Entelektüelin Kayboluşu: Akışkanlığın Gölgesinde Metalaşan Dil

29 Ocak 2021

 

-I-

Entelektüelin bir hikayesi vardı. Kendisini toplumsal özne kılan bu hikâye sayesinde olağanüstü bir itibar ve misyon sahibiydi. Tarihin modernlikle başlayan çizgisinde onu öne çıkaran rol daha çok karizmatik bir tarza denk düşüyordu. O böylece kendisini zamanından ve toplumundan sorumlu görme bilinciyle itiraz eden, uyandıran ve hakikate çağıran peygamberî bir dille farklılaşıyor ve seçkinleşiyordu. Hakikat ve selamet söyleminde uyaran ve uyandıran entelektüel her ne kadar kavganın teorisyeni olarak sivrilse de pratik siyasetten ve hareketten muaf değildi. Sözlerinde bir vaiz coşkusu olsa da çağrısı imanla sonuçlanan bir dinginliği içermiyordu. Zaten o baştan beri konformizmin ve popülerliğin ayartıcılığına karşı insanları “rahatsız etmeye geldiği” için mutmain cevapların değil kışkırtıcı soruların peşinde olmuştu. Sözcükler onun dilinde körelmiş bilinçleri ve tükenmiş umutları uyandıran kavramlara dönüşürdü. Entelektüel bu bakımlardan vaktiyle örselenmiş bir hayata ve yaralanmış ruhlara umut veren bir söz cengaveriydi. Lakin hakikatin ve hayatın akışkanlaştığı bir demde onun temsil ettiği bütün bu heyecan ve misyon artık geçmiş zaman kipiyle ifade edilmektedir.

Bugün entelektüel kendisini var kılan gelenekle birlikte yerini-yurdunu ve daha önemlisi sözü kaybetmiştir. Entelektüel, “post”lu zamanların ruhuna yenilip dilini yitirmeden önce hayata dokunabilme gücüne sahipti. Bu dokunuş seçtiği konuma göre ya tarih ve geleneğe yabancı bir zorlamayı, ya da kimliğe ve değerlere yönelik bir kutsamayı içeriyordu. Hangi zamana ve dünyaya yönelirse yönelsin selamet ve aydınlık hep değişim arzusunu yansıtan kavramlarla inşa ediliyordu. Değişimin aciliyeti onu yabancı ufuklara savuruyor, despotik ideallerin büyüsüne kaptırıyordu. Ama hangi ufka koşarsa koşsun bir kavram hafızadan ve gelecekten beslenmiyorsa nasıl tutunabilirdi ki? Ceberrut arzulara teşne olmuş sözcükler hangi ruhu kanatlandırabilir ve hangi toprağa kök salıp hangi tohuma can verirdi ki? 

Oysa aydının sırtını döndüğü mecrada sanatından şiirine, mimarisinden türküsüne bir kalbin ve zihnin, bir irfanın ve kaderin ritimleri çarpıyordu. Orada kıdem bulmuş sözler aşina sesleri kulaklara çaldıkça tınılarını varlık alemine çıkarıyor ve unutulmaz bestelere dönüştürüyordu. Tarihsel hafızada musikinin bütün formları kültürün her katmanında günlük hayatla ve varlıkla irtibatı canlı tutan ve geleneğin terennümlerini zamana yayan bir aidiyet sembolizmiydi. Entelektüelin kadim öncüleri şair, ozan ve sâzende ise toplumun irfâni vicdanı olarak sözü ve sesi bir hafızada biriktiriyordu. 

Travma ise, bu dünyaya, insana ve hayata ruh veren hafızadan kurtulma arzusunda kendini gösterdi. Medeniyetin kriz zamanlarında öne çıkan kendinden kaçma ve diğerine öykünme kompleksi, sanatından siyasetine, edebiyatından ilahiyatına bütün medeni kodlarda makes buldu. Öykünmeci aydın yeni bir geleneği inşa etme adına içinde şizofrenik bir bilinci gizleyen truva atı gibi sahneye çıktı. Tarihsel mecrasında kendini sürdürmeye çalışan bir kültürün trajedisi buydu belki de; feraseti, dilini ve yönünü yitirmek. Hiç bir yere ait ol(a)mamak; sarkacın samimiyet ile ihanet salınımlarında kaybolan bir benlik ve idrâk tasavvuru. Bu sancılı güzergahta pozitivizmden post-modernliğe evrilen ve tahakkümü küreselleştiren bir dilin grameri bütün diğer dilleri ve lehçeleri yutuyordu adeta. Geç modern zamanlarda ise bütün şarkılar tek bir nakaratı tekrarlıyordu sadece; “her şey gider”... 

Modern krizin düşünce ve kültür bağlamındaki yansımaları farklıydı. Yeni sorunlarla birlikte aydının çoğu zaman dünya görüşü ve ideolojisi farketmeksizin kendi gelenek ve değerleriyle gerilimli ve kavgalı ilişkisi bugün de devam etmektedir. Ancak seçkin ve etkin pozisyonu geçmişe göre nispeten azaldığı için bu gerilim eskisi kadar dikkat çekmemektedir. Esasen ideolojik farklılıklarına rağmen ister gelenekçi ve kimlikçi isterse gelenek karşıtı ve yenilikçi olsun aydınların kendi dünyalarıyla irtibatlarında benzer bir patoloji hüküm sürüyordu. Üstün olanla mağlup bir kimlik ve rencide olmuş bir benlik üzerinden gerçekleşen her yüzleşme, aydınlarda ya tam teslimiyetçi ya da tam bir reddiyeci reaksiyon olarak geri dönüyor, kurtuluş ise külli bir değişim projesi ve tercüme bir ethos üzerinden tahayyül ediliyordu. Sonuçta organik aydının topluma yön verme, aydınlatma ve kurtarma şehveti değişim için her türlü politik aracın meşrulaşmasına hizmet ediyordu.

Erken modern aydın terakki için bütün değerleri araçsallaştıracak ve müktesebatından feragat edecek kadar uygarlık karşısında göz kamaşması ve zihin tutulmasına maruz kalmıştı. Şaşkınlığın had safhasında ise medeniyetin gömlek değiştirmek kadar kolay olacağı kanaati tebellür ediyordu. Geç modernlik dönemine kadar aydın sosyo-politik dönüşümün politik araçlarını devşirmeyi, kültürel alanda da sanat, medya ve yeni seçkin statüleri ile hegemonik araçları geniş zemine yaymayı hedefledi. Böylece her dönemde garpzedenin cebrî, çoğu zaman da mağdurun arızî refleksleriyle kültüre yayılan yenilgi argümanları hayatı ve varlığı kendi özünden ve gerçekliğinden uzağa düşürdü.

Oysa bir tarih ve aidiyet ekseninde biçimlenen, zamana ve hayata mukabele etme gücünü kimliğinden alan zengin bir ifade potansiyeli, yüksek nitelikli bir sanat, edebiyat, ilahiyat, ahlak ve medeniyet tasavvurunda içkindi. Aydını kendi tarih ve geleceğine hasım kılan teamül, irfan, vicdan ve zihniyet evreninde karşılık bulamayan ideolojik ve misyoner bir dille konuşma meylinde somutlaşır. Klasik dönem Türk aydınının modern hegemonyaya karşı Toynbee’nin tanımladığı Herodian ve Zeolat tipolojide ya tam taklitçi ya da özcü arınmacı kutuplarda dolaşması, kendini sürekli olarak köprü bir coğrafya ve medeniyet olarak tanımlamasıyla ilişkili olabilir. Lakin her durumda kendi hafızasına da zamanın ruhuna da tekabül etmeyen bir duruş ve görüş bozukluğuna savrulduğu aşikâr görünmektedir. Türk düşüncesi bu bakımdan neredeyse telafisi ve tedavisi imkânsız bir pratiğin gölgesi altında Sisyphos’un gidiş gelişlerine benzer sürekli bir yol ve dil inşasıyla boğuşmaktadır. Nitekim bir zamanlar geleneğin susturulması pahasına dilin medeniyet hafızasını kırarak modern projeye dahil olma sevdası ile şimdilerde bütün bir hayatın ve kültürün derinliğini ve kendiliğini imha eden küreselci tekno-bilimsel uygarlığın istilası hep aynı gerçekle yüzyüze bırakmaktadır; tarihle ve gelecekle irtibatı kaybetmek. 

Oysa özel bir tarihin etik ve estetik sarmalında ifadesini bulan bir medeniyet tasavvuru insanî, hayatî ve dünyevî boyutlarıyla inşa olan kalbî bir dil ve irtibattır. Bir kimlik ve medeniyet tasavvuru içinden konuşan ama tarihin çok yönlü akışından da haberdar olan entelektüel hegemonik dilin zorlayıcı gramerine karşı uyanık bir bilinç olarak yüzleşmenin ağrısını en çok hisseden kişidir oysa. Biliyoruz ki, konuşan bir hafıza olarak dil, söz ve kalbin bir kimlik ve anlam ekseninde buluşması için hayatla varlık arasında gidiş gelişlere imkân sunar. Öyle ya Heidegger’in dediği gibi “dil varlığın meskeni” değil miydi sahi? Ama varlıkla konuşan dil nasıl bir ‘dil’di ve bugün gerçekte onu gürültüye boğan ise ‘hangi dil’dir?

Bir gelenek olarak toplumun kültürel savrulmalara ve saldırılara karşı varlığını ve kimliğini savunabilmesi için bağlılık bilinci içinde bir aydın sınıfına ve onun ateşleyeceği direnç ruhuna ihtiyacı vardır. Bir toplum kimliğin vazgeçilmez ifade ve süreklilik aracı olan “dil”de krize düşerse kendine, tarihe ve geleceğe bakışını ve direncini de yitirir. Bir toplumun dilini kaybetmesi ise aydının yabancılaşması ve varlık anlamını savunacak bir aydın cesaretinden mahrum kalmasıdır, daha da kötüsü artık topluma öncülük yapacak bir bilincin de sükût etmesi veya sahneden çekilmesidir. Kuşkusuz tarihe ve topluma öncülük eden en esaslı şey, toplumsal şuurun yaşayan nesillerin düşünce ve eylemlerinde temel kodlar olarak varlığını sürdürmesidir. Bugün hayatı çölleştiren anlamın yitimi ve metalaşma ise hem yaşayan her bir bireyin insani ufkunu hem de insanlarda aidiyetin harekete geçirmesi gereken öncülük karakterini aşındırmakta ve etkisizleştirmektedir.

Entelektüel, gerçekte zihni ve kültürel tecrübeyi birleştirerek ördüğü kavramlarla düşünce ve eylem eksenini zamanın ve insanın ruhuna değecek şekilde kurar. Onun tarafı bellidir, zamanın bütün fikriyat ve gidişatına aşina olacak kadar “orada”, kimliğin ve aidiyetin bütün zihni ve hissi müktesebatını tahmil edecek kadar “burada”dır. Bir teyakkuz halini gösteren bu duruş, tarih ve insanlık ekseninde çağına ve toplumuna karşı yüksek sorumluluk taşıma potansiyelinden kaynaklanır. Bugün postmodern yanılsama ile insani özdeki entelektüel gayret etkisizleşse de gerçekte her bir varoluş sorumluluk ve adalet tutkusuydu. 

Aydına özgü adalet bilinci haksızlıklara ve baskılara karşı ötekileştirici ve ayrımcı bir söyleme düşmemeyi, vicdan ve hakkaniyeti birleştiren kararlı bir duruş ve direnç göstermeyi simgeliyordu. Ancak külli anlam sistemlerini ve büyük anlatıları ve hakikati önemsizleştiren post-truth rüzgâr, kuşatıcı değerleri, adalet ve hakkaniyeti etkisizleştirmekte, ahlaki ve insani müktesebatı adeta bertaraf etmektedir. Adalet içi irfanla dolan bir kavram ve medeni bir inşâdır. Entelektüel duruş ya da şahitlik ise bir aidiyet ya da karşılıklılık rüzgarına savrulmadan “başkası” nın acılarına, isyanına ve yaşadıklarına tercüman olabilmektir. Haksızlığın ve adaletsizliğin egemenliğine karşı insani potansiyeli harekete geçiren aydın için en dramatik olan şey kamusal alanda ya da toplumsal zeminde bir karşılık bulmaktır. Kendini varlıktan ve hayattan sorumlu görmek, dingin bir huzursuzluk ve agresif bir yalnızlaşma için yeter sebeptir. 

Kullandığınız kavramlar, seçtiğiniz simgeler ve niyetlenmiş eylemler tam o anda duymanız ve görmeniz gerekenlerin bir manifestosudur. Oysa aydın, bugün artık kavramlar üzerinden iletişim kurma ve etkileme potansiyelini giderek yitirmektedir. Sözün niteliği yalnızca aydının değil yaşayan her bir insanın da içinde eridiği sosyal ağlarda pazar tarafından belirlenmektedir. Kapitalist popüler kültür ya da kitle kültürü içinde iken bile nispeten yükselen ya da duyulan aydının avazı bugün artık dijital girdap içinde etkisizleşmiş ve boğulmuştur. Erken modernlik döneminde kimliğin itibarı ve aidiyetin gururunu kurtarma yolunda kendi hakikatini canhıraş bir şekilde savunan refleksin yerinde bugün çoğullaşan ve izafileşen hakikatler, metalaşan düşünceler çağına özgü bir ağıt yükselmektedir. Aydın geç-modernlikle birlikte bütün misyonunu evrensel değerler ile yerel aidiyetler arasındaki gerilimin arasında kimlikçi tercihi ve ötekileştirici diliyle yitirmiştir. Karanlığı ve kötülüğü ötekine yükleyerek adalet ve hakkaniyete taraf olmaktan kabilevi cemaatsel aidiyetin gayya kuyusuna düşmek adeta onun yeni zamanlara özgü kaderi olmuştur. 

“Burada” konuştuğumuz dil ve kuşatıldığımız söylemde bize ne geçmişi hatırlatan ne de geleceği yakınlaştıran bir umudun ışığı vardır. Geleneğin muhitinde hafızadan ve hayattan beslenen dilin zaman tasavvuru küreselliğin amorf bir ‘şimdi’sinde tüketilmektedir. ‘Bugün’de ıssızlaşan birey yersiz-yurtsuz bir mecraya savrulmuş, bir ufku bile kalmamıştır. Anlamı ve basireti kaybetmiş post-insan tek başınalığın imkânı olan öfke ve isyanı da unutmuş gibidir. 

Hemdem olmak oysa hemhâl kılan bir iletişim ve anlama koduydu; tüketimin zamana tegallüb ettiği bir iklimde ilmihâl önce hayatta sonra sözcükler ve kavramlarda kuytuya çekilmiştir. Hayrın ve selametin imkânı kötülüğün çığırtkanlığında değildir, ancak güzelin ve doğrunun manzarası ilgisizlik ve iradesizliğin bulutlarıyla kararmış görünmektedir. Zamanın trajedisi, varlığın, kimliğin ve benliğin bir hakikat ekseninde hayat bulduğu dünyadan büyük anlatıların ve hakikatin önemsizleştiği bir hayata geçişi anlatıyor. Bir zamanlar kimliğin ve aidiyetin harcına malzeme taşıyan kötülük, rotasını kaybetmiş hayatta ne kavganın ve çatışmanın ne barışın ve birliğin sebebi bile değil. Post-truth sadece anlam sistemlerini değil, tüm vaizleri, büyük anlatılar, semboller ve kurumları da ıskartaya çıkardı. Bauman’ın “Iskarta Hayatlar”da sözünü ettiği şeyden herkes gibi entelektüel de payına düşeni aldı. Zamanın tüketimci kültüründe savunma ve kendini sürdürme dirençlerini yitiren toplumlar için artık entelektüel de lüzumsuz, gereksiz ve fiilen ıskarta ilan edilmiştir. “Yeni dünya düzensizliğinde” egemen piyasa kültürü değerleri, kimlikleri ve gelenekleri küreselleşmenin potasında eritirken izafileştirici postmodern dalgada aydın için savunmaya değer bir dünya da kalmamış gibidir. Bauman’ın vurguladığı gibi, entelektüelin kendi hakikat ve geleneğinin evrenselliği iddiasını terketmesi (Bauman 2003, 12), kendi varlığının anlamına da gölge düşürmüştür.  

*Bauman, Zygmunt (2003). Yasa Koyucular ile Yorumlayıcılar, çev. Kemal Atakay, Metis Yayınları, İstanbul.

 

Bahir Oltulu

Sizin varlığınızdan bugün Raşit Keskin hocamın Twitter’daki bir yazısı vesilesiyle haberdar oldum. Makalelerinizin bazılarını bir çırpıda ama dikkatlice okudum. Fikrimce takdir edilecek türde yazdıklarınız. En önemlisi de kullandığınız dil ve anlatım tarzınızın aynı zamanda kolaylıkla anlaşılır oluşu. İnsanı hiç şaşırtmayan bir akarsu gibi yazılarınız. Berrak, derin, sade ve etkileyici. Böyle bir yazı üslubuna sahip olabilmek çok önemli doğrusu. Sizi gönülden kutluyorum saygıdeğer hocam. Sağlıcakla kalınız.

Çar, 12/21/2022 - 22:45 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 474 kez görüntülendi. 3 yorum yapıldı.