28 Şubat ile Kırılan Epistemoloji Sarsılan Ontoloji*

28 Şubat 2021

Kişilerin ve kurumların neredeyse her şeyin grileştiği bir çağın göbeğinde yaşamanın sıkıntıları vardır. 1991 Körfez Savaşı için Baudrillard, ”pornografik/müstehcen savaş” tanımlaması ve tespiti oldukça anlamlı ve yerinde bir tespittir. 28 Şubat Darbe sürecini ifade etmek için de yerli sosyal bilimciler ve entelektüeller ”postmodern” kavramını kullanmakta tabiri caizse “icma” ettiler. Yasa-genelge-tüzüklere militarist bir çehre kazandıran sivil görünümlü ama üniformalı bir darbe olduğu için bu kavramsallaştırma oldukça isabetli bir kavramsallaştırmaydı. Bir dönem “Haso-Memo” olarak muamele gören Anadolu insanlarının bürokratik, siyasal, ekonomik görüşlerini ve yürüyüşlerini hazmedemeyen merkez oligarşinin, yargıya militarist bir fonksiyonellik kazandırdığı bir karakteri barındıran darbeciler medya, yargı ve seçkinler zümresi, militan laik bir tutumla hareket etti. Medya, üniversiteler ve yargı organları irtica tehlikesi konusunda brifinglere tabi tutuldu. Hem toplumun hem de mütedeyyin insanların, kapsamlı bir psikolojik harple yüz yüze kaldığı medyada dindarlar ve ümit besledikleri siyasal partinin (RP) sembolleri, spekülatif ve saldırgan bir stratejiyle yağmaya tutulmaya başlandı. Birkaç aktör ve figüranla insanların hassas noktaları iğdiş edildi ve dinî eğilimleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Fadime-Müslüm tiyatrosu dindâr kesim içindeki “var olduğu isnat edilen sapkınlıkları” teşhir etme gayreti ile senaryolaştırılmıştı.

1980’li yıllarda İran Devrimi ile Özal’ın liberal politikaları farklı bir sentezi/melezleşmeyi meydana getirdi. Kesimin yaşadığı mağlubiyet ve ontolojik güvensizliğin sinyalleri 1990’lı yılların başında veriliyordu. Yine İslamî düşünce ve teorisyenleri, kısmen toplum dindârlığı yaşamak için partiyi hem araçsal hem amaçsal olarak görüp İslam’ı siyasal bir harekete irca etme hatasında bulundular. İslam’ın sosyal ve kültürel yanları tek boyuta yani siyasal boyuta indirgendi. Kültür, Sanat, Estetik, Edebiyat vb. kaygıları olan Müslüman bireyden çok partinin veya içinde bulunduğu cemaatin sözcülüğünü yapmak için şartlanan, bunun için hikmete ihtiyaç duyan aidiyetçi birey yetiştirildi ve özgün bir birikim elde edilemedi.

Bazı aydınları tenzih edersek, çoğu aydın ve partinin siyasal kurmayları toplumu okuma-anlama, duygu dünyalarının ne olduğunu bilme kaygısı gütmediler. İslamcılar, kendilerini toplumun gerçek temsilcisi ve sağduyu sahibi olduklarını iddia ederek toplumun ne istediğini bildiklerini ayrıca dinlemelerine gerek olmadıklarını ima ederler.[1] Özal politikalarıyla eğitim, kültür, siyaset, ekonomi, bürokrasi vs. alanlarda görünürlük içerisinde bulunan mütedeyyin insanlar, buradaki handikapların ve zafiyetlerin ne olduğu konusunda ciddi manada terbiye edilmediler. Dinî hayât ile seküler hayâtın kaynaşması 1990’lı yıllarda oldu. Bu bağlamda İsmail Kara’ya göre İslamcıların, modernite ve kurumlarla eklemlenmesinin iki dayanağı vardır. Bunlar; 1. Zaruret fikrinin günahı ortadan kaldırdığı düşüncesi, 2. Batı’da bulunan her şeyin aslında İslam’da da bulunduğu kabulü.[2] Bu iki oportünist ve apolojist kabul, dindârların seküler hayâtla uzlaşmasını sağlıyordu. Modern hayâtın nimetleri, Müslümanları modern hayâta eklemlenmeye icbar etmiştir. Çünkü Müslümanlar, artırdığı zenginliğini korumak için kapitalist değerlerle uzlaşmayı isteyecektir. Bu marazi durum da kapital değerlerin İslamcıları tüketmesi durumunu ortaya çıkarmıştır. “Muhafazakâr sermaye, liberal hatta laissez-faireci liberal yaklaşımın sağladığı kazanımlarla palazlanırken hızla renginden arınmıştır.”[3]

Dünyada olan mevcut küreselleşme tasavvuru ve yükselen-prim yapan bu değer, İslamî kesim üzerinde de etkili olmuştur. Bu epistemolojik kırılma, İslamî kesimin en önde gelenlerinin zihin dünyasındaki paradigmaları değiştiriyordu. Müslümanlar, mevcut konjonktürel durumla uzlaşma tavrını ve söylemini kabullendikçe “dünya sistemi ile bağlarını kuvvetlendirdikçe dinlerinden sapmayı kabullenecekler.”[4] Aydın zihnindeki epistemolojik sarsıntı, camia içindeki mütedeyyin bireylerin ontolojik duruşunu sallıyordu. Dindârlar, kadın-erkek ilişkisinden felsefe, sosyoloji, psikoloji ve Batılı bilimlere olan yaklaşımlara kadar uzanan genişçe modern değerleri paylaşarak önemli bir değişim yaşadılar.[5] Evde oturup çeyiz hazırlayan kızları, bunlara zaman harcamak yerine kitap okumaya, sokağa çıkıp adalet ve hak talep etmeye, eylem yapmaya çağıran eril ve kadın Aydınlar ne çeyiz hazırlayabilen ne okuyup “Alime” olabilen ne de haklarını alabilen bir “Müslüman Kadın” inşa ettiler. Kafalarındaki “İdeal Müslüman Kadın” tasavvurunu gerçekleştiremediler. Dücane Cündioğlu, bu durumu kısaca şöyle izah ediyor: “Sokağa çıkarılan bu kızlara bazı Aydınlar “erkek gibi kızlar, helal olsun” deyip alkışladılar. Şimdi ise bu kızlar evlerine döndürülemiyor.” Evinden/hareminden çıkarılan bu kızlar ben-merkezli, sürekli haksızlığa uğradığını düşünen ve hisseden, kimlik çatışması yaşayan, bunun sonucu boşluk yaşayan, evine dönecek kadar safiyetini koruyamayan bu birey evine dönecek karakterde değildir. A. Sennet’in deyimiyle karakter aşınmasıyla yüz yüze kalmışlardır.

Aydındaki epistemolojik kırılma, İlahiyat camiasında da görüldü. Ontolojik/varolma kaygısı taşıyan hocalar, kendi din anlayışlarını duyurmak ya da kendilerinin meşruiyetlerini ispatlamak için TV programlarına koşuşturdular. Bu sürecin en önemli imajı darbe kırılmasının şokundan en çok etkilenen, en çok yaşayan Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk ve kendisini ilahiyatçı-yazar olarak takdim eden İsmail Nacar gibi isimler oldu. Bu tür bazı İlahiyatçı Hocalar, medya tetiklemesiyle oynanan tiyatronun figüranları olup spekülatif içerikli reyting yapan programların oluşumuna katkıda bulundular. Bu programlarda namazların cem edilmesi, deve kuşunun kurban olup olmaması, Türkçe ibadet, kadınların Cuma namazı kılıp kılamayacakları, imam nikahı kıyılmasının caizliği, tarikat ve tasavvufun bidatlığı mevzu edildi.

28 Şubat’tan sonra İslamcıların bir kısmı İslamcılığı ya da radikalliği -aslında bunun adı “samimi veya ihlaslı Müslümanlık” olabilirdi ya da geçmiş asıl kültürü ve birikimi referans kabul etme durumu- bırakıp sosyal demokrat ya da liberal demokrat oldular. Postmodern darbe sonrası oluşan epistemolojik kırılma, beraberinde ontolojik güvensizliği ve savrulmayı meydana getirmiştir. Ne yazık ki Müslümanlar, Müslüman görünürlüklerini minimum seviyeye indirip renk değiştirmeyi tercih ettiler. Liberal söylemler ve çoğulculuk, uzlaşma, evrensel insan hakları gibi kavramlar kullanılarak yeni bir dil geliştirildi. Bu değişim, her alanda kendini hissettirdi. 1995’li yıllarda okunan İslamî içerikli yayınlar, yerini popüler yayınlara terk etti. İslamî içeriğe sahip olan yayınlar, kitapevlerinin en ücra köşelerine itildi. Bunların yerini vitrinleri süsleyen popüler yayınlar aldı.

28 Şubat’la beraber söylemlerin ve dilin değişmesi daha önce söylenilenlerin meşruiyetini kaybetmesine yol açmıştır. Bu bir anlamda Müslümanların daha önceki söylemlerini meşruiyet dışı kılmıştır. Bazıları için turnusol kağıdı işlevi gören 28 Şubat; hakikat duvarı olmayıp sadece “duvar” olduğu zannedilen bir gölgedir. Tıpkı Platon’un Mağara duvarında olan gölgeler gibi..                          

 

 


* Bu yazı Umran Dergisi’nin 2005-Şubat 126. sayısında yayımlanan yazının kısaltılmış halidir.

[1] Menderes Çınar, Kemalist Cumhuriyetçilik ve İslamcı Kemalizm, Yasin Aktay (Ed.), İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 175.

[2] İsmail Kara, İslam Düşüncesinde Paradigma Değişimi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 238.

[3] Alev Erkilet, 1990’larda Türkiye’de Radikal İslamcılık, Yasin Aktay (Ed.), İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 238.

[4] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, İstanbul: Çıdam Yayınları, 1989.

[5] Ömer Çaha, Ana Temalarıyla 1980 Sonrası İslamî Hareket,  Yasin Aktay, (Ed.), İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.

A. Maskan

hocam kaleminize sağlık. 28 şubat yıkımından sonra sermaye ile müşerref olan insanımız, kapitalizmin belki de yüzlerce yılda ortaya çıkardığı tahribata bir on yılda ziyadesiyle maruz kaldı. Sermayenin sıcaklığı doğal olarak moderniteyi (!) hayatımızın bir parçası haline getirdi. Her ne kadar hızlı gerçekleşmiş olsa da esasında bunlar hayatın kaçınılmaz bir gerçeğiydi. Lakin beni burada rahatsız eden tek husus, 28 Şubat'ta zirve yapan milli ve manevi duygularımızı koruduğumuzu düşünerek modern (!) hayata uyum sağladığımızı zannetmektir. Böylesi bir ruh hali insanlarda psikolojik travmalar oluşturmanın ötesinde hiç bir işe yaramıyor. Burada insanın zarar görmesinden endişelenmiyorum, değerlerimizin dönüşü olmayan bir şekilde yok olmasından korkuyorum. kapitalist sistemin en önemli psikolojik savaş yöntemlerinden birisi de toplumlara kısa dönemli şok dönüşümler yaşatmasıdır. Bu ani dönüşümler bizi ya kırar ya da güçlendirir. Bekleyelim bakalım Mevlam neylerse güzel eyler.

Pa, 02/28/2021 - 13:25 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 569 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.