Kültür sermayemiz tükendi
20. yüzyıl boyunca gerçekleşen iç ve dış göçler Türkiye'nin 'kültür sermayesi'ni tüketmiştir! Osmanlı Devleti'nden tevarüs etmiş - iyi ya da kötü işleyen - bir toplumsal yapının önemli kurumsal ayakları çökmüş, zihinsel ve kültürel önkoşulları ortadan kalkmıştır. Toplumu birarada tutan karşılıklı güven ve saygı kaybolmuştur. Cumhuriyet rejimi taşraya karşı tek partiyi (merkez) güçlendirerek belki devletin ayakta kalmasını sağladı ama sahih modernleşmeyi frenledi. Örneğin; Batı'da şehir ve şehirlilik taşraya götürülürken, Türkiye'de taşra şehire avdet etmiş ve akabinde 'aşiret ilişkileri' hortlamıştır. Şehir hayatında karşımıza çıkan sorunlar önce 'eş-dost-akraba' ilişkileri üzerinden, sonra siyasal ilişkilerle bağlı oldukları yakın çevrenin yardımıyla çözülmeye çalışılmıştır.
Bu süreç 50li yıllardan itibaren hızlandı ve kendi dinamiğini yarattı. Devlet bünyesi içinde (y)etki alanları bulunan 'yapılar' çıktı ortaya. Bu yapılar ilkin 'hukuk devleti' ile rekabet içine girdi. En sonunda devletin elinde aşiretlere karşı 'aşiret' gibi davranmaktan başka seçenek kalmadı. Siyasal ve toplumsal hiç bir modern aşirete bağlı olmayan sade vatandaşlar içler acısı bir duruma düştü. Bir toplumun kendini yıkması bu süreç ile doğrudan bağlantılı bir olaydır. Ne Osmanlı'dan intikal eden gelenekler korunabilmiştir ne de çağdaşlığın gerektirdiği 'evrensel' kurallar düzeni kurulabilmiştir. İç göç yoğunluk kazandıkça bu süreç denetlenemez olmuştur.
Kendisi ile onu tahrip eden etkenler arasında ayrım yapmaktan aciz her toplum akibetinden endişe etmelidir. Çünkü kendini yenileyemez, çöküşünü durduramaz durumdadır. Göreceli algıları yüzünden kültürel kimliğini kaybettiği gibi varlığına da son vermek üzeredir. Demokrat Parti ile ülkemizde başlayan 'milyarder' yaratma çabaları; CHP'nin 'toprak işleyenin, su kullananın' sloganı ile buluşarak Türkiye'nin geleceğini ipotek altına aldı. Sağ ideoloji 'kalkınma', sol ideoloji 'eşitlik' çılgınlığına girdi. Ekonomik perspektiften bakınca yerel ve evrensel düzeyde her 'eşitsizlik' katlanılmaz oldu. Toplumun her kesimine sirayet eden bu 'refleks' hükümetleri sorumsuz davranmaya, oy avcılığına itti. İktidarlar toplumsal ve siyasal düzenin altının oyulduğu tehlikesini görmedi ya da görmek istemedi. Aydınlar da gidişattan hoşnuttular. Ağızlarını ve gözlerini kapatıp, müesses nizamın nimetlerine göz diktiler. İdeolojik şaşkınlık bir toplumu baştan çıkarır mı? Evet, ideolojiler son derece güçlü bir araçtır. İdeolojisi için darağacına yürüyen kimse; inanmadığı, hatta kavramadığı bir toplumsal düzeni niçin savunsun ki?
Çağdaşlık bir kurgudur
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu tetikleyen Osmanlı'nın kırılgan 'millet düzeni'ni halkın yadırgadığı pek söylenemez. O yapılar 20. yüzyılda kısmen de olsa varlıklarını sürdürdü. Eski yapılar kaybolmaya yüz tuttukça, yeni yapılar kendi mantığını dayattıkça konunun önemi anlaşılmaya başladı. Medeniyet arayışı yeni bir boyut kazandı. Anadolu üzerinde şimdiye dek üç ayrı devlet kurduk. Ancak birlikte yaşamak ve paylaşmak sorununu çözemedik! 21. yüzyıla damgasına vuracak küresellik; bilgi, eşya ve işgücü akışını inanılmaz ölçülere taşıdı. Küreselleşme süreci, tarih yazan milletleri - öyle ya da böyle - bir gün yutacak. Asıl o akibete ve sonuçlarına hazır olmak, tartıştığımız güncel sorunlardan daha hayati bir meseledir.
İki asır geriye dönüp baktığımızda »çağdaşlık« kavramının aslında bir »kurgu« olduğunu görmemek imkansız. Zira çağdaşlık, »mevcut statüko ile eşzamanlı olarak bu statükonun aşılması«ndan başka bir şey değildir. Ama bu sürecin nereye gittiğine dair bilgi sahibi olunamadığı için herşey »modern«, ancak »hiç bir şey ifade etmez« anlamı ortaya çıkar ki değişim yerine Türkiye'nin son iki yüzyıllık geçmişini, kısaca Batılılaşma serüvenini »dönüşüm« olarak yorumlamak daha makul gözükmektedir. Ve bu dönüşüm halen sürmektedir. »4. Sanayi Devrimi« olarak tanımlanan dijital çağ Türkiye'nin yakasını bırakmayacaktır.
Çağdaşlık artık farklı bir boyutta seyredecektir. Hobbes'in 'Behemoth' ve 'Leviathan' benzetmesini temel alırsak bu değişim iki kutup arasında, ve büyük olasılıkla özgürlük ve demokrasi ile asayiş ve düzen arayışları arasında cereyen edecektir. Özgürlük özlemi en ileri aşamada 'anarşi' (Behemoth); asayiş ise - asayiş ve huzurun sağlanması bakımından - anarşinin bastırılması(Leviathan) ile sonuçlanır. Siyasetin özgül ağırlığı Behemoth yönüne dönmüş; Leviathan, siyasal ideolojilerin gözünden düşmüş durumdadır. Dünyadaki gelişmeler güçlünün haklı olduğu uluslararası bir düzene doğru ilerlediğimizi; ulusal düzeyde de yalnızca çıkar ilişkilerinin baskın olduğu 'aşiretler toplumu'na yöneldiğimizi işaret etmektedir. Kısaca; insanlık tekrar geriye gitmektedir.
5000 yıllık insanlık tarihine baktığımızda; medeniyetlerin ekseriyetle 'Avrasya Kuşağı'nda kurulmuş olduğunu ve aralarında sürekli bilgi, sermaye ve işgücü akışının gerçekleştiğini görmekteyiz. 16. yüzyılda Anadolu(Osmanlı Devleti)-İran(Safevi Devleti)-Hint Yarımadası(Babür Devleti) ekseninde yaşanan 'ticari ve siyasi kırılma' bizi medeniyet yarışından uzaklaştırdı. İlkin Avrasya Kuşağı'nın Batı ucunda yer alan Avrupa bu bayrağı devraldı. Günümüzde Avrasya Kuşağı'nın Doğu ucunda bulunan Çin yeni bir medeniyet koşusuna çıkmaya hazırlanıyor. Aslında medeniyetleri tek bir süreç ya da bütünün parçaları olarak görmek lazım. 19. yüzyıla dek kurulan medeniyetler arasında - özellikle İslam ve Batı medeniyetlerini karşılaştırdığımızda - bariz bir fark yoktu.
Batı'nın kendine özgü bir medeniyet kurduğu; Rönasans ile modern çağın başladığı savı en başta Weber ve Marx olmak üzere Batılı tarihçilerin yanlış veya eksik bilgilerinden kaynaklanmaktadır. Elbette onlar Batı tarihini bizden çok iyi biliyorlardı ama Doğu hakkında çok az şey öğrenmişlerdi. En azından Batı karanlıkta sürünürken İslam Dünyası'nın aydınlıkta yol aldığını biz iyi biliyoruz. Batı'nın büyük değişimi üzerine yazılan kitaplar, geliştirilen teoriler, yapılan yorumlar denizinde boğulmamıza rağmen, bu sürecin henüz tam olarak anlaşılmadığını düşünüyoruz.
Uluslararası uygarlık ve ulusal kültür
Tüm yeryüzüne yayılan ilk ve tek medeniyet olarak olayın – Gökalp'den beri tartışılan ve içiçe geçmiş - iki yönü bulunuyor: Uluslararası uygarlık ve ulusal kültür arasında ortaya çıkan siyasal kavga ile medeniyet ve toplum eleştirileri arasındaki fark. Örneğin; sol eleştiri ekseriyetle inkilaplara geçit vermeyen toplumu suçlar. Aklın yol gösterdiğini ileri sürdüğü ama aslında göreceli 'ilerleme' fikrine saplanıp kalmıştır. Herkeste kusur görür, ama kendine kör bakar. Halbuki, zaman da, ruhu da mütemadiyen değişmektedir. Hayatı ve dünyayı çelişkiler, zıtlıklar ya da karşıtlıklar üzerinden okumaktayız. Başka türlü kavrama imkanımız da yok zaten. Algılarımız ve gözlemlerimiz değiştikçe, gerçekler de değişecek. Bu demek değildir ki, gerçeklerin sayısız olması bizi bir 'hakikate' ulaştırmaz. Muhafazakar kültür eleştirisi daha kökten ve derindir, zira modernleşme sürecini kesinlikle sorgular. Maziyi yüceltir, ama kültürel varlığı teknolojinin kıymet terazisine koyarak ölçer. Ancak insanların niçin büyük sehir azabına katlandıkları sorusuna bir türlü yanıt bulamaz. İlerleme bedelinin ağır ödenecegini sezdigi icin bu konuda oldukça hassastır. Sanayi toplumunun sorunlarına o yüzden ilk dikkat çeken hep muhafazakar çevreler olmuştur.
Bizdeki olumsuz tablo modernleşmemizden kaynaklanmıyor. Sahte bir Batı algısıyla, tarih çarpıtılarak, gerçeklerden kaçarak 21. yüzyılı çağı yaşıyoruz'. Ana sorun, Türkiye'de dindarlığın temelini oluşturan 'gelenekten' büsbütün kopmamız; ve artık geleneksiz kalmamızdır. Dindarların modernizm ile travmatik deneyimi Batılılaşmanın sosyal ve ideolojik sonuçlarından ibarettir: Varoluş ile ilk bağın kopması, varlık duygusu ile bireysel güvenin bilinçaltında azalması toplu bir sancı yaratmıştır. Özneleri özgürlüğe mahkum eden, eski dünyalarını onların başına yıkan 'modernizm' akımını - muhafazakar dürtülerin tetiklediği - eleştiriler bitirmiştir. Bu sonuç en iyi ihtimalle yeni bir bakış açısıyla ya da yeni bir bilinçle düzeltilebilir. Ancak çağdaşlık uğraş ister ve katılım gerektirir, dindarlar ise onu 'Yitik Cennet' yolunda arıyorlar. Dolayısıyla dindarların tüm girişimleri, özellikle de yirminci yüzyıldaki tercihleri, gerek siyasal veya ekonomik kararlarda gerek toplumsal ve kültürel tercihlerde zamanı tersine çevirmek ve eski düzeni yeniden tesis etmek, kısaca eski değerlere geri dönmek yönünde cereyan etmektedir.