“Nasıl görünüyorum?” sorusu genellikle yüksek sesle dillendirilmese de en yaygın sorudur. Hiç aynanın karşısına geçmeyen var mı? Kaç kişi kaç kez ayna karşısına geçtiyse bu soru en az o kadar sorulmuş olmalı.
Peki, ayna ile cevap bulabileceğimiz basitlikte bir soru mu bu? Hayır, bu soru içten içe daha çok sorulmuş ve tam bir cevap alınamamıştır.
Kişi, muhatabının-muhataplarının karşısına çıktığında bir “biçimde” görünmek ister. Hâlbuki bir varoluşu vardır bir de varlığını sunuşu. Öncelik varoluşa dair sorular-sorunlarındır. Varoluşa dair sorular-sorunlar tam olarak çözülemese de kişi kendi varoluşuna dair bazı sezgi, bilgi, fikir ve kabullere sahiptir. Bununla birlikte bir de dışarıya sunmak-göstermek istediği bir biçim-duruş-görünüş vardır. Bu “biçim” onun aidiyetlerine ve beklentilerine göre değişir. Köken, inanç, ideoloji, cinsiyet, statü gibi kavramlar etrafında oluşmuş rolleri vardır. Ve bir şekilde bunları görünür kılmak ister. Bunları görünür kılarken de muhatabının-muhataplarının kendisini bu “biçimde” görüp, kabullenip takdir etmesini bekler. Bu beklentileri oluşturmak için rolünü ustaca oynamak, bazı görünür semboller kullanmak, sorulmasa da bazı beyanlarda bulunmak zorundadır. Aidiyetlerini gösterecek kıyafetler, aksesuarlar, semboller kullanır. Muhatabına-muhataplarına “Beni bunlarla, bu şekilde bil.” demektir bu. Bunların dışında sıklıkla sözlü beyanlarda bulunur: “ Benim için adalet vazgeçilmezdir, ben paraya hiç değer vermem, ben çok inançlı bir insanım, ben Türk’üm, ben Kürt’üm, ben sağcıyım ben solcuyum.” vb.
Peki, aidiyet ve beklentiler bu suretle ifade edildiğinde muhatabın-muhatapların kişiyi istendik biçimde gördüğü söylenebilir mi? Bu soruya olumlu cevap vermek pek mümkün olmaz. Çünkü bir sunan bir de bu sunuşu görüp değerlendiren kişinin varoluşu, beklentileri, birikimi söz konusudur. Zira gören gözün mahiyeti, görülenin ne olduğunu değil ama neye benzediğine dair algıyı inşa eder. Görenin, sunulmuşu nasıl gördüğü sunulanın varoluş ve beklentileri ile sınırlı değildir. Görenin niteliği ve mahiyeti son kertede algıyı oluşturur. Gören unsuru dışarda tutup “Nasıl görünüyorum?” sorusunu soran kişiye dönülecek olursa şöyle söylenilebilir:
Kişi önce kendi varoluşuna dair soru-sorunları çözmüş olmalıdır. İnsanoğlunun önünde duran en büyük, en zor, en gizemli konu varoluş konusudur. Bu nokta geçildikten sonra –ki bu nokta genellikle tam anlamıyla geçilemez- aidiyet ve beklentisine uygun role dair, varoluşu ile çelişmeyen-çatışmayan-uyumlu; tavır, gösterge ve söylemleri kusursuz biçimde kullanması gerekir. İş bu noktaya geldiğinde genellikle insana dair defolar sırıtır. Varoluş ile rol uymaz, rol ile beklenti çelişir, gösterge ve söylemlerle varoluş çatışır. Kişi; muhatabının-muhataplarının karşısında bu süreçte sorunlar yaşar. Her bir muhatap da aslında bu sürecin hem öznesi hem de nesnesi durumundadır. Bu konunun pek istisnası olmaz. İnsanın sosyal bir varlık oluşu, öteki ile münasebet zorunlu olarak bu süreci doğurur.
Güvenilmez, yalancı, riyakâr gibi olumsuz sıfatlar işte bu süreçte ortaya çıkar. Kişi kendisini “ne biçim” göstermeye çalışırsa çalışsın onun ne olduğu asla muhatabın ferasetinden, basiretinden kaçmaz.
Kişinin kendisi için seçtiği rol “adalet, ahlak, vicdan, akıl” vb. erdemler açısından kusursuz olsa da o rol genellikle kişi üzerinde eğreti durur. Çocuk da yaşlı da eğitimli de eğitimsiz de zengin de fakir de sahnedekinin aslında ne olduğunu sezer-bilir. Bu sırada sahnedeki de “Acaba nasıl görünüyorum, istediğim intibaı uyandırabildim mi?” merakındadır: “Acaba istediğim mesajı verebildim mi, istediğim biçimde görünebildim mi, benim için ne düşünüyorlar?”
Bu soruların zihnini kurcalamadığı kaç insan var acaba? Kendiyle barışık olanlar denilebilir. Ancak kendiyle barışık olmak da bir çeşit zorunlu olarak, istemeyerek de olsa bir durumun varlığını kabul etmektir. Dolayısıyla kendiyle barışık olmak çok da gönüllü bir durum değildir. Onun için bu sorunun herkes için geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
İnsan, nasıl göründüğünü bilmez ve en çok da bunu merak eder. Bu bilinmezlik ve merak da çokça hataya neden olur. Kişi, “nasıl görünüyorum” sorusundan önce daha az sorduğu ya da hiç sormadığı “ben kimim, ben neyim” sorusuna odaklanırsa daha erdemli bir şey yapmış olur. O zaman “riyakar, yalancı, güvenilmez” gibi sıfatlarla ifade edilmek tehlikesinden kurtulur. “Nasıl görünüyorum?” sorusunun motive ettiği kişi daima rol yapmak zorunda kalacaktır. İrili ufaklı sayısız rol ile yaşamak hayatın künhüne vakıf olmaya manidir.
Beklentilerimizi oluşturan tek şey aidiyetlerimiz değildir. Devletin, cemaatin, ideolojinin, sermayenin tasarlamaya çalıştığı makbul insan tipi en temel rollerdendir. Kişi “o” olmasa bile “o” gibi görünme gayretindedir. Çünkü devlet-cemaat-ideoloji-tüketim dünyası kişiden “belli tipte davranış ve görünüş” ister. Kişi varoluşundan bağımsız olarak, çeşitli saiklerle bu rolleri oynar. Onun için rolleri belirleyen şeyler kişisel beklentileri olduğu kadar yaşadığı iklime-topluma tahakküm eden “güç”tür. Burada da kişi varoluşu ile varlığını sunuşu, tipi-rolü arasında bir çatışma yaşar. Eğitimlisinden eğitimsizine kadar her insan bu çatışmanın konusudur.
Beğenilme, kabul edilme, onaylanma, el üstünde tutulma arzularının beslediği “nasıl görünüyorum” sorusu yerini daha doğru daha erdemli sorulara bırakmalıdır. Ontik-fıtri olarak zor olsa da insanın maruz kaldığı hayat şartları doğru-erdemli sorular için pek verimli olmasa da doğru cevaplara doğru sorularla ulaşılabileceği unutulmamalıdır.
Sosyal medya mecralarındaki filtreli paylaşımlardan saça yakılan kınaya, kürsüdeki politikacıdan pazardaki esnafa kadar tüm roller-maskeler “nasıl görünüyorum” sorusundan beslenir, “ben kimim, ben neyim” soruları da bu maskeleri düşürür ve gerçek ortaya çıkar.
İnsanın dünya tecrübesi, sınırları belirsiz bir maskeli balo oluşturdu.
Rolsüz ve maskesiz kim kaldı?
Yeni yorum ekle