Taksim’e Cami: İstanbul’un Temsili Yeniden Fethi

30 Mayıs 2021

70’li, 80’li, 90’lı yıllarda İslamcı siyasetçiler ve aktivistler tarafından seslendirilen -ve laik elitlerin tüylerini diken diken eden- Taksim'e ve Çankaya'ya dev birer cami yapılması, Ayasofya'nın ibadete açılması, memurların mesai saatlerinde namaz kılması için kanuni düzenleme yapılması gibi projeler birbiri ardına gerçekleşiyor.

İstanbul'un fethinin 568. yıl dönümünden bir gün önce Cuma namazıyla ibadete açılan Taksim Camii bu projeler zincirinin halkalarından biriydi.

Image

Taksim’e cami inşaatının görünen gerekçesi vatandaşın “ihtiyacı”. Ancak herkes, aslında haftada bir kez ortaya çıkan ve güzel bir yer altı mescidi projesiyle giderilebilecek “ihtiyacın” esas muharrik olmadığını, Taksim’e görkemli bir cami kondurma projesinin bir meydan okuma, bir gövde gösterisi, bir hakimiyet ilanı olduğunu biliyor.

Sibel Eraslan, 30 Ağustos 2021 tarihli ve “150 yıl aradan sonra verilen cevap: Taksim Camii...” başlıklı yazısında, 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşmasıyla, Ruslar’ın, Osmanlı Devletindeki Slavların ve Ortodoksların hamisi pozisyonuna geldiklerini, ismini Hristiyanlık inancındaki 'Baba-Oğul-Kutsal Ruh' üçlemesinden alan ve “Taksim'in en görkemli mabedi” olan Aya Triada Kilisesinin 1880 yılında Rusya'nın da destek ve tazyikiyle tamamlandığını anlattıktan sonra şöyle söylüyor:

Fernand Braudel, ''uygarlıkların grameri' adı altındaki ders notlarında, bir medeniyeti kuran iki büyük tavırdan bahseder; meydan okuma ve karşı koyuş şeklinde özetleyebileceğimiz bu tavırlar olmasa, insanlık birikimi kurulamazdı der... Üç kıtada hükümranlık süren Osmanlı Devleti'nin başkentinde böylesine görkemli bir Kilise'yi, üstelik de bir savaş hezimeti olarak inşa ettirmek, Rusya İmparatorluğu ve Hristiyan Uygarlıklar adına kuşkusuz büyük bir meydan okumaydı...

İşte 150 yıl aradan sonra, Tayyip Erdoğan siyasetine dair mekân poetikasının en görkemli eserlerinden birisi olarak Taksim Camii-i Şerif'i de; Türkiye açısından milli, İslam uygarlığı açısındansa dini bir karşı meydan okuma, güçlü bir savunma, değerli bir cevaptır...

Image

Sibel Eraslan’ın iktidar çevrelerince ve onlara destek veren kitlelerce kuvvetle benimsendiği açık olan bu yaklaşımını hiç de “medeni” bulmadığımı belirtmek istiyorum.

Evet “medeniyet” gerçekten bir yönüyle “meydan okumadır” ama Eraslan'ın sandığı gibi, bir kürekçi kavgasında, bir kabile çatışmasında gözlemlenebilecek türden bir meydan okuma değildir.

Şehrin en merkezi yerine en görkemli sembolik yapıyı kim dikecek, kim rakiplerinin kolunu büküp şehre kendi mührünü vuracak yarışması değildir.

Medeniyet, farklı inançlara sahip, farklı etnik kökenlerden gelen, farklı gelenekleri, hedefleri, hassasiyetleri olan kimselerin bir arada yaşadığı, emniyet ve hürriyetlerinin rasyonel sözleşmelerle teminat altına alındığı şehri kurma iddiasıdır.

İstanbul bir dünya başkenti olarak son derece kozmopolit bir yapıya sahip.

Her dinden her milletten insan, bir arada yaşıyor bu güzel şehirde.

Bu gruplardan herhangi birinin diğerlerinin üzerinde tahakküm kurması, ortak kullanım alanlarını tek başına zapt etmesi, kendinin hareket alanını mütemadiyen genişletirken diğerlerininkini daraltması medeniyet kurma iddiasıyla doğrudan çelişir.

Necmettin Erbakan doksanlı yıllarda meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:

Sivas'ın bir köyüne gidelim, diyelim ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi Taksim'de bir cami yapacakmış. Ne diyecek bu köydeki adam? "Allah razı olsun yahu! Ne güzel!" diyecek. Peki bre fosil kafa! Halk böyle söylerken sana ne oluyor? Sen niye Taksim'e cami yapılacak diye kuduruyorsun? Histerik nöbetler geçiriyorsun?

Erbakan’ın bu konuşmasında "ne diyecek köydeki adam" diye sorması aslında bize meselenin özüyle ilgili bir ipucu verir.

Köydeki adam elbette bir şey demeyecek, memnun olacaktır, zira kırsal hayatın içinde, küçük homojen çevrelerde yetişmiş olmanın getirdiği kusurları taşıyan zihin yapısı için güç sahibi olmak, "ötekilere" galebe çalmak, “düşmanları” sindirmek çok önemlidir.

Belki bunu İbn Haldun'un bedevi-hadari ikilemiyle izah etsek daha iyi anlaşılır: Bedeviler, medeni hayatı kurabilmek için gereken tavizleri, anlaşmaları, sözleşmeleri, mağlubiyet gibi acziyet gibi görür anlayamazlar.

Sıkıntının büyük ölçüde köylü-şehirli (bedevi-hadari) geriliminden kaynaklandığını tespit etmemiz gerekiyor.

Medeniyet "medine" kelimesinden gelir. Medine şehir demektir. Medeniyet özü itibarıyla şehirliliktir. 

Medeniliğin tersi ise bedeviliktir.

Şehir, farklı inançlardan, ırklardan, görüşlerden, farklı diller konuşan, farklı hayat tarzları benimseyen insanların, yani yabancıların bir arada yaşadığı yerken “köy” sosyolojik anlamda homojendir, hepsi birbirine benzeyen insanların yaşadığı ve farklılıklardan nefret eden hatta korkan, standardı bozan her şeyi/ herkesi derhal yok etmeyi kendilerine görev bilen, herkesi zorla kendilerine benzetmeden, benzetemediklerini yok etmeden rahat edemeyen kimselerin bir arada yaşadığı yerdir.

Bir misal verelim:

Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde Müslümanların nüfustaki oranı yüzde on beşti. Nüfusun çoğunluğunu müşrik Arap ve Yahudi kabileleri oluşturuyordu.

Medine o zamanlar henüz "Yesrib"di. Hoş olmayan yerdi. "Medine" yani şehir olmamıştı.

İlkel kabileler birbirleriyle savaşıp duruyorlardı. Her türlü kabalık, zulüm, hoyratlık hayatın ayrılmaz parçasıydı. Herkes diğer kabileleri sindirip tek hâkim güç olma derdindeydi.

Peygamberimiz, "Medine Sözleşmesi" ile Yesrib'i şehir yani "Medine" yaptığında bir azınlık lideriydi.

Farklı inançlardan insanların birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklarını, nasıl iş birliği yapacaklarını, aralarındaki anlaşmazlıkları nasıl çözümleyeceklerini, birbirlerinin hukukuna nasıl saygı göstereceklerini belirleyen bir kanun metniydi Medine sözleşmesi. İslam'ın ilk anayasasıydı.

Kabileler ilk defa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerini öldürmedikleri bir hayatın mümkün olduğunu gördüler.

Ne yazık ki bu müthiş tecrübeye, Hz. peygamberin bize öğrettiği derse rağmen, on dört asır sonra bedevi zihniyetini bertaraf edilebilmiş değiliz.

Hayatı sadece güçlü olanların diğerlerine eziyet ettiği bir çatışma olarak algılayan, hukuk, sözleşme, başkasının hayatına saygı nedir bilmeyen bedeviler, zayıfken "köylü kurnazlığı" ile bir takım ilkelere inanıyor gibi görünüyor ama güçlendikleri anda zorbalaşıyorlar.

Biliyoruz ki Çamlıca'ya, Ulus'a, Taksim'e dikilen camiler sadece namaz kılacak yer ihtiyacı olduğu için dikilmediler.

Image

Taksim'e, Ulus'a, yani "şehrin göbeğine" cami yapmak, mesai saatlerini namaz vakitlerine göre düzenlemek vs. bugünkü bedevice bir gövde gösterisi aslında. 

İlkel bir üstünlük kurma, gövde gösterme çabasıyla şehirlilere "işte sizi yendik, bayrağımızı da kalenize diktik" deme niyeti gayreti açıkça görünüyor.

Ama bir Pirus zaferi bu...

Karşı tarafta da bedeviler var. Onlar da buna ifrit oluyor. Kılıçlarını bileyip, zulmetme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar.

İki tarafın da en kompleksli, en ezik, en korkak tipleri karşıdakilerin kin ve nefretini çevresindekilere anlatarak kendi tarafında safları sıklaştırmaya çalışıyor.

Bu kompleksli zihinler için "ötekiler" ile eşit şartlarda bir arada yaşamak diye bir şey söz konusu değil.  Onlara göre ötekiler ya tamamen temizlenmeli ya da zulümle, acı kuvvetle boyun eğdirilmeli ve sürekli boyunduruk altında tutulmalılar. Aksi halde aynısı onlar yaparlar!

Fakat Türkiye'nin demografisi geri dönmemek üzere değişti. Artık köylerde yaşayan nüfus yüzde onun altına indi. Yani asabiyet hissini besleyecek nehir artık kurumuş durumda. "Şehir" katılaşmış, kırsal-geleneksel değerlerin yeni nesillere olduğu gibi aktarılmasına, bedevi kavrayışın yaşamasına uygun bir yer değil! Kozmopolit metropollere göç eden taşralılar İbn-i Haldun'un asabiyet dediği hissi uzun süre yaşatamazlar. Sadece bir nesil bile yeter o hissin yitirilmesine. Zaten şimdiden şahit olduğumuz, İslamcı ana babaların Sümeyye, Rumeysa, Kübra, Muhammed Enes, Ebubekir Sıddık gibi isimler koydukları çocuklarının geleneksel dini anlayışlarla hiç örtüşmeyen hayat tarzları bu gelişmeyi haber veriyor.

Şehirlileşmeyi beceremeyen, “medeniyet kurmak” deyince akıllarına fetih, kılıç, zorbalık, tahakkümden başka bir şey gelmeyen kimseler kısa bir dönem daha çatışmayı sürdürebilirler ama o yolun sonuna geldik artık.

Bu topraklarda yaşayan tüm renklerle birlikte şehrimizi yeniden kurarak, bir arada insanca ve güvenle yaşamanın bir yolunu bulacağız inşallah.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 340 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.