Mısır ve Türkiye, bölgede devlet geleneğine sahip iki siyasi, askeri ve ekonomik merkez. Bu iki ülke, güçlerini, birbirlerini tamamlayacak şekilde kullandıklarında bölgenin istikrarı ve refahı için çok değerli bir sinerji oluşuyor.
Türkiye ve Mısır, barışçıl ilişkiler kurma ve devam ettirme konusunda yeterli tarihi derinliğe, deneyime ve özgüvene belki de dünyadaki herhangi iki bağımsız siyasi yapıdan çok daha fazla sahiptir. Dünyanın günümüze dek ulaşan ilk yazılı uluslararası anlaşmasının günümüzden 15 bin sene önce Türkiye ile Mısır arasında imzalandığını hatırlayacak olursak son 8 yılda Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah es-Sisi ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki limoni durumun ilişkileri uzun süre daha etkisi altında tutması makul gözükmüyor. Mısır ve Türkiye dost geçinmeye mahkûm ve mecburdur.
İlişkilerin tarihi derinliği
Osmanlılar ve Memlükler arasında 15. Yüzyılın sonu ve 16. Yüzyılın başlarında yaşanan rekabet ve savaşlar her iki tarafa da ekonomik ve siyasi zararlar vermişti. Nihayetinde 1517’de Yavuz Sultan Selim Han tarafından Mısır’daki Memlük yönetimine son verilecekti. Mısır artık Osmanlı valileri tarafından yönetiliyordu.
1805’te bin bir entrika ile Mısır valiliğine atanmayı başaran Kavalalı Mehmet Ali Paşa (ö. 1849) ülkeyi bir yandan hızla modernleştirirken bir yandan da bağımsızlığa doğru giden siyasi ve askeri adımlar attı. Bu dönemde Türkiye ve Mısır orduları defalarca karşı karşıya geldiler. Savaşlar her iki tarafa da zarar verdi. Nihayet “Mısır meselesi” 1841’de, ancak “düvel-i muazzama”nın müdahalesi neticesinde halloldu. Buna göre eyâlet-i mümtâze statüsü kazanan Mısır, içişlerinde müstakil, irsî olarak babadan en büyük erkek evlada geçen bir yönetim şekline sahip olacaktı. Eyalet sistemine göre vali, vilayet sistemine geçilen 1868’den itibaren ise Mısır Hidivi unvanını kullanan Kavalalı ailesi, İngiliz işgali ve nüfuzu altında 1922’den itibaren krallıklarını ilan ettiler.
İngilizler tarafından 1882’de işgal edilen Mısır 1923 anayasasıyla sözde bağımsızlık kazandı. Esasında İngilizler’in verdiği şeklî bağımsızlık milliyetçi Vefd hareketini bölmek için yapılan bir manevraydı. Sa’d Paşa Zağlul’un 1919’da kabul etmediği öneriyi, o sürgündeyken dava arkadaşlarının bir kısmı kabul etmişti.
1952’de Hür Subaylar darbesiyle krallığa, 1954’te ise İngiliz hâkimiyetine son verildi. Kimi tarihçiler Osmanlı Devletiyle Birleşik Krallık arasındaki mutabakata göre oluşturulan anayasal düzenin 1952 tarihine kadar bozulmamış olması ve kralların Türkçe konuşmasını dikkate alarak Mısır üzerindeki Osmanlı nüfuzunun 1952’ye kadar devam etmiş olduğunu belirtirler. Resmi tarihi esas alacak olursak 1922 yılındaki mutabakatla Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’ten geçerli olmak üzere Mısır’daki Osmanlı hâkimiyetinin sona erdiği kabul edilmiştir.
Yüzyıllık ulus-devlet döneminde ilişkiler
Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten günümüze değin “yurtta sulh – cihanda sulh” düsturu icabı hiçbir bağımsız ülkenin içişlerine müdahil olmamayı prensip edinmiştir. Yüz yıla yaklaşan bu dönemde Türkiye – Mısır ilişkilerinin genel seyri itibariyle dengeli, mesafeli, sağlıklı ve akılcı ilerlediği ve geliştiği söylenebilir. Her iki ülkenin ortak maslahatı, çıkar çatışmalarından çok daha yüksek bir potansiyele sahiptir.
Mısır ile Türkiye’nin aynı yönde, eşgüdüm içerisinde hareket etmesi bölgede en çok ihtiyaç duyulan barış iklimini sağlayacak güçtedir. Girişte de belirttiğim gibi bu iki ülke, bölgede en stratejik lokasyona ve en köklü devlet geleneğine sahiptir. Mısır’la Türkiye’nin işbirliği bu iki ülkenin tek başlarına yaratabilecekleri etkinin on katına kadar çıkabilecek bir çarpan etkisine sahiptir.
Bununla birlikte her iki bölgesel aktörün güçlerinin dengeli olması, ilişkilerin çok hassas bir terazide yürütülmesini de gerektirmektedir.
Sözgelimi, iki kutuplu bir dünyada farklı kamplarda yer almış olmaları Türkiye ile Mısır ilişkilerinin özellikle ikinci dünya savaşını takip eden yıllarda zaman zaman gerilmesine yol açmıştı.
Türkiye’nin Özal’lı yıllarında ilişkiler ekonomik temelli olarak yükselişe geçmiş, bunu eğitim, kültür-sanat, Mısır’daki Türk vakıfları gibi birçok alandaki işbirlikleri takip etmiştir.
Turgut Özal’ın takip ettiği, bütün taraflar için kalıcı bir barışı güvence altına almaya matuf politikalar, MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesindeki birçok ülkeyle olduğu gibi Mısır’la ekonomik ilişkilerin önündeki siyasi bariyerleri de bertaraf edebilmiş, Hüsnü Mübarek yönetimiyle silah sanayii dâhil birçok alanda, genellikle barter usulüyle ticaret yapılabilmiştir.
Elbette ilişkilerin gelişmesinin sebebi Özal’ın açılım politikaları olsa da, zemini Mısır’ın da Enver Sedat önderliğinde 1978’den itibaren batı blokuna kaymış olmasıdır. 1978’de Sedat’ın İsrail’le anlaşma imzalamak suretiyle Birleşik Devletler’e yanaşması neticesinde Türkiye ve Mısır aynı kampta yer almış oldular; bu da ilişkileri geliştirmeye müsait zemini teşkil etmiş oldu.
Tam bu noktada iki ülke münasebetlerinde İsrail faktörüne yakından bakmak icap ediyor.
Türkiye – Mısır ilişkilerinde İsrail faktörü
1916 tarihli Balfour deklarasyonu ile fitili ateşlenen, 1948’de bölgenin kalbi Kudüs’te patlayan İsrail projesi barışı kalıcı olarak yok ettiği gibi bölge ülkelerinin birbirleriyle ilişkisini de etkiledi. Teokratik ögelerle bezeli ırkçı bir ideoloji olarak Siyonizm, İsrail bayrağındaki Davud yıldızının üstüne ve altına çizilen iki çizgiyle Nil ve Fırat arasını vadedilmiş topraklar olarak işaretlemiş bulunuyordu. Resmi yoruma göre bu iki mavi çizgi Yahudi erkeklerinin sabah namazında örtündükleri şalın ucundaki mavi çizgilerden mülhemdir. Gün ışımaya başlayıp mavi çizgilerin rengi seçildiği vakit dua zamanının başlangıcını gösterir.
Irkçı ideolojisini ve teokratik söylemini bir kenara bırakmadığı sürece İsrail Nil’den Fırat’a uzanan medeniyetlerin beşiği bu verimli toprakları ele geçirme hedefinden vaz geçmeyecektir.
Vadedilmiş toprakların bir ucu Mısır’a, diğer ucu ise Türkiye’ye değmektedir.
Öte yandan, İsrail devletini ilk tanıyan Müslüman ülkenin Türkiye, ilk Arap ülkesinin Mısır olması düşündürücüdür. Sanırım bu tutum, her iki tecrübeli devletin, sorunları masada halletme refleksinin de bir göstergesi olmalıdır.
Türkiye, yönünü çoktan batıya çevirmiş, Arap harflerini terk ile Latin esaslı alfabeyi kabul etmiş, hilafeti ilga ederek hâkimiyet-i milliye esasını benimsemiş bulunduğundan 1949’da İsrail’i tanıması, 1958’de Cezayir’in bağımsızlığına mani olarak Cezayir Kurtuluş Savaşını’n üç yıl daha uzamasına neden olan meşhur çekimser oyu kullanması anlaşılabilir bir tutumdur.
Oysa Mısır gibi Arap dünyasının lideri sayılan, efsane lider Abdunnasır döneminde nüfuzunu daha da arttıran bir ülkenin İsrail’i tanıması travmatik sonuçlara yol açtı. 17 Eylül 1978 Camp David sözleşmesi ve 26 Mart 1979 barış anlaşmasının altında imzası bulunan, bu sayede kendisine Menaham Begin’le birlikte Nobel barış ödülü takdim edilen Sedat, 6 Ekim 1981’de askerlerinden biri tarafından suikasta uğradı. Mısır, kurucusu olduğu Arap Birliği (Arap Ligi) teşkilatından 10 yıl süreyle uzaklaştırıldı. Bu süreçte Yasir Arafat’ın önderliğindeki Filistin Kurtuluş Teşkilatı (FKÖ) da Arap Birliği’nin yeni merkezi Tunus’a taşındı.
Sedat, hatıralarında barışı nasıl kazandığını ayrıntısıyla anlatır. Buna göre, “münafık Arap rejimleri”, özellikle körfez ülkeleri el altından İsrail’le iş tutmakta, görünüşte düşmanca davranmaktadırlar. Sedat bu ikiyüzlülüğe son vermek, düşmanını masaya oturmaya zorlamak istemektedir. Ekim savaşında (Yom Kippur) Mısır’ın, kendi tabiriyle, “son büyük firavunu” Enver Sedat İsrail’i yok etmek değil, sınırlı da olsa bir zafer kazanmak suretiyle masaya oturtmayı başaracağı düşmanıyla, daha avantajlı şartlarla bir barış anlaşması imzalamaktır. Sedat’ın savaşı, gerçek bir barışa zemin teşkil etmek üzere diplomatik bir araç olarak gördüğü söylenebilir.
Suikasttan sonra Sedat’ın yerini alacak olan yardımcısı Hüsnü Mübarek de Sedat’ın o gece kendisini çağırarak, yarın erkenden Tel Aviv’e gideceklerini, İsrail parlamentosu Knesset’te bir konuşma yapacağını söyleyerek, metin hazırlamasını istediğini hatıralarında anlatır. Mübarek çok heyecanlanmış, tarihi bir sorumluluk aldığını düşünerek özene bezene bir konuşma metni hazırlamıştır. Heyhât! Başkan, Mübarek’in hazırlamış olduğu metinden tek cümle bile almamıştır. Hüsnü Mübarek, Başkan Sedat’ın o gece tam 50 kişiden konuşma metni yazmalarını istediğini sonradan öğrenecektir.
Sedat’ın çıkışının halkta nasıl yankılandığını anlamak için bir anekdot daha nakletmek istiyorum. Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) ve aynı zamanda Şazeliye tarikatına mensup Muhammed Amca, şeyhinin “Allah münafık Araplara lanet etsin!” dediğini duyunca bir daha tekkeye gitmediğini, çünkü şeyhin tekkeye siyaseti soktuğunu söylemişti. Şimdi, münafıklara lanet okumanın neresi siyaset diye sorulabilir. El-cevap: Başkan Sedat, münafık Arapların İsrail ile ilişkilerinin ikiyüzlü olduğunu söylemişti ya; şeyh efendinin bu bedduası devlet başkanının algı operasyonuna alet olduğunu göstermekteydi.
Bugün gelinen nokta itibariyle Türkiye ve Mısır hem İsrail devleti hem Filistin devleti (Batı Şeria ve Gazze yönetimleri) açısından vazgeçilmez partnerlerdir. İsrail’in BM’nin 1947’de aldığı taksim kararını ve 1967’de altı gün savaşlarının akabinde işgal ettiği Doğu Kudüs, Batı Şeria, Gazze, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası’ndan çekilmesini âmir 242 sayılı kararı tanımadı. Bugün işgal altındaki Batı Şeria’da bulunan 250 yasadışı yerleşim merkezinde yarım milyon Yahudi yerleşimci yaşamaktadır.
İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak Kudüs’ü başkent ilan etme hamlesi karşısında Mısır ve Türkiye benzer refleksler sergiledi.
Sonuç olarak gerek Türkiye’nin, gerekse Mısır’ın İsrail’in BM tarafından tanınan sınırları içinde varlığının kabulü ve sorunları barış içinde diplomasi yoluyla halletme konusundaki kararlılıkları; öte yandan 1988’de bağımsızlığını ilan eden ve BM’nin 138 üyesi tarafından tanınan Filistin devletinin varlığı ve Filistin halkının haklarının korunması yönündeki tutumları da benzeşmektedir. Türkiye ile Mısır’ın bölgenin en temel sorunu hakkındaki birbirinin neredeyse tıpatıp aynısı bir tutuma sahip olmaları, bu iki gücün, kendi aralarındaki ilişkideki pürüzleri gidererek ortak hareket ettikleri takdirde bölgesel barışa muazzam bir katkı sağlayabileceklerini göstermektedir.
Türkiye ile Mısır’ın güçlerini, tecrübe ve enerjilerini birleştirerek Filistin meselesinde birlikte inisiyatif geliştirmeleri halinde İsrail, kendi meşru sınırları içinde kalmaya mecburdur. Sınırlarının net olarak çizilecek olması en başta İsrail halkının lehine olacaktır. Filistin meselesinde uluslararası toplumun kabul etmiş olduğu iki devletli çözüm sadece Mısır, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın ortak bir inisiyatif geliştirmesi ile hayata geçirilebilir.
Birleşik Devletler’deki Biden liderliği de Trump yönetiminin aksine iki devletli çözüme sıcak bakmaktadır. Biden’ın başkan yardımcılığı döneminde bu formül denenmiş; ancak İsrail Başbakanı Netanyahu’nun başlattığı Gazze saldırıları sebebiyle rafa kaldırılmıştır.
Türkiye ile Mısır arasındaki buzlar erirken
Mısır’ın Yunanistan’la imzaladığı Deniz Yetki Anlaşması’nda Türkiye’nin daha önce ilan etmiş bulunduğu Mavi Vatan sınırlarını, yani meşru kıta sahanlığını ihlal etmemeye özen göstermesi Türk dışişleri tarafından jest olarak algılandı.
Böylece iki ülke arasında bir süredir donma noktasına yaklaşmış bulunan ilişkileri yeniden tesis etmenin zemini ortaya çıkmış gözüküyor.
Bu zemin üzerinde ilişkilerin normalleştirilmesi niyetiyle masaya oturulduğu takdirde konuşulamayacak mesele yoktur. Türkiye ile Mısır’ın konuşarak halledemeyeceği bir mesele de yoktur. Ankara’nın Müslüman Kardeşler’e, Kahire’nin FETÖ’ye kucak açması; Türkiye’nin MENA bölgesinde aktif askeri ve kültürel operasyonlarına mukabil Mısır’ın genellikle BAE ve İsrail’le birlikte tam karşıt pozisyonda konuşlanmış bulunması dâhil her şey konuşulabilir.
Özelde Mısır, genelde tüm Arap ülkeleri ile Türkiye’nin ilişkilerindeki en önemli mani psikolojik bariyerlerdir. Bunlar görünmezler, ancak hissedilirler ve bazen toplumsal bilinçaltının dışavurumu olarak hiç umulmadık bir anda ortaya çıkarlar. Türkiye’nin, Arap ülkelerindeki Türkiye algısını çok iyi analiz ederek, yeni Osmanlıcılık gibi bir anti-propagandaya müsaade etmeyecek net bir söylem geliştirmesi kalıcı ilişkilerin tesisi için ön şarttır.
Bununla birlikte Mısır tarafının da henüz masaya oturmadan önce (sosyal) medya üzerinden ön şartlar ileri sürerek kendi kamuoyuna mesaj vermek yerine aynı masaya oturmaya ve bir diyalog başlatmaya öncelik vermesi beklenmelidir.
Türkiye-Mısır münasebetleri siyasetle ve hatta ekonomiyle sınırlandırılamaz. Esasında dil, kültür ve psiko-sosyal yapı yüzeydeki ilişkileri belirleyen leitmotiftir.
Türkiye ve Mısır, diplomasinin normalleşmesine paralel olarak kültürel ve ekonomik ilişkileri geliştirecek adımlar atmalıdır. İki ülke şu anda mesafeli bir ilişkiye hazırdır.
Uzak görüşlü, gerçekçi,…
Uzak görüşlü, gerçekçi, kardeş iki ülkenin ve aynı ümmetin iki önemli parçası toplumun arasını bulmak için cesaret veren edebî zevkle bezenmiş kıymetli yazınız için yürekten tebrikler...
Yeni yorum ekle