“Zaman oku” denince akla ilk gelen fizik. Elbette fizikçi değilim. “Zaman oku” derken de kastım fizikteki ve fizik dünyadaki “zaman oku” değil. Sosyolojideki, sosyal dünyadaki “zaman oku”ndan söz edeceğim. Ama değil mi ki “zaman oku” demişiz, fiziğin alanına girmişiz, fizikçilerin mazur göreceği umuduyla, dikkatimizi biraz o tarafa çevirelim.
Efendim, zaman dördüncü boyutumuz. Uzmanlar 10, 11 boyut var diyorlar. Ama insanın algılayabildiği sadece dört boyut: En, boy, derinlik ve zaman. Önceleri Fizikte zamanın evrenin her yerinde sabit hızla ilerlediği varsayılmaktaydı. Aynen ışığın hızı gibi. Malûm, ışık evrenin her yerinde saniyede 300.000 km hızla ilerliyor. Bu sabit. Zamanın hızının sabit olmadığı ancak 19. yüzyıl sonlarında anlaşılmaya başlanır. Burada şu ayrım önemli: Fizik bilimine göre zamanın varlığı bir sanrı değil. Zaman var. Ama zamanın akış yönü ve hızının sabit olduğu iddiası gerçeğe dayanmıyor. Zamanın yönü ve hızı bulunulan fizikî koşullara göre değişebiliyor. Yön için: Zaman oku herhangi bir yönde ilerleyebiliyor; tek istisna, zaman oku geri çevrilemez. Hız için: Yeryüzünde geçirilen zaman ile uzayda ve atom altı seviyelerde geçirilen zaman eşit olmuyor. Bunların bizimle ilgisi ne? Çünkü bir de sosyal zaman var.
Şimdi burada şuna dikkat etmek gerekiyor: Evet, sosyal zaman var. Sosyal zamanın hızı ve yönü de var. Aynen fizikteki gibi bu sosyal zamanın ne hızı ne yönü sabit. Ama bütün bunlar fizik zaman ile sosyal zamanın ne birbirinin nedeni ne sonucu ne de paraleli olduğunu gösterir. Bunlar tamamen aklın kurduğu benzerlikler. Analoji bile sayılmaz. Zira analoji bilgi üretmede kullanılan akıl yürütme biçimlerinden biri. Kaldı ki, bu sosyal zaman sosyal dünyanın her yerinde de aynı hızda ilerlemiyor. Sosyal hayatın ritmi toplumlardan toplumlara, hatta her toplumun kendi içindeki farklı uğraklara göre ayrı tempolarda ilerliyor. Örneğin bazı toplumlarda bazı socius türlerinde, sosyolojilerde, bazı insan birlikteliklerinde zaman hızlı akar, kısa sürede çok iş yapılması gerekir ve öyle bir planlama yapılır ki tüm işler başarıyla gerçekleştirilir. Diğer bazılarında ise işler daha yavaş akar. Modern de denilen günümüz dünyasında hayatımız hızlı aşklar, kısa evlilikler, sık iş değiştirmeler, erken seçimler, değişen yasalar, yenilenen sözleşmeler, yükselen fiyatlar, ev taşınmalar, şehir değiştirmeler, yeni arkadaşlar, yeni mobilyalar, yeni modalar, yeni müzik türleri, yeni sanat anlayışları, yeni suç türleri vb. ile adeta “rüzgâr gibi” geçer; “öyle bir geçiyor zaman ki”deriz. Oysa fizikteki zamanın hızı, uzay ve atom altı parçacıklar dışında, yerkürenin her yerinde aynıdır. Yineleyelim, biz burada fizik bilimine ya da fizik dünyaya bakarak sosyoloji ya da sosyal dünya için bir model kurmaya çalışmıyoruz. Amacımız analoji yoluyla sosyal hayattaki zaman için bilgi üretmek değil. Bu benzetmeleri yapıyoruz zira sadece zihnimize bir pencere açmak, ufuk çizgimizi genişletmek, sözümüze taze bir nefes kazandırmak istiyoruz. Hız bağlamında şunu da söyleyelim:
Hız zamanın birim saniyede bir yerden başka bir yere ulaşmasının nicel ifadesidir. Hız var. Zira o hızı hız yapan yani o hızın taşıdığı, o hızın üstüne binen bir enerji var. Enerji olmasaydı ne hızın ne de zamanın bir anlamı olurdu. Hız enerji sayesinde var. Zaman enerji sayesinde kendini görünür kılıyor. Zamana manâ katan enerjidir. Enerjinin sosyal hayattaki karşılığı güçtür, iştir; enerji hareketi, oluşu mümkün kılandır. Enerji duruk değildir. Enerji hep dinamik olmalı, olamıyorsa ortada enerji kalmaz. Doğadaki fizik enerji termodinamiğin yasalarıyla bağlantılı. Ama sosyal dünyadaki enerji yani güç, insanın kendini gerçeklemesi sırasında algılanabilir hale gelen, açığa çıkan emektir. Sosyal hayatın hızındaki farklılıkların nedeni işte bu emeğin yani bu gücün bileşenlerinin farklı hızlarda akıyor olmasıdır. Bu sebeple sosyal zaman o enerjinin yoğunlaştığı sosyal düzenlere, birliktelik formlarına, bunların işleyişlerine göre farklılaşmaktadır.
Sadece hız mı? Bir de yön meselesi var. Zamanın bir de yönü var. Yukarıda da değindiğimiz gibi hem fizik hem sosyal dünyadaki zamanın yönü okla ifade ediliyor. Ama bu, zamanın yönünün ancak ve ancak düz çizgisel olduğuna işaret etmez. Zaman oku geri döndürülemez olduğu kadar, düz çizgisel de değildir. Zaman oku mekân içinde, uzamda hareket eder. Mekân dışı bir zaman var olamaz, aynen zaman dışı bir mekânın da olamayacağı gibi. Çünkü en boy derinlik ve zaman yani bu dört boyut bir araya gelmedikçe, nasıl ki fizik mekân var olamazsa, sosyal mekân da var olamaz. Zaman oku bu uzamda yüklendiği enerjiyi taşır. Nereye doğru taşır? Güzergahı, doğrultusu nasıldır? Doğrultu bazen doğrusal bazen eğimli bazen sarmaldır. Ama asla geriye doğru değildir. Çünkü bu boyutlar birlikte var olmak zorundadırlar. Zaman diğer üç boyuttan ayrı var olamadığı için onlarsız tersinemez de. Dördünün birlikte tersinmesi ise imkân sınırlarını zorlayacak gibi görünmekte.
Zaman okuna binen enerji içinde bulunduğu mekân olan yapı içindeki birimleri hem spontane olarak organize ediyor hem de onu daha üst bir karmaşıklığa ulaştırıyor. Böylece düzensiz sistemlerden düzenli/istikrarlı sistemlere geçiş ve bunun tersi olabiliyor. (Aşağıda bu konuya döneceğiz). Her ne kadar Sıfırıncı Termodinamik yasası equilibrium denge ile başlarsa da bu dengelilik hali özellikle sosyal hayat gibi açık sistemlerde her an dışsal bir etkenle bozulmaya açıktır. Sosyal sistemlerde devinim, yani güç, yani enerji akışkanlığı sistem dışından beslenir; sürdürülebilirlik böyle sağlanır. Aslında devinim gücünün maddenin/nesnenin doğasına içkin olduğu sayıltısı Aristoteles’e aittir. Hareketi başlatanın dışsal bir güç olduğu tespiti Galileo’ya aittir. Bu tespit modern bilimin temellerinden biridir.
Sosyoloji sosyal hayattaki akan zamanın varlığını görmek zorunda. Zira zaman, sistemin vazgeçilmez oluşturucusu olduğu için de dördüncü boyuttur. Devri daim makinası dördüncü boyuta yani zamana ihtiyaç duymaz. Ama devri daim makinası hiçbir işe de yaramaz. O bir kapalı sistemdir. Ha durmuş ha çalışmış. O bir zihni sinir projesidir. O bir oyuncaktır. Çünkü zaman boyutu yoktur. Oysa sosyal sistemler açık sistemlerdir. Başka açık sistemlerle etkileşim, iletişim ve ilişki kurar. Başka açık sistemlerle ilişki kurmasak bile en azından etkileşiriz. O bize biz ona etki bırakırız. Böylece yaşamayı devam ettiririz, kısırlıktan kurtulur, üretken, üreten sistemler oluruz. Bu bakış bizi hem kendi içine kapalı, dış dünyaya yaban bir sistem olmaktan hem de bu yaban sistem olma halinden mutmain olmaktan korur ve kurtarır. Kurtarır, çünkü kapalı sistem olmaktan mutmain olmak demek o yaban yapının varlığını idame ettirmenin bir başarı hikayesi olduğunu iddia etmek demektir. Oysa bu yanıltıcıdır. Zira emek enerjidir ve bu emek açık sistemde var olur, devinir, işler, kullanılır. Bu enerji, bu güç, bu emek açık sistem olarak zaman okunu üstüne binerek hareket etmez ve diğer açık sistemlerle en azından etkileşme yoluyla işlerlik kazanmazsa evet, yok olmaz. Termodinamiğin birinci yasasındaki gibi var olan hiçbir şey yok olmaz. Ama çürür, bozulur, çöp olur, gübre olur, varlığını atık olarak sürdürür. Bu bizi nereye getirir? Bu bizi özcülüğe, öznelciliğe, kültürel göreceliğe karşı duyarlı ve mesafeli olmaya davet eder.
Sosyal hayatın, yapıların, açık sistem olması sosyal hayattaki olayların “tarihsel zaman” kıskacına yakalanmadan açıklanmasını da mümkün hale getirir. “Tarihsel zaman” kavramı benim gördüğüm kadarı ile iki alanda karşımıza çıkar: Gelişim psikolojisinde bireyin davranış ve gelişiminin, bulunduğu gelişim dönemindeki tarihsel ve sosyal koşullardan etkilendiğinin kabul edilmesidir. Tarih disiplininde ise, ki temsilcisi Reinhart Koselleck’tir, tarihin yaşanan gerçekliği doğuran ve geleceği de belirleyen düz çizgisel bir olaylar dizisi olduğu sayıltılanır. Her iki disiplin için de “tarihsel zaman” gerek bireyin, çocuğun, gencin davranışlarının gerek sosyal olayların, hareketlerin, süreçlerin içinde bulunulan dönemin koşulları tarafından belirlediğini ileri süren bir yaklaşımdır. Açıktır ki bu yaklaşım anti-hümanisttir. İster sosyal kişi ister kolektif kişilik olsun, sosyal birimleri sosyal yapılar, koşullar, sosyal sistem karşısında ikincilleştirmektedir. Oysa sosyal birimler sosyal hayata sundukları emekleri yani yapıp etmeleri, düşünüp söylemeleri imgeleştirme ve simgeleştirmeleri ile “tarihsel zaman”ı mümkün kılanlardır. Zamanın hem varlığını hem akışını mümkün kılanlardır. Sosyal birimler dünün ve bugünün nesneleri değil özneleridir. Etkiledikleri tarafından etkilenirler. Bu ilişki tek yönlü değildir.
Yaşanılan dönemin koşullarının sosyal kişi ve kolektif kişiliklerin başta düşünüş ve davranış olmak üzere tüm sunumları üzerinde etkili olduğunu ileri sürmek onları kuklalaştırdığı gibi o dönemdeki tüm yapılıp edilenlerin tüm fiil ve amellerin meşrulaştırılmasına da sebep olur. Bunlara ek olarak tarihin çoğul okumalarının da “tespit edilen koşullar listesi” etrafında dönüp durmasına yol açar. Bir tarihçi şu, diğer bir tarihçi bu veriyi başa çeker, bir tarihçi şunlar, diğer bir tarihçi bunlar arasında bağlantılar kurar ama günün sonunda gelinen nokta, aynı havuz içinde dolanıp durmaktır. O zaman dilimindeki hiçbir olay veya olgudan hareketle bugüne yönelik bir hitapta bulunma gibi bir niyet de beslenmemektedir. Tarihçi bugünle değil dünle konuşmaktadır, üstelik bugünkü tarihçi olarak. Bu tarihçinin muhatabı da ötekisi de dündür; bugün değil. Bu sebeple olsa gerek Koselleck tarihçinin elden geldiğince kendi dilini incelediği dönemin diline, zihniyetine yaklaştırması gerektiğini önerir. Ama Hans-Georg Gadamer’in de dediği gibi bu asla mümkün olmaz. Hiçbirimiz kendimizi sıfırlayamayız. “Tarihsel zaman” bizim holistik olarak adlandırdığımız yaklaşımla uyuşumlu bir kavramlaştırma gibi görünmektedir. Yapısalcı yaklaşım da holistik ve anti-hümanisttir. Bilindiği gibi bunlar aksiyonel yaklaşımdan daha farklı sayıltılara dayanırlar. Ama biz şimdi zaman konumuza devam edelim.
Nasıl ki algıladığımız zaman her sosyalite için aynı hızda ilerlemiyorsa, algıladığımız mekân da her sosyalite için aynı boyutsal ölçülere sahip değildir. Bazılarımız daha dar bir zaman aralığında daha sınırlı bir mekânda yaşıyor ve dünyayı da bu iki parametreye göre algılayıp yorumluyoruz. Bazılarımız ise duyu organlarımızı daha geniş bir zaman aralığında daha geniş bir mekâna yayıyoruz ve böylece dünyayı hem daha geniş zamanda hem daha geniş mekânda görüyoruz. Mekân sayesinde zaman oku düz çizgisel bir hatta ilerlemek zorunda kalmaktan kurtuluyor ve spiral gibi de hareket edebiliyor. Derinlik boyutu eğri ve sarmal harekete imkân veriyor. Ne gibi? Sosyal hayattaki devinim, değişim, transformasyon da böyle. Sürekli düz çizgisel değil ama eğimli, sarmal, tabii bazen da düz çizgisel. Malûm bizdeki devinimin kaynağı insanın emeği. Emek, yineleyelim, fizikteki enerjinin karşılığı gibi. Nerede emek harcıyorsak orada fizikteki enerji gibi bir devinim sergiliyoruz demektir. Bunu, aklımdan geçeni hayatın başka bir alanı olan fizik dünyadan örneklendirerek anlatırsam daha iyi ifade edebilirim belki, diye düşünerek böyle anlatıyorum.
Fizik’ten aktaracağım son bir konu da termodinamiğe ya da genelde fiziğe Prigogine’nin sunduğu bir katkı. Bunu da kafamızın bir yerinde tutalım, bir gün lazım olabilir, ne zaman olacağını şimdiden bilemesek de. Prigogine diyor ki zaman oku var, bu okun şekli de sarmal. Ama bir de şu var: 1960’larda Prigogine dissipative yani tükenen/harcanan/sarf edilen yapılarla ilgili bir teori geliştirir. Buna göre denge durumu dengesizlikten doğar. Düzenli ve istikrarlı yapılar daha düzensiz ve istikrarsız yapılardan doğar. Ama bu asla ve asla bir tersinirlikten kaynaklanmaz ya da tersinirliğin sonucu değildir. Ne gibi? Popüler örnekteki gibi; eriyen şeker küpü asla tekrar küp şeker haline gelmez, gelemez. İstatistik bilimi bunun mümkün olduğunu söyler; çok çok çok zayıf bir ihtimal de olsa bu mümkündür der. Ama Prigogine bu olasılığın gerçekle uyuşmadığını ileri sürer. Prigogine’nin bunun matematiksel açıklamasını da yapıp yapmadığını bilmiyorum ama bu konuda Einstein’la aynı düşüncede oluğunu biliyorum. Einstein da “Tanrı zar atmaz” demişti. Düzensiz parçacıkların, hücre yapı taşlarının, en küçük birimlerin nasıl olup da düzenli bir yapı oluşturmak üzere bir araya geldiklerini bilmiyoruz. O küçük parçaların devimlerindeki itici etkeni, mekanizmayı henüz aydınlatmış, açıklamış değiliz. Ama tıpta da mikroskopla yapılan gözlemlerin örneğin doku geliştirme çalışmalarında bu mekanizmanın şeklen aynen böyle olduğunu gösterdiği söyleniyor. Kuşkusuz, bu arada başıbozukluk yapan hücre yapı taşları, hücreler, vb. de tespit edilebiliyor.
Buradan yine kendi alanımıza döndüğümüzde ne söyleyebiliriz? Bunun sosyal hayattaki akışla benzerliği var mıdır, varsa ne olabilir? Bu sorunun cevabını sosyologlar düşünmeli. Kendince bir cevap bulabilmeli. Ben de düşünüyorum ve diyorum ki, sosyal birimlerin kendilerini gerçekleme amacıyla yaptıkları sunumlarının başkalarının kendilerini gerçeklemelerine etkilerinin ve o gerçeklemenin farklı sosyal katmanlardaki farklı yapılaşma seviyelerindeki sonuçlarının evrensel değerlerle uyuşma seviyesi göz önüne alınarak bu akışkanlığın itici mekanizması üzerinde çıkarımlarda bulunulabilir. Burada “evrensel” değerler” derken kast edilenlerin neler olduğu ve bu “evrensel değerler”in farklı sosyalitelerdeki sosyal birimlerin kendilerini gerçeklemeleri yolundaki fiilleriyle nasıl uyumlulaştırılacağı ise ayrı konulardır. Nasıl ki insan bedeni üzerinde çalışanlar yönü hızı belirsiz hücrelerin düzenli dokular oluşturduklarının mekanizmasını çözememişlerse biz de bu sorularımızın cevaplarını bilemiyoruz. Sosyal hayat nasıl mümkün olmaktadır sorusu sosyolojinin, tarihin ve diğer sosyal bilimlerin henüz cevaplayamadığı bir sorudur. Ama bu soru vardır, ortadadır. Cevabını bilemiyoruz demek de aslında gerçeği ifade etmektir. Peki, soru ortada ve fakat sorunun cevabı olacak mekanizma ya da işleyiş tarzı henüz ifade edilmemiş ise de ortadaki soruya cevap teşkil edecek ipuçlarının arayışına girmemiz yine de mümkün olama mı? Olabilir. Kant ne dedi? “Aklını kullanmaya cesaret et”.
Yukarıda sosyal hayata geniş zamanda ve geniş mekânda bakmaktan söz edildi. (Bu kavramları Ahmet Hamdi Tanpınar’dan öğrendik). Geniş zamandan bakmak demek sosyal olanı bugün ile modern olan ile sınırlamamak saatimizi, takvimimizi genişletmek dün dediğimiz zamanlardaki sosyal hayata da bakmaya yönelmemiz demektir. Geniş mekândan bakmak demek ise bu geniş zamanı içinde aktığı mekânla birlikte ele almak emektir. Bu bakış bizi sosyoloji tarih birlikteliğine getirir. Şimdi soru şudur: Sosyoloji ve tarih nasıl birlikte olabilir?
Sosyoloji ve tarih birlikteliği sosyolojinin konusunu modern toplumun incelenmesiyle tarihin konusunu da dünün toplumunun incelenmesiyle sınırlamamakla olur. Bu nasıl olacak? Sosyoloji için bugünün toplumuna geniş zamanda, içinde dünü de taşıdığının bilinciyle yaklaşacağız. Tarih için ise dünün toplumuna bugünün kavramlarına, bilgilerine ve değerlerine sahip bugünün insanları olarak yaklaşacağız. Bu böyle olmuyor mu? Olmuyor. Genel eğilim sosyoloji çalışmalarında ele alınan konunun tarihçesinin bir envanter sıralaması gibi sunulmasıdır. Bugün içinde dünün izi aranmaz, tersine dün ve bugün arasına ince fakat keskin bir çizgi çekilir. Tarihteki genel eğilim ise seçilen dönemin, ulaşılabilen tüm belgeler çerçevesinde mantıklı, makul, gerçeğe en uygun tarzda inşa edilmesidir. Bu bakışın bilgili, bilinçli, geniş ufuklu, yetkin temsilcilerinden biri olan Şükrü Hanioğlu bu inşaların çoğulluğundan yanadır. Ona göre “geçmişi özgün bağlamında yeniden inşa eden” her tarih araştırması, herhangi bir ideolojinin ve siyasi tercihin sözcüsü olmaması koşuluyla saygıdeğerdir ve tarihin aydınlatılmasına katkıdır. Buna göre Şükrü Hanioğlu farklı inşaların varlığına alan açan ve bu farklı inşaların tarihe zenginlik katacağını ileri süren bir tavır içindedir. Ama bu tavrı onun temelde tarihteki olan biteni, yapılanları bugünün kavramları ve değerleri ile yeniden kurmamıza ne izin ne fırsat verir. Böylece de tarihi geniş zaman ve geniş mekânda kurmamız imkân dışı kalır. Başka bir ifadeyle zaman okunu üzerindeki insan emeğiyle birlikte bugüne taşımamız imkân dışı kalmaktadır. Bu ise termodinamiğin birinci yasasına aykırı bir durumdur. Dünün enerjisini bugüne taşıyamıyorsak ona atık muamelesi yapmış onu düne gömmüş oluruz. Dünü müze veya sahaf malzemesi haline getirmiş oluruz. Karar sosyologların ve tarihçilerin.
* 29 Eylül 2019 tarihinde Ankara Us Atölyesi’nde yapılan konuşma metnidir.
Teşekkür ederim bu fikir
Teşekkür ederim bu fikir cimnastiği için. Naçizane bir ek sunayım. "Zaman oku üzerindeki insan emeği ile bu güne taşınamıyor." Diyorsunuz. Burada taşınamayan kinetik enerji. Zaman oku üzerindeki İnsan kalitesi ile bu güne taşınabilir bu bence potansiyel enerjidir. İş, emek yatay gerçekleşme yanında bir de kalite gibi niyet gibi dikey gerçekleşme unsuru vardır. Selâmlar.
In reply to Teşekkür ederim bu fikir by Nihal Ercan
Sayın Ercan ilginize teşekkür
Sayın Ercan ilginize teşekkür ederim.Sanirim iyi ifade edemedim. Yazımın son paragrafında geniş zama ve geniş mekandan bakmadigimiz sürece zaman okunun insan emeğini bugüne taşıdığını görmemizin mümkün olmadığını söylemeye gayret ettim. Yani aslında aynı fikri savunuyoruz.
Yeni yorum ekle