazam yeni tayin olunmuş. Bir culûsname yaz da biraz bahşiş al, hiç olmazsa biraz yiyecek temin ederiz, diyor. Zavallı şair, tamam diyor ama, aradan bir iki gün geçiyor yazamıyor bir kaside. Hanım bekliyor. Aç. Ne ise bir gece şair, uyumuyor, masa başında sürekli bir şeyler yazıyor. Hanımı hevesleniyor, umutlanıyor, herhalde yazıyor, diye. Ertesi gün bir umutla geliyor, bakıyor ki şair, vefat etmiş, önünde de bir kağıt. Şair, ölürken de, beklenen şiiri yazmamıştır. Yazdığı şiir bahara kasidedir. Yani sultanın emriyle, siparişle yapılmaz sanat…
Bekir Paksoy: Vehbi Başer hocamın '... hizmeti var mı' bölümü ile de bir kaç söz duymak isterim, şahsen..
Alâattin Karaca: Yukarıda cevap verdim Vehbi Bey.
Vehbi Başer: Ama Alaattin Karaca Hocamızın müsamahasına sığınarak misafirim olması hasebiyle geç geldiğimden ötürü, uzatma talep ediyorum. Çok yorgun değilseler en az bir yarım saat uzatamaz mıyız?
Adnan Tekşen : Günümüz dindar kesiminin medeniyetle imtihanı.
Alaattin Karaca: Bir de Mimar Sinan'ın başından geçen olay anlatılır. Sultan Süleyman, ikide bir onu rahatsız eder. Bitir şu camiyi diye. Bir gün gelir kontrole, Sinan boş boş geziyor. Sultan Süleyman, eser gürler. Birkaç gün sonra Sinan gider Sultan'a. Bitirdim sultanım camiyi der, ama cami yine dört duvar üstünde kalmıştır. Kafamda bitti, der kafamda. Sanat böyledir, siparişle, iktidarların kamusal destekleri ile emirle olmaz. Ama sanatçı teşvik edilir, ona destek verilir, tabii “ulufe” olarak değil. Herkese, yaptığınca, yaptığının değerince..
Vehbi Başer: Kitabın daha zor yerinden bir soru sorasım var, uzatma alamazsak soramam…
Salih Cenap Baydar: Çok kıymetli katılımcılarımızın her birine katkılarından dolayı ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Alaattin Karaca hocamıza da bu soru sağanağı altında yorulmasına rağmen bir yarım saatlik uzatma talebine ne diyeceğini sormak istiyorum.
Alaattin Karaca: Daha açık söyleyeyim, mademki medeniyetimizden, kültürmüzden koptuğumuzu, koparıldığımızı iddia ediyoruz, bu nedenle gelenekle bağ kurmak istiyoruz, buyurun çalışın, burada şairlere, sanatçılara, devlet adamlarına, hepsine iş düşüyor. Bence bu konuda birikim yok, bub kesim zayıf, bilinç olarak da zayıf, sadece retorikte kalıyor bazı şeyler, pratikte çaba gösteren az. Üstelik ortalık söz cambazı dolu… Ayrıca somut bir proje gösterin, bir uygulama yok… Osmanlı harfli başvuru kaynaklarını, süreli yayınları yeni harflere aktaracak, ya da muhafaza edecek, ya da maarifte müfredatları düzeltecek bir uygulama, bir proje var mı? Medeniyet bir uzun proje işi, uzun çalışmaların, emeklerin ürünü… Öyle hazır kalıplar alarak, ithal ederek medeni olunmuyor. Bu nasıl bir sosyoloji ki, arkeoloji ki, felsefe ki kendi metinlerini okumaktan ve yorumlamaktan aciz. Bu şuurda olan sorumlu, gerçekten liyakatli insanlar lazım bize. Mesele bir yere oturmak değil, oturduğun makamın hakkını vermek, bu konuda birikim sahibi olmak, bilgi sahibi olmak!...
Alaattin Karaca: Teşekkürler arkadaşlar.
Bekir Paksoy: Binaları restore ediyoruz.
Alaattin Karaca: Ruhları restore etmemişsin neye yarar?.. Bir de gökdelenlerin gölgesine atarak, öyle değil mi?..
Vehbi Başer: Dindar, muhafazakar, yerli, toplumun değerlerine bağlı/saygılı... ne derseniz; bu sıfatla anılabilecek edebiyatçılar arasında, muhafazakar kesimlerin "övdüğü eski değerlere" methiye düzmenin ötesine geçerek bu kesimin özellikle son dönemde yaşadığı dolu-dizgin yozlaşma ve mateyalistleşmeyi ciddiyetle kavrayan, bu kesimin "reel-değerleri"ndeki "madde şehveti" ile hesaplaşan bir edebiyat eğilimi bulunduğunu söyleyebilir miyiz? Kim, hangi eseriyle mesela?
Alaattin Karaca: Hayır Vehbi Bey, günümüzde sizin söylediğiniz ilkelere sadık, hesaplaşma kabiliyeti ve isteği olan bir edebiyat yoktur. Olamaz da. Bu birikim, bu bilinç kıtlığı ile bunu yapamazlar. Sanat da eninde sonunda Hakikat’e tabi olarak yapılır, güce tabi olarak değil… Güce tabi olan birikimsiz, fukara, “taşralı muhafazakârlar” bunu yapamaz. Yıllar sonra ellerine fırsat geçmiş iktidar heveslileri, Hakikat’e değil “fırsat”a talip ve tabi olmuşlar. Burası sosyolojik bir vakıa…
Salih Cenap Baydar: Anlaşılan bu tatlı sohbeti sonlandırmak pek de kolay olmayacak! Ama izninizle artık sonlandıralım. Teşekkür ederiz hocam.
Alâattin Karaca: Ben de teşekkür ederim. Herkese iyi akşamlar. Sorularınız gerçekten düşündürücüydü.
Vehbi Başer: Hocam, derse biterken yetişen bu şımarık talebeye gösterdiğiniz müsamaha ve söyleşi performansınız için kendi adıma teşekkür ederim. Fakat, bütün söyleşiyi okuyup girdim inanın lafa :)))
Bekir Paksoy: Teşekkürler hocam... Sabrınıza ve dirayetinize. Müstefid olduk.
Alaattin Karaca: Hocam, iyi ettiniz, başım döndü, haklıymışsınız. Ben teşekkür ediyorum, sabırla takip ettiniz.