Dücane Cündioğlu 18 Eylül 2024 günü yayınladığı bu videoda “nihilizm” üzerine mühim bir tartışma başlatmış.
Cündioğlu’nun sohbetinin başlığına çektiği kritik önerme şu: "insan her şeyin ölçüsüdür".
Aslında hümanizmin de temel kabulü bu.
Doğru kabul edilirse her şeyi ister istemez göreceli hale getirecek bir önerme.
İnsanın her şeyin ölçüsü olması, insan dışında bir ölçünün olmaması anlamına gelir.
Bu da aslında zihinlerimizin yarattığı göreceli hakikat algılarının ötesinde bir hakikatin olmadığını ileri sürmek demektir.
Cündioğlu buradan nihilizme yürüyen bir yol açıyor.
Nihilizm, genel olarak hayatın, kainatın ya da insan varoluşunun bir anlamı ve amacı olmadığına dair bir felsefi görüş.
Nihilistler, ahlaki değerlerin, inançların ya da bilginin mutlak, sağlam, değişmez bir temeli olmadığını savunuyorlar.
Bu görüş, özellikle metafizik, etik ve bilgiye dair büyük bir şüphecilikle şekilleniyor.
Nihilizm, hem varoluşsal hem de ahlaki anlamda hayatın bir anlamı olduğu fikrini reddeden bir yaklaşım olarak öne çıkıyor.
Eğer insan her şeyin yegane ölçüsü kabul edildiğinde, iyilik kötülük, doğruluk yanlışlık, güzellik çirkinlik, kişiden kişiye değişen kavramlar haline geliyor.
Cündioğlu iddiasını desteklemek üzere “sofistik” diye tavsif ettiği bir "hadis-i kutsi" aktarıyor: "Ben kulumun zannı üzereyim."
Eğer bu “hadis-i kutsiyi” Allah tarafından söylenmiş ve bize doğru aktarılmış bir söz kabul edersek, her insanın farklı bir "zannı" olacağına göre, insan sayısınca Allah olduğunu kabul etmemiz gerekir diyor.
Yani algıları ve zihninin maluliyetleriyle standartlardan ve kesinliklerden tamamen uzak olan insan yegane ölçü olarak tanımlandığında, tüm hakikatlerin yaratıcısı olduğuna inanılan tanrı bile zihinsel bir inşaya indirgeniyor.
Bir de güzel bir örnek veriyor: Eğer aynı yerde oturan iki kişiden biri üşüyor ve "hava soğuk" diyorsa, ama diğeri üşümüyor ve "hava soğuk değil" diyorsa ikisinin de dediği doğrudur!
Hava üşüyen için soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Yani "hakikat" görecedir.
Mesela İsrail'in eylemleri bizim için terör eylemleriyken ABD'lilerin, Avrupalıların pek çoğu için terör eylemi değil, meşru müdafaa sayılıyor.
Neticede hakikati, neyi nasıl algıladığımız belirliyor.
Cündioğlu’yu dinlerken, "iyi de bizim algılarımızdan bağımsız olarak sıcaklığı gösteren termometre diye objektif bir cihaz var" diye düşündüm.
Gerçi termometre bize ölçtüğü sıcaklık değerini verse de, o verdiği değerin "soğuk havaya" tekabül edip etmediğine yine insanlar olarak biz karar veriyoruz. Ekvator hattında yaşayanlara göre 10 derece soğuk olabilir. Kutupta yaşayanlara göre -10 derece!
Yine de bizim algılarımızdan ve göreceli bakışlarımızdan bağımsız bir objektif gerçeklik olduğunu gözden kaçırmamamız lazım: Termometrenin gösterdiği rakam, kim ne düşünürse düşünsün, değişmiyor!
İnsan, her şeyin göreceli olduğu bir hayatı algılamakta, anlamakta ve kabul etmekte zorlanıyor.
Görünen ve algılanın "arkasında", zamandan ve mekandan münezzeh, değişmez, sabit, görece olmayan bir “öz” olmalı diye düşünüyoruz.
Platon'un idealar teorisinin aslında böyle bir arayışın mahsulü olduğunu anlıyoruz.
Bu konu Orwell’in 1984 romanında da işleniyor:
- Maddeye –senin deyişinle, dış gerçekliğe– hükmetmek önemli değildir. Üstelik maddeye tümüyle hükmediyoruz zaten."
- "Ama maddeye nasıl hükmedebilirsiniz ki?" diye haykırdı. "İklime ya da yerçekimi yasasına bile hükmedemiyorsunuz. Hastalığa, acıya, ölüme de..."
O'Brien, Winston'ı eliyle susturdu. "Biz maddeye hükmediyoruz, çünkü zihne hükmediyoruz. Gerçeklik kafanın içindedir. Yavaş yavaş öğreneceksin, Winston. Bizim yapamayacağımız hiçbir şey yok. Görünmezlik, havaya yükselme, ne istersen. İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden. İstemiyorum, çünkü Parti istemiyor. Doğa yasalarıyla ilgili bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini kafandan atmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız."
- "Hayır, doğru değil! Siz bu gezegenin bile efendisi değilsiniz. Avrasya ve Doğuasya ne olacak? Daha oraları bile fethedemediniz."
- "Hiç önemli değil. Gerektiği zaman fethederiz. Hem fethetmesek bile ne fark eder ki? Bizim için varlığıyla yokluğu bir onların. Dünya, Okyanusya'dır."
- "Ama sizin dünya dediğiniz yer bu evrende küçücük bir nokta. İnsanoğlu da minicik, umarsız! Ne kadar zamandır var ki? Milyonlarca yıl kimse yaşamadı dünyada."
- "Saçmalama. Dünya bizimle yaşıt, bizden yaşlı değil. Nasıl daha yaşlı olsun ki? İnsanoğlunun bilincinde olmadığı hiçbir şey var olamaz."
- "Ama kayalar, insanoğlunun esamisi okunmazken burada yaşamış olan soyu tükenmiş hayvanların, mamutlar, mastodonlar ve dev sürüngenlerin kemikleriyle dolu."
- "Sen o kemikleri gözlerinle gördün mü, Winston? Görmedin tabii. Onlar on dokuzuncu yüzyıl biyologlarının uydurması. İnsandan önce hiçbir şey yoktu. Bir gün sonu gelirse, insandan sonra da hiçbir şey olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur."
- "Ama tüm evren bizim dışımızda. Yıldızlara baksanıza! Bazıları bir milyon ışık yılı uzağımızda. Onlara hiçbir zaman erişemeyeceğiz."
O'Brien, hiç umursamadan, "Yıldız dediğin ne ki?" dedi. "Birkaç kilometre uzaktaki kor parçası. İstesek erişebiliriz yıldızlara. Hatta onları yok edebiliriz. Dünya, evrenin merkezidir. Güneş ve yıldızlar dünyanın çevresinde dönerler."
Postmodern görecelilik ve nihilizmin dalga dalga yayıldığı günümüzde, “post-truth” çağında yeniden popüler olan meseleler bunlar.
Fakat algı yönetimlerinin, illüzyonların, kandırmacaların da bir sınırı var.
Kim nasıl algılarsa algılasın, kim kendini nasıl kuyruklu yalanlara, nasıl ütopyalara ya da distopyalara, nasıl kara yahut pembe tablolara inandırırsa inandırsın hayat, yaşanan hadiselerle “algıların dışında” bir neticeye doğru eviriliyor.
Don Kişot’un, bütün samimiyetiyle onları kötücül devler sanması yel değirmenlerini devlere dönüştürmemişti. Ya da Toboso'lu prenses Dulcinea olduğuna inanması İspanyol köylü kızı Aldonza Lorenzo’yu prenses yapmamıştı.
1989’un çöken, darmadağın olan Rusya'sında, Pravda gazetesi çalışanlarının, yahut Komünist Parti mensuplarının canı gönülden inanarak komünizmin güneşinin parladığını söylemesinin hiçbir işe yaramaması gibi.
Yahut bir taraftan Ruslar, bir taraftan Amerikalılar Berlin'i kuşattıklarında, Hitler ve çevresindekilerin hayatı ve kendi konumlarını nasıl algıladıkları bir anlam ifade etmemişti.
Her şeyin göreceli olduğuna inanmak, insan zihnini ve algısını merkeze almak demektir. Ancak tarihi tecrübemiz ve bilim bize göstermektedir ki, algılarımızın ötesinde bir gerçeklik vardır. Bu gerçekliği kabul etmezsek, sadece kendi algılarımızın esiri oluruz. İnsan her şeyin ölçüsü olabilir, ancak bu ölçümün ötesinde bir hakikat olduğunu göz ardı etmeyi doğru bulmuyorum.
Şayet her şey insandan…
Şayet her şey insandan insana değişiyorsa insan ölçü olamaz, diye düşünüyorum.
Yeni yorum ekle