İnsanın Sefaleti ve Ruhun İsyanı

Ali K. Metin
12 Ağustos 2017

Dünya, adaleti bize hiçbir zaman vermeyecek. Her zaman, her şeye rağmen onu aramaya devam edecek ama yazık ki bulamayacağız.

Dünya bize adaleti vermeyecek olsa da arama tutkumuz katiyen sönmeyecek.  Adalet için savaşacak, kaybedecek ve öleceğiz.

Aşkla, tutkuyla bağlanacak,  adalet için yaşamanın onuru ve gönenciyle öleceğiz.

Bu cümlelerin retoriğe fazlasıyla yüz verdiği şüphesiz. Ancak safsata veya hamasetten ibaret olduğunu zannedenler yanılıyor. Unutulmasın ki, insan hiçbir varlıkta olmayan bir ruh gücüne ve iradeye sahip. Ruhumuzla her şeye rağmen dünyayı başka bir dünya, insanı başka bir insan yapmanın çabasını verip duruyoruz. Ruhumuzla direnmeye devam ediyoruz. Zor bile olsa, yer yer bu çabayla insanlığımızı temayüz ettirmenin onurunu ve güzelliğini hissedebiliyoruz.

Sisifos’un kaderini yaşıyor da olabiliriz. Ne ki mühim olan ruhumuzdaki güzelliğe; iyiliğin ve güzelliğin davasına inanmak.

En büyük açmazımız, kendi kendimizin kölesi olmaktır. İçgüdülerimizle ruhumuz arasındaki mesafe bizi türlü insanlık durumlarıyla yalpalatıp duruyor. Retorikle gerçekliğimiz arasında gelip gidiyoruz. Ne olduğumuz da, ne olmak istediğimiz de muammalarla dolu.

İnsanı egoizme davet eden Max Stirner, aslında insanın ikileminden ve ikiyüzlülüğünden duyduğu rahatsızlıkla meseleye bakıyor. Yalana ve aldatmacaya yeter demek istiyor: Olduğun gibi görün! Karamsarlığı onu daha da ileri götürmekte: Olduğun gibi ol. Kendin ol!

İnsanın savaşı ne dersek diyelim doğayla kültürün savaşından ibaret. İçimizdekiyle dışımızdakinin savaşını yaşıyor ve bu savaşta kendimiz dahil herkesi kandırmayı marifet biliyoruz.

Fakat herkesi kandırmak imkansız. Herkesin gözü kapalı olduğu bir dünya hiçbir zaman olmadı.

Stirner de gerçeği bütün açıklığıyla görenlerden biri. Ancak o, kölelikten çıkışın yolunu yine bir tür kölelikte gördüğü için yanılıyor. Kendi olmanın yolunu egoizme teslim olmakta arıyor:

“Binlerce yıl sürüp giden bir kültürün egemenliği size ne olduğunuzu göstermemek için karanlığını yaymış ve sizi bir egoist olmadığınıza, bir idealist (“iyi insan”) olmak için yaratıldığınıza inandırmıştır. Bu düşünceyi üzerinizden atın!” (Stirner 2013, 205)

Aksine bu düşünceden vazgeçmemek için yaşayacak, vazgeçmeyi büyük bir utanç sebebi sayacağız. Dünya vazgeçenlerle geçmeyenler arasındaki savaşa mutlaka sahne olmaya devam edecek.

Kaybedenler kaybedecek ama şerefiyle ölecekler. Kazananlar kazanacak ama şerefsizce dünyayı terk edip gidecekler.

Nasıl yaşadığımız değil nasıl öldüğümüz önemli. İnsan eni konu güzel bir ölümle ölmek için yaşar, -yaşamalı. 

Ölümü güzelleştirmek için dünyaya; geleceğe doğru bir hareket bırakmak gerekiyor: Bir yürüyüş, bir duruş, bir tutku.

Şeref hissinin verdiği yüceliği iliklerimizde duymak ve duyumsatmak gerekiyor.  Hayatı düelloya davet eden bir adamın hisleriyle yaşamak! Mesele bu. Alçak ve zalimlerle her zaman bir düello halinde! Densiz, yersiz, anlamsız, budala insanlarla bitmeyen bir düello...

Bunun için şeref, bizi sadece ayakta ve sağlam tutan bir duygudan ibaret kalmamalı. Gücü, şarıltısı ve yüceliğiyle dünyada bir yankı yapabilmeli. Çektiğim hareket dünyayı, dünyanın vicdanını kanatabilmeli. Mesele asıl itibariyle bu.

Mesele, şerefsizliği ifşa ve izhar etmek. Alçaklığı, yalancılığı, ikiyüzlülüğü kimsenin yanına kar saydırmamak. Şerefsizler için dünyayı dar edebiliyorsak ne ala!

Her şeye rağmen şiir var. Şiir yaşıyor!

Şiir şerefsizlerin korkulu rüyası olamıyorsa eğer, bir şeyler hala eksik gidiyor sayılır. Sadece şiir değil, aslında bütün edebiyat, bütün sanat için öyle. Alçaklar, şerefsizler dünyayı talan edebilir ama şiiri, edebiyatı asla.

Şiir köleleştirilemez. Şiir kölenin bilincidir ama kölenin kendisi değildir. Alçaklara hizmetkar bir şiir sadece hizmetkardır, şiir değil.

Zira şiirin, edebiyatın kimyası alçaklığın, şerefsizliğin kimyasıyla hiçbir zaman uyuşmaz. Lakin uyuşmamak yetmez. Şiiri ele geçirememeleri yetmez. Şiir şerefsizlere saldırmadığı, onları ayan beyan etmediği sürece mesele tamam değildir. Bunun için şiire vurucu bir asabiyet gerekiyor.

Kavga şiirin asaleti hükmündedir. Şerefsizliğe karşı “isyan ahlakı”nın dünyaya transferinden ruhun kavgası başlar. Şiirin büyüklüğü kavganın büyüklüğüyle kaimdir.

Bu bapta, büyük şiir şerefsizlerin kabusu olacaktır. Dünyaya çakmak istedikleri kazıkları onların oturaklarına çakacaktır. Çakmak zorundadır. Dünyayı şerefsizlere dar edemeyen şiir, eksiktir.

Bu ülkenin namuslu, güzel çocukları halen büyük şiiri arıyor. Büyük şiirin baharını arıyorlar. Aşkın, imanın, ahlakın baharı için şerefle yaşamayı ve ölmeyi ümit ediyorlar.

Kapitalizmin dünyasında adaletin, aşkın ve özgürlüğün hep bir kandırmaca olduğunu biliyorlar. Kapitalizmin yolundan giderek yaşayabileceğimiz bir bahar hiç olmayacak. Bundan eminiz. Bundan emin olduğumuz için büyük düşünelim, bütüncül ve radikal düşünelim diyoruz. Büyük ütopyalarımız olsun istiyoruz.

Ütopyalar kapitalizmin, şerefsizlerin, zalimlerin korkulu rüyasıdır, bundan eminiz.

Dünyayı dönüştürmek yerine dünyaya entegre olmaktan söz edenler, yazık ki kapitalizmin değirmenine su taşımamızı istiyorlar: Güce, yani düzene tabi ol! Lisan-ı hal ile söylenen bu. İnsana değil sisteme inanan bu zihniyet, bizi kolayca teslim alıyor. Realizm, nesnellik gibi şeytani desiselerle insanlığı kandırmaya devam ediyor.

Niyeti halis olabilir; lakin Karl Marks bile “diyalektik materyalizm” adı altında bu desiselere meşruiyet kazandırmaktaydı. Kapitalizm güya insanlığı tekamül ettirecek bir aşamaydı. İdris Küçükömer de mesela bu dolmayı yutmuş bir bilim adamı olarak hiç mi hiç bahis konusu edilmedi; ama sağ-sol değiştirmesi Müslüman aydınlar tarafından bile fazla fazla itibar gördü. Kimse “yahu bu herif kapitalizmi buyur ediyor” şeklinde bir eleştiri yapma ihtiyacı duymadı.

Düşünce zaviyemiz bu derece yerlerdeydi işte. Bugün ayağa kalkmaya güç yetirebilecek miyiz, doğrusu meseleyi fazlaca basitleştirme tuzağına düşmemişsek ümitvar olmamız pek öyle kolay gözükmüyor.

Alçakların, şerefsizlerin bu kadar cirit attığı bir dünyada, şiirin Türkiye’sini, hele hele büyük şiirin Türkiye’sini inşa etmek hiç kolay değil. Şiirin Türkiye’si güruhun, toplayıcıların değil seçkin bir topluluğun eseri olacaktır. Halkla bütünleşmiş; halk için, ülkesi için mücadele etmeyi mesele edinmiş seçkinlerin eseri.

Türkiye henüz daha bu zihinsel manivelayı temin edebilmiş değil. İstek var, ama güç, birikim ve hatta kararlılık yok. Vizyon ve istikamet yok.

Daha kötüsü şiirsizler güruhu Türkiye’yi hala atalete ve ruhsuzluğa teşne hale getirmekte. Bu ülke, bünyesindeki ifrazatı bir türlü atamıyor. İdealizm doğmadan ölüyor. Egolar şişiyor, parazitler orda burda cıvıldaşıyor.

Pragmatizmin ruhları iğdiş ettiği bu atmosfer içinde, vizyon ve ütopya değil, günü kurtarma, köşeyi dönme, ömrünü uzatma çabaları genel halet-i ruhiyeyi belirliyor.

Kapitalizme meydan okumayı tabiata meydan okumak gibi delice bir iş zannettiğimizden, sistem bütün çarklarıyla tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. Sarıyı yeşile çevirmekle avunuyoruz. Küçük rötüşlar, basit retoriklerle avunuyoruz. Avunuyor ve avutuyoruz. Değiştiğimizi itiraf etmekten, bir böceğe dönüştüğümüzün ifşa edilmesinden falan deli gibi korkuyoruz.

Değişim’i de 1984’ü de gücümüz yetse raflardan toplayıp yakmayı istiyoruz. Gerçeklerden korkuyoruz.

Paranın, kravatların, imzaların rengi yeşile dönüyor ama kapitalizm bütün arsızlığıyla hükmünü yürütüyor. Adalet hissimizi, vicdan ve inançlarımızı umarsızca köreltiyor. Bizi duyarsız, ahlaksız, ego ve hazzın kıskacında bir böcek sürüsü gibi yuvarlamaya devam ediyor.

Siyaseti, şiiri, felsefeyi koca bir sıfır haline getiren biyo-ideeolojisiyle, kapitalizm insanlığın en büyük afyonu olmanın kibrini yaşıyor.

_______________

Stirner, Max (2013), Biricik ve Mülkiyeti, Çev: Selma Türkis Noyan, Kaos Yayınları.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 481 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.