Paradoksal (paradoxical) Nimet kavramı akla ve mantığa uygun düşmüyor. Zaten, paradoks kavramı da zamanında, bu akıl dışılığı ya da mantık dışılığı anlatmak için kullanılmış. Bu durumun nimet olması ise daha da akıl dışı ve mantık dışı olmalı. Ama belki de bu akıl dışılık ve mantık dışılık mümkündür ve hatta nimettir. Binlerce yıl öncesinden beri, Aşil Paradoksu’nu, bugün bile tartışmayı sürdürdüğümüze ve dahası, doğadaki kaotik harmoninin büyüsünü yeni yeni fark edebildiğimize göre, paradokslar bazı durumlarda “iyi bir şey” olabilir ve hatta nimettir.
Bana göre, paradoksal nimetlerden birisi, Gasset’in zihinsel kişiliğinde cisimleşmiş.
Jose Ortega Y. Gasset (1883-1955) 20.yüzyılın ortalarında yaşamış bir İspanyol Filozofu. Muhafazakâr varoluşçu olduğu söyleniyor. Etiket yapıştırılmış ama bu etiketin anlam alanı üzerinde, itiraf edelim ki, çok da durulmamış. Bu anlam ona ait olan “dehumanisation” kavramında mündemiç.
Akdeniz kıyıları; Camus ve Sartre örneklerinde olduğu gibi, genellikle aykırı varoluşçuların görüşlerine aşinadır. Gasset bu bakımdan bir miktar istisna sayılabilir. Belki de, varoluşçu eğilimlerini yaşadığı topraklardan, muhafazakârlığını da eğitim gördüğü Alman Üniversitelerinden edinmiş olmalı.
Bu ilginç bir sentezdir. Muhafazakâr davranışın; conservative, preservative, keeping, maintenance kavramlarıyla anlatılan dört farklı boyutu bulunmaktadır. Varoluşun özden sonra geldiğine inanan Varoluşçular gibi Gasset, kişinin kendisini her koşulda yeniden kurmasını beklemektedir. Buna mukabil muhafazakârlık; alışılmış olana, var olan verili duruma sürekli tabi olma, mevcut olanı ısrarla muhafaza etme anlamına gelmektedir. Bu çelişkidir. Var olanı muhafaza etme eğilimi ile var olana tabi olmanın insani bir tavır olamayacağına inanma, paradoksal bir haldir. Gasset, tam da, bu paradoksun kaynağıdır. Daha da çekici olan, bu paradoksal kaynak, onun ve görüşlerinin bitmez tükenmez enerjisidir.
Muhafazakârlığı tanımlayan ve en çok bilinen kavramlardan birisi olan conservation, konserve dediğimizde anlaşılabileceği gibi, esasen, dışarıdan içeriye girmesi muhtemel zararlı her şeye karşı korumayı anlatmaktadır. Zararlı yayınlardan çocukları korumak, kültürel dejenerasyondan değerleri korumak, mikroplardan - oksidanlardan bedeni korumak, ayıp – günah - kötü - zararlı fikirlerden zihinleri korumak ve buna benzer pek çok tavrı, muhafazakârlık olarak adlandırırız. Preservation ise içeriden dışarıya sızıntılar olmasını önlemek anlamındadır. Yabancıların mülk edinmesine itiraz etmekten aile, şirket, kurum veya devlet sırrını korumaya kadar, geniş bir anlam alanı bulunmaktadır. Keeping; bekçilik veya gardiyanlık anlamındadır ve vatan toprağının korunması, ırkının – milletinin – kültürünün – vatanının korunması, bu anlamdaki muhafazakârlık kapsamında yer almaktadır. Maintenance ise zihinsel tutuculuk olarak kabul edilmektedir ki, sosyal şemalara, geleneksel kalıplara, zihinsel önyargılara veya yargılamalara sadakat - bağlılık anlamındaki muhafazakârlık olarak değerlendirmek mümkündür.
Kuşkusuz ki tüm bu muhafazakârlık türleri; M. Oakeshott’un betimlediği, alışkanlıklara ve alışılmışlıklara sadakat ve itibar anlamındaki teknik muhafazakârlıkla, bireyin sosyal ve tarihsel varlık olduğuna dair kuramsal muhafazakârlıkları da kapsamaktadır.
Tüm bunların yanı sıra, aksiyolojik bağlamıyla muhafazakârlık; kitlelerin, taş gibi, toprak gibi, kendisi için takdir edilmiş çevresel koşullara bilinçsizce tabi olmasına, razı olmasına, kendini güvende ve huzurlu hissetmesine itirazı ihtiva etmektedir. Gasset’in de içinde yer aldığı varoluşçular açısından özenle vurgulanan kaygısızlık hissi, insan varlığını hedef alan amansız bir eleştiridir. Kendini sorgulamayan insan varlığına yönelik, Sokratvari bu muhafazakâr eleştiri; bireyin kim olduğuna, ne amaçla var olduğuna, ne tür bir misyonla yükümlü bulunduğuna, nelerden sorumlu olduğuna dair bir tavırdır. Bu tavır dolayımıyla birey, kendisinden beklenmeyen yıkıcılıkta, devrimci bir vaziyet alışa sürüklenmektedir. İnsanlar arasındaki en bariz eşitsizliği vurgulayan, özünü varoluşu ile teçhiz etme performansı, kaygı ile şarj olmanın neden olduğu sürüklenmenin veya “fırlatılmışlık” halinin eseridir.
DEHUMANİZASYONUN MEVCUT VE MUHTEMEL SONUÇLARI
Antropomorfizm, psikolojide bilinen bir kavramdır ve dehumanizasyona hepimizin aşina olduğu anlam, onun aracılığı ile yüklenmiştir.
Antropoformizm, Antik Yunan’da, insanların kendisine en yakın bulduğu tanrılar ile insan varlığı arasında benzerlikler, paralellikler kurmasını anlatmak için kullanılmıştır. Esasen her bir kabilenin, kendisine özgü kıldığı totemler de bu amaçla üretilmiştir. Sözgelimi, kartal gibi keskin gözleriyle birkaç kilometre uzaktan avlarını görebilen, yükseklere çıkıp panoramik olarak tüm çevrelerini tarayıp, gizli ve aşikar ne oluyorsa algılayabilen, ortalama bir insanın asla cesaret edemeyeceği yamaçları ve keskin kayalıkları mesken edinen ve elbette ki tuttuğunu kopartan pençeler gibi kavrayış gücüne sahip, kararlı, korkusuz ve yılmaz kişilikler sergileyen savaşçıların bulunduğu bir kabile iseniz, gayet tabiidir ki, sizin toteminiz kartaldır. Kartalı, kartal nesnesi olarak soyutlayarak önce yüceltir, kutsar; sonra da onu, rahatlıkla ulaşabileceğiniz ve sizin için güç kaynağı olabilecek bir form haline getirip somutlarsınız. Bazen siz onun ruhundaki ruhtan güç alırsınız ve bazen da siz ona kendi bedeninizden beden giydirirsiniz. Mesela kartalın kanatları, müşfik ya da şifacı veya marifetli parmaklara dönüşebilir.
Gerçekten de insan varlığı yüzyıllar boyu, kendi tanrılarını kendisine benzer insan biçimleri ile donatmayı tercih etmiştir. Hatta uzaylı varlıklar bile, bir biçimde, insanı andıran şekiller olarak tahayyül edilmektedir. Fiziksel ve kişilik olarak da tanrılar, pek çok bakımdan, insani özelliklerle tanınmaktadır. Sözgelimi, tanrılar tanrısı Zeus’un bile, insani zaafları vardır. Zavallı bir kadın insancığı Girit’e kaçıracak kadar hafif meşrep bir tanrıdır. Hera da örneğin, her hangi bir kadın insancık kadar ihtiraslı ve kıskançtır, duygusal tepkileriyle çoğu zaman “bir çuval inciri berbat etmek”ten geri durmaz.
Kısacası, psikolojiye göre antropomorfizm, insanların, kendilerine benzettiği kişilere kendisinin sahip olduğu değerli nitelikleri hamletmeye eğilimli olduğunu öngörmektedir. Buna göre kişiler, değerli insani niteliklerle donattıkları diğer kişileri, kendilerine daha yıkın bulmaktadır ve onlardan olumlu geri dönüşler aldıkça, onlara daha fazla olumlu ve değerli nitelikler atfetmektedir. Bu bağlamda antropomorfizm, insanların birbirlerini insani değer ve niteliklerle donatmasını, bu sayede topluluklar oluşturmalarını anlatmaktadır ve dehumanizasyon tam da bu eğilimin zıddını tanımlamaktadır.
Kendisi gibi değerli nitelikler taşımadığını varsaydığı kişilerin, grupların, toplulukların insan sayılmamasını anlatan dehumanizasyon, esasen, insanların başka insanlara yönelik şiddet ve işkenceleri meşrulaştırması açısından önemlidir. Pek çok halk deyişi ve metafor bu amaca hizmet eder durumdadır. Çoğu zaman, edebiyat ve sanat eserlerinde bilinçli bir biçimde işlense de, dehumanizasyon, bireylere çoğu zaman, toplumsal şemalar, kişisel önyargılar aracılığı ile miras kalmaktadır. Dehumanizasyona en acımasız biçimde işlerlik, siyasal propagandalar aracılığı ile kazandırılmaktadır. Hatta bu ötekileştirmeler bilindiği gibi, toplu katliamlara, soykırımlara kadar vardırılmaktadır.
Buna fark etmek gerçekten de ürkütücü: Birbirimizi sevmek için, birbirimizin sahip olduğu değerleri farazi olarak birbirimize yüklüyoruz. Birbirimizden nefret etmek için de, birbirimizin sevmediği değerleri gene farazi olarak birbirimize yüklüyor veya değerli özelliklerden birbirimizi arındırarak, her türlü haksız girişimi kendimize hak görüyoruz. Buna göre de ya çok iyi anlaşıyor, geçiniyoruz ya da çok acımasız bir biçimde birbirimizi parçalayabiliyoruz, farazi olarak birbirimizi insan saydığımız veya insandan saymadığımız için.
SEMBOLİK ŞİDDETE İRCA EDİLEN MODERN DEHUMANİZASYON
Galilei, Kepler, Copernikus, Newton vb. bilim insanları evreni dev bir makine olarak tasarladı ve tanımladılar. Belirli bir düzeni, mantığı, sistematiği olduğu varsayılan dev makine tasarımı, Descartes, Bacon ve onları izleyenlerin eliyle toplumlara ve bireylere de sirayet ettirildi. Tüm kâinat, canlı ve cansız bütün unsurlarıyla, muazzam bir mekanik sistem olarak tasavvur edildi.
Mekanik sistemlerin en önemli özellikleri, tümüyle gayri insani olmalarıdır. Bilim kurgulardaki cyborglar gibi, her yeri ve her şeyleri insana benzemekle birlikte, insani özellikler taşımazlar. Zira özelde insan, genelde organik sistemlerin çok önemli bir zaafı vardır. Organik sistemi oluşturan her bir parça, bir diğeri için hayati önemi haizdir. Örneğin insan bedenini oluşturan kalp, beyin, göz gibi bir organ işlev görmez ise, sistemin tümü bir anda çöker. Mekanik sistemlerde, organik sistemlerdeki bu zaaf yoktur. Örneğin otomobiliniz çalışmadığında, akü bitmiş ya da marş motoru arızalanmış olabilir. Arızayı belirler ve çalışmayan parçayı yenisiyle değiştirdiğinizde mekanik sistem sorunsuz çalışır. Ama insanın kalbi durduğunda sistemin hayatiyeti tamamen son bulur.
Modern tasarımcılar, ideal birey ve toplumu, bu anlamda, mükemmel makinalar olarak tasarladılar. Bunun anlamı, insanlık tarihinde ilk defa, gayrı-insani mekanik sistemler olarak kişilerin ve toplumların tasarlanmasıdır. Artık tanrılarımız, “hero”larımız, kurtarıcılarımız bile, ne kadar insana benziyor gibi görünse de, hepsi birer tamir edilebilen makinalardır. En çok işimize yarayan ve bizi her bakımdan teslim alan, üstelik de bizzat bizim tasarladığımız ve yegâne özelliği insan bedeninin sınırlarını aşmak olan teknoloji (insan hünerinin lojikleştirilmesi), artık, bizatihi bizim, kendi ellerimizle kendimizi gayri - insanileştirdiğimiz mekanik sistemlerden ibarettir. Toplumsal düzlemde ise, adına tüzel kişilik dediğimiz toplumsal kurumları son derece profesyonel mekanizmalar olarak tasarladık. Bu taslaklarımıza kayıtsız şartsız teslim ve onların müntesibi olduk. Bunların en otoriter olanı ve en fazla domine edeni, parlamenter temsili demokratik sistemlerdir.
Son derece buyurgan ve bir o kadar da tanrısal eda ile talimatlar yayan bu meta varlıklar, teknoloji gibi insan bedeninin uzantıları değildir. Her birimiz için birer meta varlık olan tüzel kişilikler; insan aklının, mantığının, zekâsının, bilincinin, daha doğrusu insan ruhunun birer uzantılarıdır ve bizzat bizim tarafımızdan tasarlanmışlardır. Ama her birimizin tüm nüfuz ve inisiyatifinden tecrit edilerek kutsanmışlardır. Ulu makamları, katları ve mütehassıs akropolleri ile tüm yaşantımızı tanzim etmekte, panoptik gözle bizi gözetlemekte, denetlemekte, ödüllendirmekte veya cezalandırmaktadır. Gerçi, bugün artık, kaba saba mekanik sistemler, dijital teknoloji ile ikame edilip, zarif ve estetik birer organik sistem görüntüsüne kavuştu. Ama beş asır kadar önce, onlar için takdir edilen gayri insani özelliklerini, daha doğrusu insani olan tüm özelliklerden ve bilhassa zaaflardan arındırılmış olma niteliklerinden asla mahrum bırakılmadılar.
SONUÇ
Bugün, ot, çöp, taş, toprak gibi doğal sistem parçalarından bütün çevremiz arındırılmıştır. Çevremiz, bizzat bizim tasarladığımız gerçekliklerle kuşatılmış durumdadır. Sözgelimi, para gibi; kıymetli kâğıtlar, hisse senetleri, mevduat hesapları, kredi kartları gibi; var olduğunu varsaydığımız bir değer alanından ibaret, bu değerlerden daha değerli, yaşamamızda bir başka gerçek değer mevcut değildir. Yani, para kadar değerli, başka hiçbir değerli insani gerçeğimiz mevcut değildir.
Çevremizdeki tüm ontolojik gerçeklikleri, epistemolojik gerçekliklere dönüştürdük. Kelle sayma, para kullanma, üretme tüketme, alıp satma, dikizleme ve sınırsız sayı ve türdeki gündelik hayatımızı sürdürmek için ortaya koyduğumuz davranışlarımızda kendisini gösteren biçimler ile her biri bize talimatlar yağdıran kurumlarımız dışında, belirgin bir insani faaliyetimiz mevcut değildir. En vahimi de şudur: Tüm bu ilişki, etkileşim ve iletişim ağı içinde, bu networkte; bir virüs veya arıza olarak kayda girmemek, itlaf listesinde yer almamak için, inanılmaz bir çaba sarf ediyoruz. Çünkü bu network, o denli tahkim edilmiş bir sembolik şiddet tarafından denetim altında tutulmaktadır ki, networkten dışlanmaktan daha travmatik bir zül ve zelil hali olamayacağına iman ediyoruz. İnsanlık tarihinde hiçbir tanrı böylesine muazzam bir iktidar ve sulta sahibi değildi.
En ilginç olanı şu: Bütün epistemolojik gerçekliklerimizi insani kaygılarla tasarladık. Ne büyük bir handikaptır ki, insan için sarf ettiğimiz bu insani çabalarımızın ürünleri, insani değer, nitelik ve özelliklerden arındırılmış mamulatlar ve hatta ‘artefact’lar. Beş yüz yıl öncesine kadar, tanrılarımızı bile insan gibi tasarlıyorduk. Ama beş yüzyıldan beri tanrılarımız da dâhil, bütün üretimlerimizi, insanilikten arındırma ilkesine itibar ve riayet ederek var ettik. Sonuçta da, insani olan bir evreni, gayri-insani bir gezegen haline getirdik.
Şimdi sorun şu: Gayri insaniliğin bu denli bizi içine çektiği bir networkten farklı bir hayal ve tasavvur dünyasına kendimizi taşıma şansımız var mıdır? Bu networkte mayalanmış özümüzün, yeniden başka bir boyutta varoluşu mümkün müdür?
Muhafazakâr olmak; hem bu networke karşı yıkıcı ve iflah olmaz bir vaziyet alışı şart koşuyorsa hem de bu network içinde kendimize konfor, rahat ve huzur içinde bir yaşam bahşetmekse şayet, şu an için muhafazakâr olmak, kaçınılmaz olarak, paradoksal bir nimet demek oluyor.
Evrenkent
Sevgili kuzen,
Akademisyen değilim; şu var ki muhteşem bir çalışma. Gerçek bir akademik yazı örneği. Dilin kullanımından, alıntılara; yazının çatısından anlatımın etkileyiciliğine kadar... Kutlarım...
Yeni yorum ekle