Hz. Âdem’in kandırılmasıyla başlar sömürülme.
İkna, ayartma, kandırma, baştan çıkarma, korku, tehdit ve şiddetin bir sonucu olarak ortaya çıkan sömürülme, bu ifrat ve tefrit arasındaki geniş bir yelpazede yaşam bulur.
Bu şekliyle esasında herkes sömürülme ile yüz yüzedir. Lakin çoğumuz bunun farkında olmadan yaşarız. İkna olmuş olmakla, şiddete maruz kalma arasındaki çizgide, bulunduğunuz yer sizin duygusal tatmininizden başka bir şey değildir. Sonuçların değişmediği böylesi bir ortamda, farkındalık hususunun ne kadar ehemmiyet arz ettiği ise kimseyi ilgilendirmiyor.
Hayatın kendine sunduklarını kabul etme veya tercih etme fırsatı bir insanın sömürülmüş olmasına mani midir? Yoksa sömürülme sadece korku ve şiddete mi dayandırılmalıdır? Sistem sömürülmeyi fiziki ve maddi koşullar içerisinde algılamamıza yönelik bir tasarım yapmıştır. Bedenlerine zincir vurulmayan ve kendini özgür dünyanın hür vatandaşları olarak görenler, mevcut yapının sürekliliğinin teminatıdır çünkü. Vaktiyle dünyanın geniş bir coğrafyasını sömüren ülkelerin eş zamanlı olarak kendi vatandaşları dahil, sözde hür insanları sömürdüğü gerçeğini ne yazık ki kabul etmek zorundayız. Dolayısıyla sömürü içerik itibariyle insanlık ötesi bir durumu da ifade eder.
Temel malzemesi insan olmakla birlikte onu aşan bu sistemin varlığı bizleri ürkütmesin. Zira bir Peygamber dahi Ayartıcı’nın ayartmasına maruz kalabiliyorsa, insanların da bu ayartılmaya yenik düşmesinden daha doğalı olmayabilir. Sömürülmeye maruz kalmanın doğallığı bizim bir şeyleri idrak edebilmemizin önüne geçer mi? Ya da sosyal ilişkilerimizden, inançlarımıza, ideolojilerimizden siyasete kadar hayatımızın her aşamasına sirayet eden bu çıkar ve menfaat ilişkilerinin birer parçası olarak sömürüldüğümüzün farkında mıyız?
Jean Paul Sartre “Hepimiz Katiliz” diyordu sömürgeciliği anlatırken, şimdi olsa “Hepimiz Sömürülüyoruz” derdi muhtemelen. Bu farkındalığın hayatımızı kolaylaştıracağını söylemiyorum, aksine içinden çıkılmaz bunalımlara sürüklemenin bir başka yolunu tercih etmiş olacağımızı ifade ediyorum. Lakin bu gerçeği kabul edersek çok da anlam veremeyeceğimiz şekilde hayatla barışık olmayı başarabiliriz.
Hayatımızın en büyük sömürgecisinin Ayartıcı olduğu gerçeğini Hz. Âdem’in yaşadıkları bize açıkça göstermiş oldu. Peki, bütün sömürülmüşlükler bu sömürünün bir süreği olarak devam etmiyor mu?
Bir peygamberin dahi ayartılabileceği gerçeği birçok insan için baştan çıkartılmanın meşru zemini olarak kabul görebilir, lakin bu hiçbir zaman onun sömürülmüş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İdeolojiler inançlar ve beklentilerden vücut bulmuş bütün yapılar ve sosyal ilişkiler ağı çoğu zaman bir ikna, kabul ve uzlaşma kültürü içinde insanları bir çatı altında toplamayı başardı. Görünürde bir sözleşmeye dayalı bu uyum kültürü esasında kimileri için zorlama ve tehdit sonucu ortaya çıkmıştır. Kabul ve redde dayalı bu kurgusal yapılar kendisini oluşturan toplulukların inanışlarına aldırmaksızın ve bir ayrım gözetmeksizin insanları sömürür. Herhangi bir çatışma söz konusu olmadığı sürece toplum sözleşmesinin her iki tarafça kabulü insanların sömürülebileceği gerçeğini ortadan kaldırmadan sistemin sürekliliğini sağlar. Aslında bu uzlaşma kültürü daha güvenli ve huzurlu bir yaşam için verilen tavizlerden oluşur. Bu nedenle insanlar elde ettikleri kazanımları dikkate aldıklarında kendilerinden istifade edilmesine de aldırış etmezler. Bu simbiyotik ilişkide kimin karlı olduğu hususu yeni dünyanın yaşam tarzını oluşturacak.
Sömürülen için en büyük eziyet kendi içinden bir başka sömürülmüşün kendisini sömürmesidir. Bir sömürülmüşün diğer sömürülmüşe yaptığı eziyeti aklıselim bir sömürgeci ne yazık ki yapmadı. Sonuçta iki sömürülmüşün de bu şekilde kullanılması sömürgecinin ironik bir komedisi olsa da o yüzlerce yıldır bu oyunu oynamak ve seyretmekten hep zevk aldı. Sanmayın ki sadece sömürgecide yetişmiş bir siyah kendi halkına zulmedercesine sömürene hizmet ediyor, bu trajikomik senaryo beyaz adamlar ülkesinde de başarıyla sergileniyor.
Devşirilme sömürülmenin bir devamı olarak telakki edilse de kimi zaman bir gönüllülük içinde yapılıyor olması, kısmen de olsa onu farkı bir konuma itmektedir. Bu durumda, önce sömürülüp sonra devşirilme mi, yoksa önce devşirilip sonra sömürülmemi sorusu aklımıza takılır. Her ikisi de mümkün ve kabul edilebilir. Lakin sonuçları itibariyle ikna ve şiddet yelpazesi içinde nereye tekabül ettiği hususu bizim meşruiyet çizgimizi oluşturur.
Burada önemli olan sömürgecinin sömürüleni insanlıktan çıkardığı kübik resimleri değil, devşirilmiş sömürülenlerin kendi toplumuna reva gördüğü zulümlerle çakma bir Picasso’ya dönüşmüş olmasıdır. Daha önce kaleme aldığımız bir yazıda Brezilya’ya köle olarak satılan bir çocuğun yıllar sonra Faremi Abass Williams olarak kendi ülkesinde köle ticareti yapmak üzere geri döndüğünü anlatmıştık. Bu ibretlik olay bugün hala bütün canlılığı ile yaşanmakta maalesef.
Vaktiyle fiziki, bugün ise zihinsel olarak sömürülen bütün ülkelerde devşirmelerin kendi toplumuna ne kadar acımasızca davrandıklarını görmekteyiz. Fransız Cumhurbaşkanı E. Macron’un Ruanda’da yaşanan olaylar için, “keşke vaktiyle müdahale etseydik de milyonlarca insanın ölmesine müsaade etmeseydik” ifadesi esasında, “biz olmadığımızda onlar birbirlerini katlediyorlar” gerçeğini dünya kamuoyuna haykırmaktı.
Sömürgeci, sömürülen ve akabinde devşirilen insanlar üzerinden hala dünyanın büyük bir bölümünde söz sahibi olmaya devam ediyor. Sömürgeciye karşı nefret besleyen insanlar dahi Batı kültür ve medeniyetine asla söz söyleyemiyor. Dinlerini ve dillerini aldıkları bu medeniyet, sömürülen ve devşirilen insanların hayatları oldu. Bütün reddedişler ve lanet okumaların ardındaki gerçekleri görmezden geldiğimiz veya fark edemediğimiz sürece bu süreç devam edecektir. Devşirmeler sömürge valileri olarak hala canla başla çalışıyorlar, arada sırada insanların tahammül sınırlarının taşmasına aldanıp sürecin tersine döneceğini düşünmek sanırım fazlaca saflık olur. Bunlar ancak hayata renk ve heyecan katan endemik güzellikler olarak telakki edilebilir.
Bu ifadelerim geri dönülemez bir farkındalık olarak kabul görmesin. Farkındalığın bir yalnızlık kapısı olduğu gerçeği, insanların bu yalnızlık içinde bir bütün oluşturabileceği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Allah’tan ümit kesilmez ifadesinin arkasındaki çaresizlik, sömürülenlerin kendi olmalarına mani teşkil edecek boyutta değildir umarım.
Bu yalnızlık ve çaresizlik içindeki sömürülen, her şeye rağmen kendi olma adına sömüren ile kumar masasına oturmaktan asla imtina etmez. Zira hayat ona bir şans verecekse bunun sadece Ayartıcı ile girebileceği bir rekabette olacağını düşünür. Sömüren ve sömürülen ilişkisindeki rekabet artık her haliyle meşrulaşmıştır. Ayartan’ın şahsına kadar silsileler halinde yükselen bu ilişki ağında, bir üst sınıfa yükselebilmek bir hedef haline geldiğinde, aslında herkesin sömürülen olduğu daha net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak insanlar bunu umursamadan daha üst bir sınıfa yükselebilme adına kumar masasına otururlar. Masanın kazananı her halükarda kasa olmasına rağmen insanlar bu mücadelen galip çıkabilecekleri düşüncesinden asla vazgeçmezler.
Köle ile kul arasındaki fark da tam burada başlar. Farkındalık ayrımı yapmaksızın masaya oturan herkes bir köle, masayı yok sayanlar ise kul olarak yaşam sürerler. Kumar masasında kaybedeceğini bilmesine rağmen dünya nimetlerini tatma arzusu, hesap gününün belirsizliğinden kaynaklanmıyorsa bunu Hz. Adem’in affedilişine mi bağlamalı?
Sömürülenler Hz. Adem’den bu yana Ayartan’ın baştan çıkarmasına maruz kalıyor. Hakikat sahiplerinin dışında herkesin sömürüldüğü bu dünyada, neyin kavgasını veriyoruz Allah aşkına. Sömürülenler arasındaki derece farkı, niyetler ile doğru orantılı olarak düşünülürse, hesap günü bir kurtuluşun vesilesi olabilir. Bu bir teselli ise buyurun mutlu olalım. Lakin o gün “hele bir sor bakalım ben neden sömürüldüm?” sorusunun muhatabının Bilo olmadığını düşünürsek biraz daha dikkatli olmamız gerektiğinin farkına varırız.
Bedenlerin sömürülmesinin bir telafisi olabilir, lakin zihinlerin sömürülmesinin ne yazık ki bir telafisi yok. Şiddete maruz kalan insan sömürüldüğünün farkında ya diğerleri… Bırakınız bu farkındalığı muhtemelen çoğumuz sömürülürken sömürdüğümüzü düşünmek gibi aptalca bir yanılgı içinde yaşıyoruz. Sömürülme paradoksu bir gerçek. Bu gerçeğin farkında olunmasının erdemini vurgulamanın aptalca bir durum olduğunu kabul ediyorum. Benim kutsadığım farkındalığın diğerleri için bunalım kapısı olduğunu neden anlamıyorum ki.
Her şeye rağmen kimin zavallı olduğunu düşünelim derim. Sömürüldüğünün farkında olanlar mı, yoksa bu farkındalıktan uzak olanlar mı?
Yeni yorum ekle