Zor zamanların olağan zamanlardan farklı biçimde yeni yapılar oluşturması kaçınılmazdır. Salgın döneminde “bilim kurulu” adında yeni bir yapı ile tanıştık.
Bilim Kurulu ilk andan itibaren korona virüs salgınına dair çeşitli tavsiye kararları alıp bunları Cumhurbaşkanlığına iletti. Ancak bu tavsiyelerin kararlaştırılıp uygulanmasının doğuracağı “sosyo-psikolojik” sonuçlar kurulun öncelikli meselesi olmadı. Zaten ciddi bir belirsizliğin hâkim olduğu ve toplum için yüksek risk taşıyan ilk aşamada, öncelik bu değildi. Kararların uygulanmaya başlanmasıyla birlikte virüsten çok, uygulanan tedbirlerden kaynaklanan ciddi sorunların ortaya çıktığı görüldü. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı, Haziran 2020’de Toplum Bilimleri Kurulu isimli yeni bir yapı oluşturdu. Psikoloji, sosyoloji, ilahiyat, iletişim, mühendislik, tıp alanında uzman 7 isimden müteşekkil kurul; oluşturulma şekli, seçilen isimlerin uzmanlıkları, seçim yöntemi açısından bazı eleştiriler aldı. Kurul, bugüne kadar çeşitli toplantılar yapsa da olumlu anlamda sonuca etki edecek bir varlık gösteremedi, kâğıt üzerinde bir yapı olmanın ötesine şimdilik geçemedi.
Toplum Bilimleri Kurulunun üzerinde çalışması beklenilen sorunlar ana hatlarıyla şöyleydi:
- Salgınla birlikte sosyo-ekonomik yapının bozulması ve bunun doğurduğu sosyo-psikolojik sorunlar,
- İnsanlar arasındaki maddi ve manevi mesafenin artmasıyla birlikte yalnızlaşmanın doğurduğu sosyo-psikolojik sorunlar,
- Virüse karşı alınacak tedbirlerin etkili olması için yoğun biçimde kullanılan “tedbirli olmazsanız öleceksiniz” dilinin doğurduğu obsesyonlar,
- Toplumun önemli bir kısmının resmî açıklamalara güvenmemesi ve manipülatif yaklaşımlara itibar etmesi, bu manipülasyonların kamuoyunun insicamını bozması ve sürecin sağlıklı biçimde yönetilmesinin zorlaşması vb.
Bunlar, salgında virüsün oluşturduğu tehditten daha büyük sorunlar çıkmaya başladığının göstergeleriydi. Hülasa Toplum Bilimleri Kurulu; Cumhurbaşkanlığına bu bağlamda bazı tavsiyelerde bulunacak, tavsiyelerden uygun görülenler icra edilecek ve süreç daha büyük travmalar yaşanmadan aşılacaktı.
Belirlenen hedeflere ulaşılamadığını, amacın henüz gerçekleşmediğini görüyoruz. Acaba bu başarısızlık Kurul’un başarısızlığı mı, icra makamları mı yetersiz kalıyor yoksa daha farklı sorunlar mı Kurul’u işlevsiz kıldı? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bireyin ve toplumun “iletişim, bilgi, gerçek” kavramları ile ilişkisini anlamaya çalışmamız gerekir. Toplum olarak asgari müşterekleri, sağlıklı iletişim dilini kaybetmiş olduğumuzu söylemek çok da iddialı bir tespit olmaz. Gittikçe birbirine yabancılaşan ve birbirinden uzaklaşan toplum kesimlerinin “doğru bilgi ve gerçek” ile ilişkisi de genel itibarla sorunlu biçimde var oluyor. Bu bağlamda toplumun zihin dünyasının popüler tabirle bir post truth iklimini besleyecek tüm hassalara sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Bilgi ve gerçek ile kurduğumuz ilişki; bu kavramlara yaklaşımımız sağlıklı iletişim dilini kaybetmemize, zor zamanlarda ortak tavır benimseme, sorunlarla birlikte mücadele etme ve bunları aşma konusunda zorluklar yaşamamıza neden oluyor. Aynı konuda “doğru bilgi ve gerçekle” bağı kopmuş birbirinden çok farklı anlayışların ortaya çıkmasına sebep olan yaklaşımlardan bazıları salgın sürecinden şu biçimde görünür oldu:
- Bilime ve bilim insanlarına karşı ciddi muhalefet üreten yaklaşım,
- Buna karşılık toplumun bazı dini inanç ve değerlerinin toplumun başına gelen felaketlerin nedeni olduğunu inanan yaklaşım,
- Felaketlerin modern insanın işlediği günahlardan kaynaklandığını ve bunun cezası olduğuna inanan yaklaşım,
- Dünya Sağlık Örgütünün, DSÖ’ye bağlı kuruluşların, aşı ve ilaç firmalarının açıklamalarının güvenilmez olduğu, bu kurumların insanlığa karşı gizli hesaplar yaptığını düşünen yaklaşım,
- “Sağlık Bakanlığı ve TTB gibi kurumların taraflı olduğunu, birinin iktidarın diğerinin muhaliflerin sözcülüğünü yaptığını, ikisinin de beyanlarının bu bağlamda güvenilir-güvenilmez olduğunu düşünen yaklaşım.
Toplumun parçalanmış bu zihin dünyası maalesef çoğu insanın doğru bilgi ve gerçek ile sağlıklı bir ilişki kuramamasına ve salgın sürecinin sağlıklı biçimde yönetilememesine neden olmaktadır. Farklı yaklaşımlar her ne kadar düşünme ve ifade hürriyetinin alanına giriyor gibi görünse de “insanlığı tehdit eden bir salgın sürecinde” meselenin bu bağlamda değerlendirilmesi pek sağlıklı olmaz.
Bilim insanlarının, yetkili ve resmî kurumların ısrarlı tavsiye ve açıklamalarına güvenmeyip bazı sosyal medya ortamlarında gördükleri “kaynağı ve doğruluğu belirsiz” açıklamaların halkın ciddi bir kesiminde itibar görmesi, sadece halkın bir kısmının cehaleti ile açıklanamaz. Bu durum; toplumun tamamını etkileyecek görünürlüğe ve etkiye sahip yapıların birbirlerine karşı kullandıkları dil sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yönetenler, muhalifler, medya organları; ideolojik, etnik, dini örgütlenmeler ve bunları finanse eden sermaye grupları biçiminde kendilerini gösteren bu yapılar birbirlerine karşı; yönetime gelme, yönetimde kalma, statü edinme, daha görünür ve bilinir olma, kazanım elde etme amacıyla, ideolojik motivasyonla, bağlı bulunduğu dini yapıya olan aidiyet duygusuyla yıpratıcı bir dil kullanmaktadır. Ve tarafların kullandıkları “doğru-yanlış” üslubundan uzaklaşıp “iyi-kötü/ hain-hırsız/ kurtarıcı-kahraman” eksenine oturmuş olan bu yıpratıcı dile yoğun şekilde maruz kalan toplum kesimleri de birbirlerine karşı artık bu dil zaviyesinden yaklaşıyorlar. “Doğru-yanlış” ekseninde değil de “kurtarıcı-hain” sarkacında gelişen dil maalesef sağlıklı bir iklimin oluşmasına imkân vermiyor. Bu noktada da uluslararası kurumların, ulusal-resmi kurum ve kuruluşların beyanları itibarsız; sosyal medya gruplarından gelen “Bir tanıdığımın bir tanıdığı diyor ki” diye başlayan paylaşımlar güvenilir oluyor.
18-19. yüzyıldan itibaren gördüğümüz ve kendisine literatürde “Gelenek-modern/ Batı-Doğu çatışması” biçiminde yer bulan zihinsel çatışmamız, günümüze ulaştığında maalesef tek ana başlıkta ele alınabilecek sosyolojik ve tarihi bir olgu olmaktan çıkarak alt başlıklarla detaylı ele alınması gereken bir noktaya ulaşmıştır. Artık siyasal yapıların, dini yapıların, ideolojik örgütlenmelerin, etnik yapıların beslediği zihinsel çatışmaların alt başlıklarla detaylandırılması gerekir. Her yapının, hitap ettiği kitle için ürettiği “bilgi” ve “gerçeklik” o kitlenin mensupları tarafından “doğru bilgi” ve “mutlak gerçek” olarak kabul edilmekte bu da insanın doğru bilgi ve gerçek ile kuracağı münasebeti olumsuz etkilemektedir.
Bir bilginin doğru ya da yanlış kabul edilmesi o bilginin; tutarlı, kendi içinde çelişmeyen, ispatlanabilir olup olmamasıyla ilgilidir. Ancak çoğu insan bu kıstaslardan önce bilginin kaynağının kendi mensup olduğu toplum kesimi tarafından muteber kabul edilip edilmediğine bakmaktadır. Güvenli bulduğu kaynaktan gelen bilgileri doğru, farklı kaynaklardan gelen bilgileri peşinen şüpheli gören bu yaklaşım aslında bir tarikat ikliminin toplum kesimlerine hâkim olduğu şeklinde yorumlanabilir. Malum olduğu üzere tarikat olgusunda tam teslimiyet, sorgusuz sualsiz itaat ve kesin inanç söz konusudur. Tarikatların dini yapılanmalar olduğu kabul edilir, ancak modern dünyada din dışı yapıların da bir tarikat formunda varlıklarını sürdürdüklerini söylemek çok da aykırı bir yaklaşım olmayacaktır.
Sadece; taraftarı olduğu siyasi yapının beyanlarını, mensubu olduğu ideolojik anlayışın perspektifini, mensubu olduğu cemaat ya da tarikat kaynaklarından gelen bilgileri, bilim insanlarının beyanlarını, kendi liderinin beyanlarını, belli medya organlarından gelen bilgileri doğru kabul edip onlara güvenme “öteki” kaynaklardan gelen bilgileri peşinen şüpheli ve güvenilmez bulma durumu toplum açısından sağlıklı değildir ve herhangi bir kurul ya da yapı bu marazi durumla kolaylıkla baş edemez.
Kaynağı ve doğruluğu tartışmalı sosyal medya paylaşımlarının; bilim insanlarının ve resmî kurumların beyanlarından daha çok itibar görmesi yalnız vatandaşın cehaleti ile açıklanamaz. Statü, mevki, güç, çıkar mücadelesinde dil "taraflarca" öyle yıpratıcı kullanıldı ki "güven" yok edildi. Bu güvensizlik ikliminin toplum ve toplumun geleceği açısından virüsün oluşturduğu tehditten daha büyük riskler oluşturduğu açıkça görülmektedir. Yaşam sürdükçe insanların ve toplumların hayatında birçok sorun ortaya çıkar ve bu sorunlara karşı çeşitli çözümler üretilir. Ancak toplumun geneline hâkim bir güvensizlik iklimi var olmuşsa yeniden güven tesis etmek sanılandan çok daha zor olacaktır.
Toplum Bilimleri Kurulu, böylesine zihinsel kaos ve çatışmanın hâkim olduğu bir zeminde ortaya çıkan sorunlara uygulanabilir çözümler üretebilir mi? Kurulun, bu algıyı alt edebilecek, pandeminin toplumda yol açtığı sorunların üstesinden gelebilecek çözüm önerileri ürettiğini düşünelim. Bu önerileri uygulayabilecek irade bu önerilere nasıl yaklaşır? Konu üzerine dikkatle düşündüğümüzde Toplum Bilimleri Kurulunun etkisi ya da etkisizliğinin tek başına kurulun oluşturma şekli, varlığı, üye sayısı, üyelerin yetkinliği ile ilgili olamayacağı açık.
Yeni yorum ekle