Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda ülkemiz tipik bir tarım toplumuydu. Nüfusun sadece dörtte biri şehirlerde yaşıyordu.
Amerika’nın Marshall Planı çerçevesinde yaptığı yardımlar 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti tarafından, büyük ölçüde tarımda makineleşmeye yönlendirildi. Köylerde çok sayıda çiftçi traktörle tanışınca ziraatta makineleşmenin ilk ciddi adımları atılmış oldu. Bu kaynağın kullanılması suretiyle Türkiye'ye 1950-53 yılları arasında 40 binden fazla traktör girdi ve beş yıl gibi kısa bir süre içinde tarım arazileri yüzde 60 oranında genişledi.
Endüstriyel ziraat makineleri sadece tarım arazilerinin genişlemesi neticesini doğurmadı. Yeni teknoloji, tarım faaliyetlerinde insan gücüne bağımlılığı ciddi şekilde azalttığı için kırsalda bir işsizlik sorunu baş gösterdi ve insanlar hayatlarını kazanabilmek için şehirlere göç etmeye başladılar.
1950’lere gelindiğinde nüfusumuzun yaklaşık yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Bu oran ellilerden sonra istikrarlı bir şekilde azaldı. 1985 yılına gelindiğinde artık ülkemizde köylerde yaşayan insan sayısı ile şehirlerde yaşayan insan sayısı eşitlenmişti. Kırdan kente göç hemen hemen aynı tempoda devam etti.
2012 yılında çıkartılan 6360 sayılı kanunla büyükşehir belediyelerinin mülki sınırları içinde kalan tüm köy ve belediyelerin kamu tüzel kişilikleri kaldırılınca köyler artık mahalle sayılmaya başlandı. Bu yüzden Türkiye İstatistik Kurumu'nun 2018 verilerine göre, Türkiye'nin 82 milyonluk nüfusunun yüzde doksan ikisi artık köylerde yaşamıyor görünse de doğru oranın yüzde seksenlerin biraz üstünde olduğunu varsayabiliriz.
İnsanlarımız köylerden şehirlere göçtüler ve artık köye, köy hayatına dönmeleri söz konusu değil.
Peki şehre göçmek, şehirde ikamet etmek “şehirli” olmak anlamına gelir mi?
“Şehirde yaşayan köylülerin” “şehirli” refleksleri kazanmaları için zaman lazım, bu bir süreç.
Belki en öncelikli değişim “yabancılarla” bir arada yaşamayı öğrenme noktasında gerçekleşecek.
Richard Sennett bir makalesinde şöyle diyor:
“Şehir insanların yabancılarla bir arada yaşamayı, tanıdık olmayan kimselerin tecrübe ve ilgilerine maruz kalmayı öğrendiği yerdir. Aynılık zihni çürütür, çeşitlilik zihni hareketlendirir ve geliştirir.”[1]
Yaşanılması gereken diğer bir dönüşüm süreci toplumsal iş bölümü yahut toplumsal dayanışma tarzıyla ilgili olacak.
İş yaparken ortaya konulan dayanışma şekilleri köyde ve şehirde tamamen farklı.
Köyde vasıfsız işçilerin, gündelik işleri daha kısa zamanda yapabilmek için kol güçlerini birleştirmesi söz konusuyken şehirde uzmanların çok daha karmaşık işleri kotarmak, aynı kalitede ürünleri hızlıca ve standartlara uygun şekilde ortaya çıkartmak ve icatlar yapmak için akıllarını, tecrübelerini birleştirmeleri gerekiyor.
Henüz bu noktaya ulaşamadık, “şehirdeki köylüler” safhasını yaşamaya devam ediyoruz.
Şehirlileşme yolculuğumuzun daha çok başlarındayız.
Uzmanlaşma oldukça sınırlı ve hak ettiği itibarı görmüyor. Doktorlarımız şiddete uğruyor, mühendislerimiz iş bulamıyor, akademisyenlerimiz hafife alınıyor.
Gençlerde işinin ehli uzmanlar olmak yerine sıradan işlerle uğraşan vasıfsız memuriyetlere yerleşme hevesi var.
Akrabalık ve mekân üzerinden kurulan birincil türden ilişkiler şehirlerde köy, kasaba dernekleri üzerinden sürdürülürken, inanç temelli cemaat yapıları tarikatlar ve dini cemaatler bünyesinde canlılığını sürdürüyor.
Mesela henüz yaşadığımız depremde, enkaz altında kalanlara yardıma giden kimselerin öncelikle kendi hemşerilerini araması bunun çarpıcı bir örneği olarak verilebilir.
İnsanlar eski alışkanlıkları gereği, kendilerine benzeyenleri arayıp buluyor, siyasi ve iktisadi açıdan azıcık güçlenince “yabancıları” -gerekirse zorla- kendilerine benzetme çabalarına giriyorlar. Bunu yapamadıklarında o yabancıları ortadan kaldırmayı bile değerlendirebiliyorlar.
Kendini doğrudan devletin ve yekpâre tasavvur edilmiş bir milletin sözcüsü yahut kolluk kuvveti yerine koyan bazı kimselerin yöneltilen siyasi eleştirileri tahammülsüzlükle karşılayarak yok etmekle tehdit edebilmesi, dediğimize misal olarak verilebilir.
Şehir hayatının gerektirdiği "sözleşmeler" hala geçici, hissi, kırılgan "uzlaşmaların" yerini alabilmiş değil.
Tönnies’in kavramlarıyla ifade edersek Gesellschaft içinde Gemeinschaft'ı yaşıyoruz.
Ama bu sürdürülebilir bir şey değil. Arızi bir durum.
Artık neredeyse hepimiz şehirlerdeyiz.
Yukarıda belirttiğimiz gibi “şehir” kozmopolit yapısı gereği farklı kültürlerin, kurallar çerçevesinde bir arada yaşamayı, birbirine saygı göstermeyi öğrenmesi gereken bir yer.
Şehirdeki köylüler, “yabancıları” hiçbir yolla kendilerine benzetemeyeceklerini, eninde sonunda karşılıklı tahammüle dayalı bir hayat kurmalarının gerekeceğini, “medeniyetin” ancak sözleşmeler üzerine yükselebileceğini öğrenecekler.
Umalım ki bunu öğrenmek insanımıza büyük acılara mal olmasın.
[1] Sennett’in bu sözünden haberdar olmamı sağlayan Prof. Dr. Ramazan Yelken hocama teşekkür ediyorum.
Yeni yorum ekle