Avrupa Seyahatinden Kalanlar ve Dom Katedrali’nin Düşündürdükleri

26 Ağustos 2024

Düşünce kodları Batı-Doğu çatışması içinde şekillenmiş biri olarak Avrupa seyahatinden bende kalan izlenimleri sömürgecilik tarihi, dünya savaşları ve vahşi kapitalizm konularından bağımsız olarak anlatmak istiyorum. Bunlar olmadan Batı’ya dair ne söylenebilir ki, diyenlerimiz olacaktır. Haksız da sayılmazlar. Ancak özellikle Almanlar eldeki hâsıla ile günlük yaşamda nasıl bu kadar göze hoş gelen pratikler ortaya koymuşlar diye insan şaşırmaktan kendisini alamıyor. Bulundukları coğrafya, imkân ve imkânsızlıklar, zihniyetleri, hülasa sahip oldukları kültür onları başarılı kılmış olmalı.

Image
Resim 1: Xanten’de yapımı 16. yy’a ait olan bir ev.

Gidip görmüş olanların, orada yaşayanların ilk olarak dikkatlerini çeken şey tarihe ve tabiata karşı olan bağlılıklarıdır. “Almanlar ağaca ve tarihe tapıyorlar” denilse bunu ispatlamak için elde yeteri kadar veri olur. Özellikle görme imkânı bulduğum kuzey bölgesi bu açıdan oldukça dikkat çekici. Şehirlere parklar yapmamışlar, şehirleri park yapmışlar demek abartılı olmaz. Bununla birlikte çoğu yerde birkaç yüzyıllık evlerde yaşamın devam ettiğini görmek de birkaç açıdan üzerinde durmaya değer:

  • Tarihi dokuyu koruyorlar. Bunu koruyarak geleneği yaşatıp onun geliştirme ve üzerine bir şeyler koyma imkânı bulmuşlar. Bizdeki gibi geleneği yok etmeye dair bir motivasyonları yok.

  • Kullanılabilir mekân ve eşyaları değiştirmek gibi müsrif bir alışkanlıkları yok. Özellikle Xanten’de gördüğümüz 16. Yüzyıldan kalmış bir evde hala yaşamın sürdüğüne şahit olunca bunu daha iyi anlamış oldum.

Telaşlı insanlar, yüksek sesle konuşmalar, korna sesleri, curcuna pek görebileceğimiz bir şey değil. Bu konu üzerine uzunca konuşulabilir. Bu sohbetlere çokça şahit olmuşuzdur. İnsanların görevlerini vaktinde yapması, planlı bir yaşam olması, toplum içinde kurallara uyma, uyulmadığında cezalandırma vs.

Köln:

Image
Resim2: Dom Katedrali

Köln gezisinde özellikle dikkatimi çeken bir yapı oldu: Dom Katedrali. Katedralin yapım fikri 7. yüzyılda ortaya çıkıyor ve buna uygun bir plan çizildiği biliniyor. Temel 1248 yılında atılıyor ve eser 1880 yılında bitiriliyor. Yani eserin inşası 632 yıl sürüyor. Görkemli bir eser. 157 metre uzunluğunda iki kulesi var. Eserin sanat tarihi, Katolikler, Hristiyanlık ve Avrupa kültürü açısından muhakkak önemi vardır. Benimse başka bir şey dikkatimi çekti. Dikkatimi çeken bu şey aynı zamanda Alman gelişiminin de kodlarını taşıyor olabilir.

632 yıl boyunca sayısız yöneticinin başa geçmesi, belki bölgenin siyasi coğrafyasının birçok kez değişmesi, söz sahibi onlarca farklı din adamının yönetimde olması, sayısız usta, işçinin çalışması neticesinde bir eser ortaya çıkıyor. Ancak ortaya çıkan eser sanki tek bir siyasi erkin iradesi altında bir mühendis ve mimar tarafından aynı usta ve işçi ekibinin elinden 5-10 yılda çıkmış gibi bütünlük arz ediyor. Altı asrı aşkın süren yapım sırasında dışarıdan baktığınızda bu uzun sürenin izlerini, farklı yönetimlerin izlerini, farklı mimari dokunuşların izlerini göremiyorsunuz. Dünyada yapımı bu kadar uzun süren başka eserler var mı, bilmiyorum. Ancak asırları aşan inşa süresinde muhakkak teknolojinin değişimi, siyasi yaşamın değişimi, kültürün değişimi kendini eserde bir şekilde belli eder ve bazı uyumsuzluklar dikkat çeker. 

Peki, bu bize ne anlatıyor?

Ekonomik imkânlar yetmemiş olabilir, siyasi çalkantılar olabilir, çeşitli sorunlar güçlükler olabilir ancak bu katedralin geleneğe sıkı sıkıya bağlı, çok güçlü bir kültürün eseri olduğu tartışılmaz. Plana sadakat, sistemli çalışma, geleneğe sadakat kendisini muhteşem bir eser olarak ortaya koymuş. Dom Katedrali gelenek ve toplum arasındaki ilişkiyi en güzel biçimde göstermesi açısından benim dikkatimi çekti.

Bu katedrali anladığımızda Alman toplumunun tarihe, geleneğe bağlılığı, disiplinli yaşamları, yavaş ama muntazam işleyen sistemlerini, kurallara uymaktaki hassasiyetlerini anlamak da mümkün olur.

Image
Resim 3: Katedralin kulesinden şehrin bir kısmının görünüşü

Katedralin kulelerinden Köln’e baktığınızda takdir ve hüzün duygusunu birlikte yaşıyorsunuz. Takdir ediyorsunuz: Şehre yukarıdan seyrederken gözü tırmalayan bir şeye şahit olmuyorsunuz. Şehir kendi kimliği, mimarisi ve tabiatla uyumuyla takdiri hak ediyor. Tüm şehir tek ustanın elinden çıkmış gibi duruyor. Hüzünse bizim payımıza düşen. Şehir dediğimiz şey türlü biçimsizliklerde beton yığını. Bir ara Safranbolu’da, Bursa’da, Amasya’da birkaçı korunabilmiş geleneksel evlerimizi teknoloji ile tanıştırıp tekrar yorumlasaydık, bugün nasıl şehirlerimiz olurdu diye düşünüyorum. Belki de modernleşmede Fransız’ları taklit etmek yerine Almanları örnek almamız gerekirdi. Hatta Almanları bile örnek almadan geleneksel evlerimizi modernize etmek bugün için yaşanılabilir şehirler kurmamıza vesile olurdu. Sanıyorum Fransız modernleşmesini taklit etmeye çalışmamız şehir mimarimizde şimdinin kanserine dönüşen apartman denilen gudubet yapıyı, gayri insani gayri medeni yapıyı hayatımıza soktu. Onu da doğru düzgün beceremeyip insanlarımızı üst üste istiflemiş olduk.

Amsterdam:

Image
Resim 4

Gözümüze sokulan LGBT bayraklarından şehre, kanallara, tarihi dokuya çok odaklanamasak da yel değirmenleri hoş bir tecrübeydi. Kuzey halklarının tabiatla olan münasebeti, kurdukları şehirler soğuk iklim kuşağında olmaktan kaynaklanıyor da olabilir. Sıcak bölgelere indikçe şehirlerin kaotik bir görüntüye bürünmesi, insanları ve toplumu saran rehavetin bir sonucu olmalı. Soğukta mücadele ve disiplin olmadan hayata tutunmak zor olsa gerek. Belki de bu onları bir adım öne taşıyor.

Image
Resim 5

Brugge:

Image
Resim 6

Bu seyahatte birinci sıraya yazabileceğim, bizi zamanda yolculuğa çıkaran Belçika’da bir şehir. Eğer gidecekseniz Brüksel’e değil Brugge’a gidin. Bir film platosu gibi. Tarih olduğu gibi korunmuş ancak turizm için değil. Şehir yaşıyor. Gündelik hayat birkaç yüzyıllık binalarda sürüyor. O atmosfere şahit olmak betona gömdüğümüz şehirleri hatırladığımızda acı da veriyor.

Image
Resim 7

Almanya içinde yaptığımız Berlin, Köln, Düseldorf, Xanten, Podstam, Herne, Moers seyahatlerimizde, bu sırada konakladığımız Oberhausen’da hep aynı izlenimi edindik.  Tarih ve tabiat ile iç içe yaşayan, koşturmayan, sakin, trafiğin aktığı, curcunanın olmadığı bir günlük yaşam.

Olumsuz hiçbir şey görmedik mi? Uyuşturucu ve alkolden dolayı yürüyemeyen, sokaklarda yatan, dilencilik yapan insanlara da şahit olduk. Amsterdam’da, Berlin’de caddelerde fareler gördük, tuvalet ihtiyaçlarını uluorta gideren insanlar da gördük. Orası bir cennet falan değil. Ancak önemli ölçüde büyük işler başardıkları da ortada.

Image
Resim 8: Berlin’de bir alt geçitte yaşayan evsizlerin çadırları.

Bu sırada Amsterdam’da Dam Meydanın’da Hollandalı bir aktivistin Gazze soykırımına karşı yaptığı tek kişilik eyleme şahit olurken Almanya seyahatinin hiçbir yerinde Gazze’ye dair bir şey göremedik. Sadece Xanten’de bir meydanda Filistin bayrağına şahit olduk. 

Image
Resim 9: Amsterdam Dam Meydanında Hollandalı bir aktivist Gazze soykırımına karşı eylem yapıyor.

Başta söylediğim gibi sömürgecilik tarihi, birinci ve ikinci dünya savaşları, vahşi kapitalizm başlıklarını bir tarafa koyarsak özellikle Almanlar toplumsal yaşamlarının belli noktalarında başarılı olmuşlar. Aile hayatları, insan ilişkileri, sosyolojik durumları, politik yaşamlarına dair söyleyebilecek bir şeyim yok. Üç haftalık seyahatimiz daha çok şehirlerini, tarih ve tabiatla ilişkilerini gözlemleme imkânı verdi. Diğer başlıkları orada yaşayanlardan dinlemek daha doğru olur.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 206 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.