Kötülüğün Sıradanlaşmasından Kötülüğün Güzellemesine

20 Aralık 2024

Kötülüğün “sistematik” ve “kurumsal” bir hâle gelmesinin 20. yüzyılda olduğunu söyleyebiliriz. Daha önceleri kötülük vardı fakat kurumlaştığı söylenemez. Adına “felaketler, bunalımlar, çöküş” çağı denilen süreçte “modern” rejimler; savaş suçları, soykırımlar vb. baskılarla insanlara karşı sistematik kötülükleri işlemişlerdir. Sistematik veya kurumsal kötülük bir rejim veya yönetimin (Stalin, Mao, Mussolini, Hitler, Franco, de Gaulle) sistematik ve mekanik biçimde, adına "devlet suçları" denilebilecek icraatlar meydana getirdiler. Diktatör yönetimler kötülüğü, ideolojik, kurumsal hale getirerek devleti "kötülük bürokrasisi"ne dönüştürdüler. Nitekim Hannah Arendt; totaliter, despotik yönetimlerin sergilediği performansı "kötülüğün banalliği" teorisi ile açıklamıştır. Kötülük, sadece yönetimlerin değil sıradan insanların işi haline gelmiştir. Totaliter rejimlerde bireyler, insani değerlere yabancılaşarak kötülük yapmayı bir vazife olarak görür. Zira kurumsal bir düzen ve ideolojik çerçeveye dayanan siyasi atmosfer, bireysel arzu ve öfkeleri tetikleyerek kötülüğü tarz edinir. Irak, Libya, Suriye, Yemen, Mısır gibi ülkelerdeki diktatör örnekleri (Saddam, Kaddafi, Esed/ler, Ali A. Salih, Mübarek-Sisi) daha önce adı sayılan diktatörlerin batı dışında inşa edilen kötü taklitleridir. Ancak "taklit despotların" zulmünün, asıllarını aştığına şahit olduk.

Image

Kötülüğün sıradanlaştığı yerin adı Suriye, kötülüğü kendinde doğallaştıran Esed oldu. Baba Hafız döneminde Hama katliamı, hapse atma, işkence, adalet mekanizmalarındaki rüşvet ve haksızlıklar yaşandı. Oğul Esed zamanında savaş sırasında -14 yıl- sistematik işkenceler, varil bombaların ve kimyasal silahların kullanılması, şiddet, tecavüz gibi insan hakları ihlalleri meydana geldi. Ne kadar toplu mezar çıkacağını şu an dahi kestiremiyoruz. Esed rejimi, katliamlarını siyasi bir strateji ve sistematik olarak kullandı. Diğer yönetimler-toplumlar tarafından bölgenin doğruluk ve gerçekliği olarak yorumlanarak Esed rejiminin yaptıkları normalleştirildi. Suriye’de olan bitenler ideolojik körlük, mikro faşizmle, mezhepçi dogmatiklik ve kurumsal kötülük normalleştirildi. İnsanların çoğunda Suriyelinin dirisine de ölüsüne de saygısızlık oluşturuldu. Çıkarlarla örülü bir rejimi, yapıyı ayakta tutmak için toplu infazlar, sınırları kapatmak, mülteciler üzerinde kitlesel baskılar meşru olarak görülmüştür.

21. yüzyıldaki en büyük sistematik kötülüğün ve soykırımın en korkunç örnekleri, Suriye ve Gazze’dir. Vesayetçi temele dayanarak milyonlarca insanın öldürülmesi ve sürülmesi kurumsal bir politika haline getirildi. Kendine muhalif olan ne varsa sürme, hapsetme, işkence, tecavüz, öldürmeyi strateji ve yöntem haline getirdi. Hâlâ bu stratejinin meydana getirdiği enkazın ve kötülüğün farkında olmayan çok sayıda insan var. Baudrillard “Gerçekliği kazanmamız için gerekirse kanın aktığı yere gidip gerçekliği yeniden kendimiz için kazanmamız gerekir.” diyordu. Kameraların yansıttığı yetmiyor gitsek de yetmeyecek görünüyor. Bu tür hadiseler aydınlanmanın, modernitenin insan onuru, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramlarının gerçekliği ile değil simülasyonu ile karşı karşıyayız. Kant’ın "insanın asla bir araç olarak kullanılmaması" modeli, hem Gazze’de hem Suriye’de yerinde yeller esti. Bir baskı rejimi olan Esed rejimi, ayakta kalmak için her yöntemi meşru olarak gördü. Esed rejiminin insanlık onuru, özgürlük, adalet gibi temel değerlere yönelik ihlalleri karşısında Batı, birçok sınavda olduğu bu sınavda da döküldü. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki devlet yönetimi ve bir kısmını dışarıda tutarsak- toplum olarak iyi bir sınav verdik.

Esed rejiminin özgürlük, adalet, insan onuru gibi kavramlarla hiçbir zaman ilişkisi olmadı. Zira muhaberat diye bir geçeklik vardı. Rejim, Suriye’nin insan dahil her şeyini sömürdü. Düşünce-ifade yasağı, şiddet, korku ve itaat sistemi olan bir yerde “toplum sözleşmesi, etik, insan onuru, eşitlik ve adalet” gibi kavram ve kurumların olması mümkün değildi. Esed rejimi, halk gerçekliğini inkâr ederek enerjisini hiçe sayarak baskı rejimini temerküz eder. %90 kusur oy oranları; “halkın özgür iradesiyle devletle anlaşma yapma özgürlüğüne sahip olmasının” adıydı. Bu “anlaşmaya” uymayanın özgürce yaşaması büyük muammadır. Boyun eğmeyene zorla boyun eğdirilir. Arap olmayan Kürtlere kimlik verilmezken Nusayri olmayana ekonomik zenginleşme imkânı verilmemiştir. Nusayri-Alevi olmayanların fakir kalma hakkı mahfuz tutulmuştu.

Baas rejimi tam da M. Foucault'nun güç-baskı sarkacında ilişkilerin şekillendiği ve kişilerin özneleşmesinin engellendiği bir rejim gerçekliğini yaşadık. Esed rejimi, baskı gücünü kullanarak insanları özgürlüklerinin tasfiye etmiş vatan haini yaftası yiyerek hapsedilmiş, işkence, tecavüz görmüş ve sürülmüştür.  Esed’in baskı rejimi; etik-ahlaki değerleri aşındırmış, zira Suriye’de de Gazze’de olduğu gibi hayatta kalma mücadelesi içinde bırakılan insanlar birbirlerine kurtlaştırılmak istenmiştir. İslam’ın bu toplumların sarıldığı “en sağlam ip” olduğu bir daha görüldü. Suriye halklarının “birbirlerinin kurdu olması” projesi kısmen geri püskürtüldü, onlar birbirlerinin yurdu olmak zorunda olduklarını gördüler. Esed rejimi, baskılarla bireysel hakları ihlal ederek travmatik bir toplum geride bıraktı. Sürekli korku-tehdit altında olan bireyler, birbirine güvenmezler yabancılaşır, bağları zayıflar. Suriyelilerin; tüm bunları göz önünde bulundurarak güven, dayanışma toplumu haline gelmesi için mücadele etmesi gerekiyor.

Baskı ve acımasızlığa karşı bir direniş hattının oluştuğunu da gördük. Bu direnişin kırılması için birtakım deyimler de dijital-sanal dünyada yaygınlaştırıldı. Mültecilerin hak, hukuk ve onurunu kullanmak isteyenlere karşı “evinde besle”, “arap sevici,” vb. deyimlerle saldırılarda bulundular. Suriyelilere karşı ise “elimizden ekmeği aldılar”, “vatanlarını satıp nargile içiyorlar”, “sınavsız üniversiteye yerleştiriliyorlar”, “çok çocuk doğuran aileye maaş bağlıyorlar”, “kadınlarımızı sahillerde taciz ediyorlar”, “erkeklerimizi ellerimizden alıyorlar” gibi söylemlerle bulunarak onları dışlama ve düşmanlaştırma çabası içinde bulunanlar oldu. Bu tür yaklaşımların laik taife tarafından daha çok seslendirildiğini tecrübe ettik. Bunun en büyük nedenlerinden biri; Baascılık ve oteriteryen Kemalizm’in farklılıkları tasfiye edici bir perspektife sahip olmaları noktasında kesişmeleri.

Farklı toplumlara yönelik yabancılaşma yalnızca “ötekine” ilişkin değil kendinden olana yönelik de değer atfetmeyi ortadan kaldırır. Gelecek için toplumsal kaosu ve istikrarsızlığı meydana getirir.  Böylesi “dışlayıcı”, “ötekileştirici” tutum sadece o an için değil gelecek açısından da sorunludur. Başka din, mezhep, dil, etnik toplumlarla birlikte yaşama tecrübesi ortadan kalkar. Geçmiş tecrübemizde olan farklı topluluklarla birlikte yaşama tecrübesini yitirirsek böylesi büyük yetimizi kaybetmiş oluruz.

Kişisel hakların tasfiyesi, toplumsal yapıyı sarsar. Bireylerin araç olarak görülmesi, sürekli sistemi veya rejimi güçlendirmek adına farklı düşünce ve inanışlara sahip olan insanların yaşam hakkını daraltmayı doğurur. Yaşam hakkı daralmış toplumlarda eşitlik, adalet, insan onuru ve özgürlükler rafa kaldırılır. Uluslararası toplum ve adalet kurumlarının adalet getireceği zannıyla yaşamak büyük hayal kırıklığıdır. Nitekim uluslararası toplumun Suriye'deki insan hakları ihlallerine karşı sessizliğine şahit olduk. Sorumluluktan kaçınan küresel vicdanın sessizliği Bosna için de Suriye için de söz konusuydu Gazze’de devam etmektedir.

Halklar kendi kaderlerini kendileri tayin edip huzurlu biçimde yaşamanın çabası içinde olmalı. Zira “duygu ötesi”, “ahlaki körlük”, “vicdani sessizlik” içinde olan uluslararası toplumun inisiyatif almasını beklemek büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Uluslararası toplumlar ve devletlerin birçoğu vicdan ve adalet sınavını kaybetti. Suriye’de olup bitenler küresel vicdanın yabancılaşmasının bir tezahürüdür. Sessizlik; Esed’in şiddetini ve pervasızlığını 14 yıl boyunca artırdı. Bu şiddet ve katliamlar esnasında uluslararası televizyon kanalları ülkemizde ise Halk TV gibi ana muhalefetin pravdası olan medya ajansları onunla mülakatlar yaparak Esed’in zulmünü tahkim etme çabası içerisine düşülmüştür. Esed’in 8 Aralık’ta Suriye’den kaçışına ağıt yakacak kadar etik, hak, hukuk çizgisinden uzaklaşacak bir zihin ve ruha sahip oldular. 13 yıllık halk katliamını görmezden gelenler diğer bir zalim olan Baba Esed’in türbesinin ateşe verilmesinde insanlık, etik ve hukuk vurgusunda bulundular. Bir kesimin insana, etiğe, adalete karşı ne kadar hoyrat olduklarına ve yabancılaştıklarına bizatihi şahit olduk.

“Devlet sınırlarına saygı”, “bölgesel güç dengelerinin korunması” gibi söylemler; insani değerlerin buharlaşmasına ve çöküşüne neden oldu.  Küresel vicdanın her geçen gün çürüdüğü Suriye’de olup bitenler 21. yüzyılın şiddetin şeffaflaşmasını ve sıradanlaşmasını sağladı. Dünya halkı “güç dengeleri” ve “ülke menfaatlerinin/çıkarlarının” korunması adına mazlum bir halkı şeytanlaştırmaya çalıştılar, iktidar muhalifleri; “Suriyeliler” söylemi üzerinden Türkiye’de siyasal iktidarı zayıflatmak istediler, Avrupa’da yükselen ırkçı siyasetin muadili olmak isteyen bir siyaset figürü de mülteci düşmanlığından başka bir siyaseti olmayan bir partinin varlık bulmasını sağladı.   

Suriyeli veya mülteci düşmanlığı üzerinden halkın kadim irfan, vicdan, sezgi ve merhameti zayıflatılmaya çalışılarak halka yeni format atılmaya çalışıldı. Toplumsal hafıza, kültürel miras ve toplumsal kimlikler köksüz bir formata dönüştürülmeye Esed baskıcı, şedid ve sansürcü bir rejimle, kendini tahkim etmek için “korku toplumunu” inşa ederken zulme muhalefet eden kişi ve grupları “terörist” yaftasını vurarak özgürlük isteyen kişi ve grupları sahip olduğunu iddia ettiği “resmi yetkiyle” vatan haini olarak görüyordu. Suriye'deki çatışma, yalnızca fiziksel olarak değil, psikolojik ve kültürel olarak da sürdürülmüştür. Esed, Suriye halkının hafızasını, kültürünü, kimliğini, psikolojisini tahrip ederek gelecek yıllarına da ipotek koyan bir zalimdir. Kendi meşruiyetini pazarlamak, bu meşruiyetini kabul etmeyenlere yaşam hakkı vermeyerek Suriye halkının kolektif belleğinde tedavisi zor yaralar açtı. Türkiye’deki muadil Esed ve Baasçılar özellikle genç neslimizi yabancıya düşman olan bir zihin inşa ettiler. Yalnızca Suriyeliler arasında değil ülkemizde de “etnik”, “mezhepsel” farklılıkları keskinleştirerek, toplumsal bir parçalanma için uğraştılar. Toplumumuzun kolektif kimlik algısı, birlikte yaşama tecrübesi ve toplumsal belleği çökertilmek istendi. Esed rejimi; yaptığı şiddeti, tecavüzü, katliamları örtmek için ülkemizdeki bazı kullanışlı tipleri kendi propagandasını yapmaları için kiralamış bile olabilir.

İşkenceye, şiddete, tecavüze, yıkımlara, katliamlara maruz kalan halkın yaşadığı travmalar kimlik, politik bağları zayıflamış bir toplum kendini yeniden inşa etmek zorunda. Suriyeliler “hafıza gücüne” dönmelidir. Suriyeliler, toplumsal hafızalarını ve kültürel miraslarını yeniden canlandırarak hem millet hem de devlet olmaya çalışmalı. Suriye halkının bunu başaracak yetenekte olduğunu düşünüyorum.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 140 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.