İklim Anlaşmalarına, Sıfır Karbon Ve Karbon Ayak İzi Deliliğine Hayır!

15 Eylül 2023

Sırtınızdaki bir şişkinlikten dolayı doktora gidiyorsunuz. Arasıra ağrımakla birlikte sizi çok da rahatsız etmiyor. Doktor ileri tetkikler gerektiğini söyleyip sizden tahliller, röntgenler vs. tetkikler istiyor. Sonunda sizi karşısına oturtup diyor ki: “Ciddi bir hastalığınız var. Hastalığınızın tedavisi mümkün, ancak bunun için bir akciğerinizi, midenizi, karaciğerinizin yarısını, dalağınızı, bir böbreğinizi ve barsaklarınızın bir kısmını almak ve size dışkı torbası bağlamak gerekiyor. Ancak böyle bir tedavi ile kurtulursunuz.” .. Peki siz bunu hemen kabul eder bıçak altına mı yatarsınız, yoksa bir başka doktordan daha görüş sorar mısınız? 

Image

İklim değişimi ve küresel ısınma konusunda bize önerilen önlemler aşağı yukarı bu kadar radikal ve külfetli tedbirler ve “bu tartışma bitmiş, bilim bu konuda kesin hükmünü vermiştir” denerek başka uzmanlardan görüş sormamız engelleniyor. Oysa öyle değil. 

1990’da toplanan Birleşmiş Milletler bünyesindeki ilk IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change – Devletlerarası İklim Değişimi Paneli)  iklim toplantısı  ve yayınlanan ilk rapordan beri tüm dünyaya sürekli verilen mesaj şudur: Küresel ısınma insan kaynaklıdır, atmosfere insanın saldığı sera gazları nedeniyle oluşmaktadır. Bu gazların en yaygın ve en etkilisi CO2’nin salınımına sebep olan fosil enerji kaynakları (petrol, kömür, doğal gaz) kullanımı sınırlandırılmalı ve sonlanmalıdır. Enerji üretimi bunlar yerine güneş, rüzgar, jeotermik ve diğer yenilenebilir kaynaklardan sağlanmalıdır. Ancak bu çok zordur ve aradan geçen 30 yıla rağmen hala fosil kaynaklar enerji üretiminin büyük bölümünü sağlamaktadır. 

2008-2016 dönemi ABD’nin başına geçen Başkan Barack H. Obama yönetimi ABD’yi Paris iklim anlaşmasına dahil edip fosil kaynaklar üzerinde karbon ve diğer vergilerle yıldırma politikası uygulamaya başladığında 31.487 Amerikalı bilimadamı, uzman ve araştırmacı aşağıda tercümesini vereceğimiz  dilekçeyi imzalayarak Başkan Obama’ya gönderdiler ve bunu http://www.petitionproject.org sitesinde yayınladılar. Tabi bundan “küresel ısınmacı” ana akım bilim ve medya kurumları hiç bahsetmedi ve “bilim bu konuda hükmünü vermiştir” tavrını sürdürdüler.  30.000’i aşkın bilimadamının imzaladığı dilekçe metni:
 

“Birleşik Devletler hükümetini, Aralık 1997’de, Kyoto Japonya’da imzalanan küresel ısınma anlaşması ve benzer diğerlerinden çekilmeye çağırıyoruz. Sera gazları üzerine önerilen sınırlar çevreye zararlı, bilim ve teknolojinin gelişimine engel ve insanlığın sağlık ve refahı için tehlikelidir.

İnsanın saldığı karbon dioksit, metan ya da diğer sera gazlarının şimdi ya da öngörülür gelecekte Dünya atmosferinde felaketli bir ısınma yaratacağı ve Dünya iklimini bozacağı konusunda ikna edici bilimsel deliller yoktur. Dahası, atmosferde karbon dioksit artışının dünyadaki doğal bitki ve hayvan çevresi üzerine birçok olumlu etkisi konusunda hayli bilimsel delil vardır. 

İmza … “

Görüldüğü gibi sadece Amerika’da 30.000 bilimadamı genelgeçer insan eliyle küresel ısınma şablonuna karşı çıkmaktadır, dünyada karşı çıkan bilimadamı toplam sayısı doğal olarak bundan da çoktur; ama bunların seslerini duymuyoruz, duyurulmuyor.

Avustralyalı bilimadamı ve madencilik uzmanı Simon Michaux  konuyu başka yerinden ele alarak 2030 yılına (ya da kimi diğer planlarda 2040-60’a) dek tamamlanması planlanan “sıfır karbon” ekonomisine geçişin gerektirdiği maden ihtiyacını araştırdı. Bildiğiniz gibi, geleceğin taşıtı olarak sunulan e-otolar, bunlara enerji üretecek olan yel değirmenleri, güneş panelleri vs. elektrik kaynakları ve üretim-tüketim noktalarını birbirine bağlayan “akıllı şebeke” sistemleri çok miktarda nadir metal gerektirir. 

Michaux, harcıalem bilinen ve elektrikli sitemlerin üretiminde temel metal olan bakırla işe başlamış ve bazı rakamlara ulaşmış:  Elektrikli otolar, hidrojen yakıt hücreleri, güneş panelleri, yel türbinleri, bataryalar vs. (28 günlük biriktirme süresi için, 28 gün rüzgar-güneş yokluğunda enerjiyi bataryalardan sağlamak için ortalama olarak şart koşulan süre) 4.7 milyar ton bakır gerektirir. Bununla tüm dünyada “karbon sıfır” bir enerji altyapısı kurulur. Ancak tüm bu cihazlar ve kablolar eskir ve en geç 20 sene içinde yenilenmesi gerekir.. yani 4.7 milyar ton daha bakır gerekir 20 sene içinde. Şüphesiz bunun hatırı sayılır bir bölümü eskinin hurda bakırından elde edilebilir, ama hiçbir geri dönüşüm sistemi %100 verimli değildir. %90 verimle geri dönüşebildiğini varsaysak dahi (ki bu çok yüksek bir rakamdır) 20 sene içinde 470 milyon ton daha bakır kalan %10’luk açığı karşılamak için topraktan çıkarılacaktır. 

Öte yandan bugün tüm dünyada madencilik sektörü yılda 24 milyon ton bakır üretir (2019 rakamları). Yani iyi bir “sıfır karbon” enerji altyapısı kurabilmek için 195 yıl bakır çıkarmamız gerekiyor. Yine söylemeli ki, insanlık uzun tarih çağları boyu (MÖ.4000 – MS. 2020) 700 milyon ton bakırı topraktan çıkardı ve kullandı. Ve bugünkü tekniklerle dünyada tüm madenlerden üretilebilecek bakır miktarı (rezerv) 880 milyon tondur. 

Evet.. rakamlar iyidir. Rakamlar insana gerçekleri hatırlatır; olabileceklerin ve olamayacakların sınırını çizer, sizi sarsar ve uyandırır. 

Michaux’dan devam edelim. E-otoların bataryaları ve gelecekte rüzgarsız ve güneşsiz günlerde kullanılacak elektriğin birikeceği şebeke bataryaları lityum, bakır ve nikelle yapılıyor. Bunun için 976 milyon ton lityum lazım.. tüm dünyada yılda 95 bin ton üretiliyor. O halde 10.258 yıl lityum çıkarmalı ki, ihtiyaç karşılansın. Öte yandan bilinen dünya lityum rezervi 22 milyon tondur. Bu da gerekenin %2.25’i demek.. Bataryalar için gereken tüm metaller olan lityum, kobalt, grafit ve vanadyumun rezerv karşılanabilirlik oranları %5’in altındadır. 

Yani “sıfır karbon” enerji dönüşümü, en azından şimdiki tekniklerle bir hayaldir. Dileyen Michaux’nun ilginç araştırmasını okuyarak daha çok bilgi alabilir (adı aşağıda kaynaklardadır). 

Peki küresel ısınma yok mu diyoruz? Elbette hayır, ama küresel ısınma ve soğuma doğal olaylardır; dünyada gerek 4,5 milyar yıllık yer tarihi boyu (bunun 3,5 milyar yılında dünyada canlılar vardı) uzun ve eski jeolojik devirlerde, gerekse de son 10.000 senelik insanlık tarihi boyu iklimler ısınmış ve soğumuşlardır. Milyonlarca yıl önceki sıcak jeolojik devirlerin en ünlüsü, dinozorların saltanat sürdüğü “Jura devri”dir. Steven Spielberg’in “Jurassic Park” filmiyle de ünlenen bu devirde sıcaklık bugünkünden yakl. 10 derece daha fazlaydı. Ama zannedildiği gibi kuraklık ve çölleşme yoktu. Gerek karada, gerek denizde zengin bir hayvan ve bitki hayatı vardı; kutuplara dek tüm dünyada tropikal ya da subtropikal sıcak ve bol yağışlı bir iklim hüküm sürmekteydi. İnsanlığın yeryüzünde belirdiği son tarih çağları boyunca da iklimlerde ısınma ve soğumalar olmuştur. İlk zeki atalarımız bundan 10-12.000 yıl önceki bir buzul çağından sağ çıkanlardır. Bunu çok şükür ki nispeten sıcak bir dönem izledi ve insanlık bu sayede dünyaya yayıldı. Minos ve Roma sıcak devirlerinde uygarlıklar yükseldiler. Yeri gelmişken Romalı bir sivil ya da askerin kıyafetini hatırlamakta fayda var. Üstte kısa kollu ve kısa etekli bir tünik, kol ve bacaklar çıplak ve ayaklarda sandaletler. Bu kıyafet o çağda “moda olduğundan” dolayı değildi. İklim (kimi araştırmalara göre) bugünden de sıcaktı ve insanlar böyle giyinerek rahat ediyorlardı. Sıcak Roma dönemini M.S. 300’lü yıllardan itibaren soğuk bir dönem izledi. Bu çağda Doğu ve Kuzey Avrupa’daki otlakların buz ve karla kaplanması nedeniyle bu topraklarda yaşayan göçebe kavimler güneye, sıcak ve verimli arazilere inerek Roma topraklarına girdiler. Bu olay tarihe “Kavimler Göçü” olarak geçti. Batı Roma bu istilacı göçlere dayanamayarak yıkıldı (M.S. 475). Avrupa tarihinde “Karanlık çağlar” olarak geçen M.S. 535 – 900 dönemi soğuk ve açlığın da kol gezdiği bir dönemdir. Bu devirde feodal savaşlar, haydutluk, kilise baskısı ve batıl inançlar alıp yürümüştür; yani soğuk devirler pek arzulanır şeyler değildir!

Avrupa tarihinde 900-1300 arası dönem tekrar bir ısınmanın geldiği nisbi bir bolluk ve bereket dönemidir. Bu devir İngiltere’de “Katedraller Çağı” adıyla da geçer, zira bu dönemde bağcılık ve şarapçılıktan zengin olan feodal beyler çok sayıda süslü kilise ve katedral inşa ettirdiler, bugün bunları sanat tarihi ve mimari meraklıları hayranlıkla seyrediyor. Bu yapılar inşa edilebildi, çünkü elde edilen fazladan hasıla parayı böyle şatafatlı işlere harcama imkanı veriyordu. O devirde İngiltere’de üzüm bağları İskoçya’ya dek uzanıyordu. Bugün dahi bağcılık, artan sıcaklıklar sayesinde son 20-30 yıldır güney İngiltere’ye yeni girdi. Yani o devir de bugünden daha sıcaktı. Ama gerek Roma gerek Ortaçağ’ın bu sıcak dönemlerinde insanların atmosfere çok miktarda karbon dioksit saldığına dair elde bir kanıt yoktur. Zaten o devirlerin sınai faaliyetleri 19.yy.dan sonra gelen modern sanayi devrimi çağıyla ve onun enerji sarfıyla asla boy ölçüşemezdi. 

Ortaçağ’ın bu sıcak döneminde bir ilginç olay da Kuzeyli bir kavim olan Vikinglerin Atlas Okyanusu’na açılması ve Grönland’a dek gelmeleridir. “Grönland” Viking dilinde “yeşil ülke” demektir, çünkü o sıcak çağda Grönland yeşil sahil ovalarıyla kaplı idi. Buzullar dağlara çekilmişti. Vikingler bu bereketli ülkede yerleştiler, avcılık ve balıkçılık yaptılar. Kurdukları köylerin harabeleri bugün sıcak nedeniyle tekrar geri çekilmeye başlayan Grönland buzulları altından çıkmaktadır. 

1280-1850 arası tüm dünyada “Küçük Buz Devri” denen bir soğuma hüküm sürdü. Küçük Buz devrinin sonu Sanayi Devrimi’nin başlangıcına denk gelir. Tüm dünyada iklimler o tarihten beri ısınmaktadır, ama ısınma ve soğumayı doğal olaylara bağlayan bilimadamlarına göre bu ısınma gelecekte birgün son bulacak, buzullar geri dönecektir. 

Biraz da atmosferdeki CO2 oranlarından bahsedelim. Bugün atmosferdeki CO2 oranı 400 ppm.in biraz üstüdür (ppm: particles per million = milyonda bir parçacık, kısaca milyonda bir). Bu ölçüye göre atmosferde milyonda 400 karbon dioksit bulunmaktadır ya da % 0.04. Yani dünyadaki iklim değişiminden bu eser miktarda CO2 suçlu bulunmaktadır, çünkü son dünya savaşının bitiminden beri dünyada hızlanan ve giderek yayılan sanayileşmenin atmosfere saldığı iddia edilen CO2 ölçülmekte ve son 70-80 yıldır genel sıcaklık artışıyla arada bir koşutluk olduğu kabul edilmektedir. Bu kabullere göre sanayi devriminden önceki atmosfer CO2 oranı 270 ppm idi ve o günlerden beri yükselmektedir. 

Ne var ki atmosferdeki CO2 ölçümleri bu tarihlerden önce de yapılmıştır ve bu konudaki bilimsel kayıtlar yenilerde ortaya çıkmaktadır. İlk ölçümlerin bugünküler kadar hassas olmadığı, eldeki cihazların o devrin teknik imkanları nedeniyle daha ilkel olduğu söylenebilir. Doğrudur, ölçüm sonuçları bugünkü kadar hassas değildir, ama %1-3 yanılma payıyla yeterince bilgi verecek kadar hassas sayılır. Buna göre (ölçümler 1810’lardan beri yapılmaktadır) 1820’de CO2’nin 480 ppm (bugünden %20 fazla) olduğunu, 1840’ta 310 ppm’e düştüğünü, 1875 ve 1880’de 270 ppm düşse de uzun süre bu seviyede kalmayıp tekrar yükseldiğini görüyoruz. 1860’da bugünkü kadar (400 ppm), 1885’te 380 ppm, daha yenilerde 1942’de yine 470 ppm’e çıkıp düştüğünü görüyoruz. 19.yy.ın 20.sine göre daha serin olduğu kimsenin itiraz etmediği bir bulgudur, demek ki sıcaklıklarla bu CO2 artışları arasında bir bağ yoktur. Öte yandan atmosfere CO2 salınımı sadece insan eliyle yürütülen sanayiye değil birçok doğal faktöre de bağlıdır.. Mesela 1883’te Endonezya’daki ünlü Krakatoa  yanardağ patlamasının ardından atmosferde CO2 oranlarının birden fırladığını görüyoruz. (1880’de 270 ppm, 1885’te 370 ppm, bugüne yakın). Bugün de yanardağlar ve birçok diğer doğa olayları nedeniyle atmosfere çok miktarda CO2 salınabilmektedir. Yani, ne miktar CO2 insan eliyle salınarak birikmiş olup, ne kadarı doğal nedenlerle birikmiştir; bu konuda kimsenin bir fikri yoktur. 

Yazımızın başında bir sağlık sorunundan örnek vermiş ve “alınması gerekli görülen tedbirler bu kadar radikaldir” demiştik. BM iklim raporlarını inceleyen İngiliz araştırmacı Christopher Monckton, bu raporlara dayanarak şöyle bir hesap yapmış:

- Varsayalım ki, raporlardaki iddialar doğru olsun; yani atmosferde insan kaynaklı CO2 artışı küresel ısınma getirsin

  • Yılda, dünya çapında 30 milyar ton CO2 üretecek yakıt yakıyoruz. Bu atmosferde her yıl 2 ppm artışa neden oluyor.
  • O halde 1 ppm artış 15 milyar ton CO2 salımı demektir (30 milyar / 2)
  • Eğer kontrolsüz yakmaya devam edersek gelecek yüzyıla dek atmosfere daha 468 ppm CO2 ekleyeceğiz. Bu da 7 trilyon ton daha CO2 salımı demektir.
  • 7 trilyon ton CO2 atmosferde birikirse küresel sıcaklık 7˚ Fahrenheit artar.
  • Demek ki 1 derece F (0.56 derece C) küresel ısıyı düşürmek için 1 trilyon ton daha az CO2 salımı gerekir.
  • 1 trilyon ton CO2 / 30 milyar ton (yıllık CO2 salımı, bkz.. yukarı) = 33 yıl
  • Yani 33 yıl atmosfere hiç CO2 salmayarak ısıyı 0.56 derece düşüreceğiz!

Bu demektir ki, 33 yıl tüm motorlu araçlar yasaklanacak, kömür, doğalgaz vs.den elektrik üretilmeyecek, konutlar ısıtılmayacak, ocaklar yanmayacak. Orman ortasında yemek pişirmek için ateş yakan Afrikalı bir köylüye bile bir çeşit “küresel itfaiye” derhal yetişip ateşini söndürecek! Bu akıl sınırlarını zorlayan bir tedbirdir; yukarıda sağlık için bahsettiğimiz radikal ameliyat budur.

Ve olacağı da yoktur. 

Konuyu tam da buradan alan Danimarkalı araştırmacı Bjorn Lomborg para ve imkanları böyle olmayacak şeylere harcamak yerine ısınmaya uyumlu bir ekonomi ve hayat kurmak için harcamanın çok daha akıllıca bir tercih olduğunu vurgular. İster küresel ısınmayı doğal ve insan dışında bir olay kabul edelim, ister insan eliyle oluşan, ama bugünkü imkanlarla engelleyemeyeceğimiz bir olay kabul edelim, ikisi de aynı sonuca varmaktadır. Beyhude ve hayali projelere kaynak harcayıp tüketmektense ısınmaya uyum için yatırım ve teknoloji daha akıllı tercihtir. 

O halde, ve eğer buraya kadar siz sayın okuyucu ile hemfikir isek, sizi e-devletinizi açmaya, TBMM e-dilekçe sitesine girerek verilmiş çok sayıda karbon kısıtlaması kanununa itiraz dilekçelerinden birini imzalamaya, milletvekillerimizi böyle bir yanlışa oy vermekten döndürmeye davet ediyoruz. Eğer vatandaşlık görevimizi yapmazsak yarın üzerimize binecek ağır karbon vergileri ile “enerji açlığına” mahkum olacağız. 

Kimi okuyucularımız şöyle düşünebilirler: Bizim imzamıza kim aldırır ki? Meclis gene bildiğini okur, biz gene yanlışların sonuçlarını çekeriz. Bu belki doğrudur, belki değildir. İlkçağ tarihinden alınma bu ümitsiz ruh halini işleyen ilginç bir mesel vardır: Truvalı Helen meseli. Bilindiği gibi Anadolu’nun Ege sahillerindeki Truva Yunanistan’dan gelen istilacıların saldırısına başarıyla direnir. Şehri fethedemeyeceklerini anlayan istilacılar dev bir tahta at heykeli yapıp içine askerler saklarlar ve geri çekilirler. Düşmanın geri çekildiğini ve dev at heykelinin geri kaldığını gören Truvalılar sevinir ve atı bir çeşit ganimet kabul edip şehrin içine alırlar. O gece zafer şenlikleri vardır, yenilir, içilir ve tüm Truva sonunda içilen şarapların etkisiyle derin bir uykuya dalar. Bunun üzerine tahta atın içinden çıkan düşman askerleri şehrin kapılarını istilacılara açar ve zafer acı yenilgiye dönüşür! Bu tarihte anlatılan ünlü “Truva atı” öyküsüdür.

Truvalı Helen meseli ise şöyledir: O gece uyanık olan Helen atın içinden gelen şüpheli seslerden bunun bir tuzak olduğunu anlar ve çığlık atıp alarm vermek ister. Ama şölende tıkabasa yemiş içmiş ve sızmış Truvalılara bakınca “kim benim sesimi duyacak ki” diyerek bundan vazgeçer. 

Eğer vazgeçmeseydi, kim bilir, belki başka bir tarih okuyor olurduk. 

TBMM e-dilekçe linki:

https://edilekce.tbmm.gov.tr/

Ve son olarak: Artan sıcaklıklara nasıl uyum gösteririz? 

Bu da bir sonraki yazı konusu olsun. 


Kaynaklar:

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 900 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.