Bir kültürün hayata bakışını, geriye bıraktığı maddi kültür ürünlerden takip edebilmek mümkündür. Bunun için de maddi kültür ürünü olarak halıdan gündelik kullanım eşyalarına kadar uzanan bir çeşitliliği dikkate almak durumundayız; ancak en çarpıcı ifadeler mimaride hayat bulmuştur. Ecdadın maddi kültür eseri mirası üzerine değerlendirmelerimizde öncelikle kendi düşünce tarzımızı ve kapasitemizi sorgulamamız gerekir. Siyah beyaz seçeneğine sıkışmış ikili mantığı terk etmek dışında akıl tutulması yaşadığımızı kabul edip zihinlerimizi doğru yönlendirmeye ihtiyacımız olduğunu kabul etmeliyiz.
Selçuklu örneğinden hareket edersek çoğu değerlendirmelerimizin akıl dışı olduğunu görebiliriz. Öncelikle Selçuklu mimarisini gerçekten anlamayabilmek için Selçuklu’nun bir göçebe topluluk değil medeniyet olduğunu idrak etmeliyiz. Selçuklular içinde, yerleşik hayatı bilenler ile göçebe olanlar birlikte yer almıştır. Ayrıca söz konusu olan göçebelik de başı boş gezginler şeklinde olmamıştır. Gidip gelinen yerin belli olması bugün Anadolu’nun birçok şehrinde, yazın yayla ya da bağ evine taşınma şeklinde kendini göstermektedir. Bu çaptaki bir imar faaliyeti yerleşik hayat kültürü olmadan mümkün değildir. Selçuklunun kervansaray, cami, hamam, medrese ve türbe şeklinde sıralanan bunca yapıyı yapanlar olmadığı şeklinde söylemi doğru kabul etmek mümkün değildir. Elbette farklı kültürlerden sanatçıların istihdamı söz konusu olmuştur. Ancak doğru bir akıl yürütme, tüm bu yapıları yaptırmanın bile medeniyet algısı olmadan mümkün olamayacağı sonucuna ulaştıracaktır. Çalışan mimarların, sanatçıların ya da ustaların etnik kimlikleri bugün bizler için değerli olabilir. Selçuklu gibi gerçek medeniyetler için önemli olan etnik köken sorgulaması değil yapılan işin niteliğini sorgulamak olmalıdır. Tıpkı Selçuklular gibi özgüveni yüksek medeniyetler, etkileşime açık tavırları ile kendi kültür ve inanç merkezinde senteze ulaşarak eşsiz konuma gelmişlerdir.
Selçuklu gibi aklını doğru şekilde kullanmış bir medeniyeti en basit soruları dahi sormadan kendi yarattığımız hayali dünya ile değerlendirmeye kalkıyoruz. Serbest bir araştırmacı, davet edildiği konferanslarda, Kayseri Köşk Medrese’nin kadın türbesi olarak değerinden söz etmekte ve türbenin cenazelik katına girişi olmayışını mahremiyetten yola çıkarak kadına saygı nedenine bağlamaktadır. Kültürel geçmiş ile ilgili değerlendirme yapmak sadece akademik dünyaya ait olamaz. Bağımsız araştırmacıların ya da yerel tarihçilerin emeklerini takdir etmemek ciddi bir yanlış olur. Ancak sorun akıl tutulmasının getirdiği sonuçlar ve etkileridir.
Eratna Beyliği’nin kurucusu Alaaddin Eretna tarafından, eşi Melike Suli Paşa Hatun adına 1339 yılında inşa ettirilmiş bu türbe içinde Suli Paşa Hatun dışında Aleaddin Eratna, oğulları Giyaseddin Mehmed ve onun oğlu Aleaddin Ali'nin mezarları bulunmaktadır. Bu yapı sadece bir kadın için kullanılan bir mezar yapısı değildir. Bu bilgi görmezden gelinmiştir. Ayrıca bu açıklamaya göre, Selçuklu mirasını devam ettiren Eratna ya da öncesinde Selçuklu döneminde inşa edilmiş kadın türbelerinin cenazelik katına giriş edep yoksunu bir tavır haline gelmektedir. Kadının statüsünün, rolünün ve birey değerinin eşsiz olduğu bu dönemlerde kadın tecrit edilmemiş, toplum hayatına dahil edilmiştir. Diğer örneklerle yapılacak basit bir kıyas Köşk Medrese’deki uygulamanın genel değil ünik olduğunu ortaya koyacaktır.
Akıl tutulması, Niğde Alaeddin Cami’nin ana girişinde, mukarnas olarak anılan prizmatik dolgularda kadın başı görme gayretinde de izlenebilmektedir. İnternet sayfalarında çizimleri de bulunan bu değerlendirme, sanat tarihi ve mimarlık tarihi gibi disiplinler tarafından ciddiye alınmadığı için değinilen bir durum değildir. Ancak bahsedilmeye bile layık görülmeyen bu tutum içten içe Selçuklu ile ilgili genel algıyı zehirlemektedir. Niğde Alaeddin Cami ile ilgili bu anlamsız sembolizmin ne kadar yanlış olduğu bir dakika ayırılıp düşünülmediği için hızla kabul görmektedir.
Niğde Alaeddin Cami, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat tarafından 1223 yılında yaptırılmıştır. Olmayan bir figürü görmek için kapının önünde dakikalar geçirenler, kapının üst kısmındaki iki insan başı tasvirinin farkına bile varmamaktadır. Saçları iki yandan örgülü bu figürlerin sembolik anlamları başlı başına bir tartışma ve araştırma konusudur. Açıkça yaptığı bir şeyi gizleyerek sunmayacağı doğru bir akıl yürütme ile ulaşılabilecek bir sonuçtur.
Selçuklu kültürü figürü sever. Heykel, kabartma ya da resim şeklinde tasvir hayatının bir parçası olmuştur. Gizli değil aleni olarak hayatında tasvirin yer almasını kabul etmekte zorlanmamız nedeniyle bu gerçekliği yok saymayı tercih etmekteyiz.
Batı kültürlerinde, Antik Yunan ve Antik Roma kaynaklı olarak görünenin bire bir olduğu gibi resim ve heykel ile aktarımı söz konusudur. Oysa Doğu özellikle Asya’daki kültürlerde tasvir, sembolik anlamları da olan bir ifade biçimidir. Ejder ilahi güç ile ilişkilendirilmiştir. Arslan iktidar gücü ve cesaretin temsili olarak kabul edilmiştir. Figürler, gözün gördüğü şekilde değil kültür ve inancın yönlendirdiği bir üslup değiştirilerek sunulmuştur. Ayrıca figür kullanımında, İslamiyet’ti kabul eden Selçuklu gibi Asya’dan kültürlerde niyet esas olmuştur. Amaç tapınmak olmadığından yapılan eser “put” statüsünde kabul edilmemiştir.
Niğde Alaeddin Cami girişindeki iki figür, evren zıtlıkları ile kaimdir ve ilahi düzenin tek bir sahibi vardır düşüncesi ile ay ve güneş , kadın ve erkek şeklinde değerlendirilebilir. Selçuklu figürlü sembolizminin derinliğini anlamıyorsak en azından hayali kadın başlarını görmekten vaz geçebiliriz.
Akıl tutulmamızın en çarpıcı örneklerinden biri de Kırşehir Caca Bey Medresesi’nde karşımıza çıkmaktadır. Anadolu Selçuklu döneminin önemli devlet adamlarından Caca Bey tarafından 1272 yılında yaptırılan medresede uzay ile ilgili eğitim ve araştırmalar yapılmıştır. Uzay ile bilgimiz ay, güneş ve dünya şeklinde sınırlı olduğundan, Selçuklu’nun da bu sınırlı bilgi çerçevesinde kaldığını düşünmekte ve geometrik şekilleri bu yönde açıklamaya kalkmaktayız. Selçuklu geometrisini, yurt dışında uzay geometrisi ya da kristalografi yani minerallerin şekillerini ve iç yapılarını inceleyen bilim insanları çalışmaktadır. Bizim açıklamalarımızı bu açıdan gülünç kalmaktadır.
Medrese ile ilgili Kırşehir Valiliği tarafından daha bilimsel çözümlemelerin yapılması adına bir yayın çıkartılmıştır. Yayının emanet edildiği bilim insanları ise söz konusu akıl tutulmasından kendilerini kurtaramamışlardır. Kitap içinde “Kepler’den Caca Bey’e” şeklinde başlık ilk düşünülmesi gereken noktadır. Kepler’in yaşamı 1571-1630 yılları arasındadır oysa Caca Bey Medresesi 1272 tarihlidir. 13. yüzyılda Anadolu’nun bilimsel bilgi düzeyi, başlığın “Cacabey’den Kepler’e” olmasını zorunlu kılmaktadır. Mezopotamya ve Antik Yunan merkezinde uzun uzadıya açıklamaların arkasında hiçbir detay olmaksızın İslam dünyasın bilimsel üstünlüğü olduğunu söylemek yeterli olmamaktadır. Ortaçağ İslam dünyasını eşsiz kılan, Antikiteden İran’a, Bizans’tan Uzakdoğu’ya kadar tüm kaynakları kullanması olmuştur. Bilimsel bilgi için bugün de geçerli olan bilginin peşinde koşmaktır. Kaynak kullanılmadan yeni bir bilgiye ulaşılması imkansızdır. Bu gerçekliğin nakledilmiş olması sorun değildir. Cacabey geometrisinin de kaynağı olan el-Kındi, Biruni gibi ilim insanları ve eserlerine yer verilmemiştir. Sonuçta 13. Yüzyılda Anadolu’da bu bilgiyi nasıl bildikleri yerine yaptıklarının günümüz keşifleri ve sonrasındaki latin kaynakları ile doğrulanması noktasına gelinmiştir. Selçuklu aklını kabul etmekte zorlanan aklımız, elle tutulur bir eser haline gelmiştir.
Medresenin içine girildiğinde karşılaşılan havuz ise bugünkü durumumuzun en çarpıcı ifadesidir. Uzay ile ilgili araştırma yapan medreselerin, Konya Karatay ve İnce Minareli örneklerinde olduğu gibi, kubbe ile kapalı avlusu altında dikdörtgen bir havuz bulunur. Kubbenin orta kısmı açık bırakılmış ve buradan havuza gelen yansımalar üzerinden gökyüzü incelenmiştir. Caca Bey Medresesi havuzu beyaz mermerden şadırvanlı bir havuz şeklinde yenilenmiştir. Şadırvanlı bir havuzun gözlem için nasıl kullanacağını sormayan bir zihniyet Selçuklu bilim dünyasını açıklamaya muktedir olamaz. Dikdörtgen havuzun tam olarak nasıl kullanıldığı, kubbeye aparatlar ekleyip eklemedikleri gibi detaylı araştırmalar ise imkânsızı istemek olmaktadır.
Anadolu Selçuklu dönemi tarihçisi olan İbn-i Bibi, Selçukname olarak bilinen “el-Evâmirü’l-Alâ'iyye fi’l-umûri’l-Alâiyye” içinde inşaat faaliyetlerini anlatılırken uzun bir şiir eklemiştir. Şiir “Ey nehrin üzerine yapılmış azametli yapı, bilgili bir aklın eseri olan geometrik bir şekle benziyorsun” diye başlamaktadır. O aklın eserlerini hangi aklın incelediğini bilseler gene de yaparlar mıydı? Selçuklular günümüze gelse ve kendileri için yaptığımız bu yorumları duysalar ne tepki verirlerdi ? Aklımızın başında çok olmadığını düşünerek, Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Siyasetname içindeki şu öğüdünü tutarlardı herhalde , “Aklı başında olgun insan öfkelenmez.”
Geçmiş tüm gerçekliği ile çözümlenemez. Doğrulara en yakın değerlendirmeleri yapabilmek gayretinde olunmalıdır. Günümüz araştırmalarında, duyguların tamamen yok sayılabilmesinin mümkün olmadığı kabul edilmektedir. Ancak bu aklın devre dışı bırakılması anlamına gelmemektedir. Selçuklu kültürünü anlayabilmek için öncelikle kendi düşünce şeklimizin eleştirisini yapmamız gerekmektedir.