Gelecekte korkacağımız veya tedirgin olacağımız şeylerin üzerine ne yazıldıysa son zamanlarda, insanlık olarak yazılmış olan bu korkulacak veya tedirgin olunacak şeylere maruz kalıyoruz. C. Orwell tarafından 1949 yılında yazılan “1984” adlı romanda “Big Brother” tarafından gözetlenen toplumun kaderini dijitalleşme üzerinden yaşarken Foucault’nun felsefi bir zeminde ele aldığı “Büyük Kapatılma”yı durumunu ise Covid-19 salgını sürecinde evlerimize kapatıldığımız bu süreçte yaşıyoruz. Matrix filminde vurgulanan, varile mahkum edilen zihin gerçekliğini yaşayacağımızın haberini ise Elon Musk’ın, yapmış olduğu neurolink çalışmaları neticesinde gerçekleşeceğinin bilgisini verdiği günleri yaşamaktayız.
İnsanı var kılan en önemli unsurlar, “mahremiyet, özgürlük ve bilinç” sahibi olmasıdır. Whatsap’ın kişisel verileri farklı zeminlerde paylaşma izni şartı koşması, HES zorunluluğu ve İBB’nin, toplu ulaşımda kullanılması zorunlu olan HES üzerinden sağlanan kişisel verileri farklı zeminlerde paylaşma zorunluluğu getireceğine dair söylemler, hem mahremiyeti hem de özgürlüğü iptal eden veri despotizminin göstergeleridir. Verileri ele geçirilen insanın özgürlük alanı gün geçtikçe daraltılmaktadır.
Salgın nedeniyle HES (Hayat Eve Sığar) çekici sloganıyla insanların evlere kapatılması, hem özgürlüğü kısıtlayıcı hem de evlerinde sanala veya dijitale mahkum edici sanallaşmayı veya dijitalleşmeyi tahkim ve tahakküm edici bir durumdur. Sağlık üzerinden adeta bir “tıp diktatörlüğü” (kast edilen doktorluk veya sağlık çalışanlarının mesleği değil) inşa edilmektedir. Nitekim bu durumu Dr. Tapper “Nereye doğru gittiğimiz konusunda kaygılıyım, maskeyi, karantina ve kısıtlamaları dayatıyoruz …Aşılama Danışma Komitesi; “hiç kimseyi aşılamaya zorlayamayız fakat boyun eğmeleri için zorlayabiliriz” diyor. DSÖ, dünya sağlığına yönelik en büyük tehdidin, aşılanmayı reddeden veya aşılanmamış insanlar olduğunu açıkladı. Pfizer ve Moderna şu anda hükümetimizi kandırıyor. Zorunlu aşılara zorlamak için…Tıbbi özgürlüğümüz yok. Şu an kapımızı çalan bir tıp diktatörlüğümüz var. Özgürlüğümüz tehlikede…” (https://www.youtube.com/watch?v=lpFse2wMq_8) cümleleriyle ifade ediyor. Bu süreçte nerdeyse siyasi otoritenin üzerinde de otorite olan ve tek otorite haline gelen Bilim Kurulu’nun hem tartışmalı kararları hem de üyelerinin açıklamaları Dr. Tapper’ın bahsettiği diktatörlüğün nişanesidir. Gerek alınan veya verilen kararlarda gerek bazı bilim kurulunun üyelerinin demeçlerindeki “insanı” veya “insanî” olanı ıskalayan ifadeleri, gerekse bazı tıpçıların aşının zorla vurulması gerektiğine “aşı olmayanlara kız bile verilmeyecek” “nasıl ki köpeklerin aşısı olup olmadığı soruluyor insanlara da sorulacak, … Aşı olmayanların yaşama hakkı bile olmayacak” dair söylemleri, insanî olmaktan uzak olan ölçüsüz söylemlerin ciddi göstergesidir.
28 Şubat sürecinde başörtüsü yasaklarına dair meselenin sosyal bilimcilerle konuşulması teklifi askerin “kararlılığımızı yitiririz” gerekçesiyle reddedilmişti. Benzer saiklerle olacak ki salgın sürecinde Sosyal Bilimler Kurulu’nun önerilerinin Sağlık Bilim Kurulu’nun yaklaşımlarını aşabilecek durumda olmadığı anlaşılıyor. Çünkü sürecin psikolojik ve sosyolojik olarak iyi yönetildiği söylenemez. Söz konusu bu kurul, etkin olabilseydi uygulanan programlar, söylenen demeçler ve alınan kararlar böyle olmayıp daha insani olabilirdi. Oysa alınan kararlar ve yapılan uygulamalar toplumun daha çok gözetilen ve gözlenen, daha çok kapatılan bir toplum olmasını sağladı. Bu söz konusu sürecin kötü yönetilmesi sadece ülkemiz toplumları için değil tüm dünya toplumları için geçerli bir durumdur.
Covid-19 salgını, kapatılmayı ve gözetlemeyi daha keskinleştirdi ve derinleştirdi. Tıpkı Bauman’ın dediği gibi Bentham'ın, hatta Foucault'nun hayal bile edemeyeceği kadar güçlenen ve elektronik olarak zenginleştirilen "sayborglaşan" panoptikon, hâlâ hayatta ve daha iyi durumda görünüyor. Dijitale mahkum edilen toplum, kitle iletişim araçları ve sosyal medya üzerinden gözetimin daha da derinleştirildiği bir denek haline geldi. Gözetim ve kapatılma sürecini derinleştirmek isteyenler için Covid-19 süreci can suyu oldu. Dijitalleşmenin katkısıyla da tahakküm, söylem veya bir teori olmaktan daha ziyade bizatihi uygulamalı bir süreç haline geldi. Bauman’ın dediği gibi “Panoptikon” toplumun "zapt edilmesi güç" kısımlarına, yani hapishanelere, kamplara, psikiyatri kliniklerine ve Erving Goffman'ın kullandığı anlamda diğer "tam gözetim kurumları"na kaydı ve oralarda sınırlı kaldı, denilemez. Bilakis insanların evleri, çalışma ofisleri hatta yatak odaları gözetlenebilir hale geldi. Veriler İmparatorluğunda insanın mahremiyeti diye bir şeyin varlığından bahsedilemez. Bauman, insanın mahremiyetinin yok edilmesine karşı insanın çaresizliğini ve sessizliğini şu cümlelerle ifade ediyor;
…Mahremiyet hakkımızı, kendi rızamızla katlettiriyoruz. Ya da belki sadece, bize sunulan harikalar karşılığında ödenecek bir bedel olarak mahremiyet kaybına rıza gösteriyoruz. Belki de kişisel bağımsızlığımızı mezbahaya kendi ellerimizle göndermemiz için bize uygulanan baskı o kadar kuvvetli ki ve durumumuz bir koyun sürüsünün durumuna o kadar benziyor ki ancak birkaç istisnai isyankar, gözü pek, kavgacı ve dirençli irade ona karşı samimi bir girişimde bulunabiliyor… …Mahremiyet kamusal alanı istila etti, fethetti ve sömürgeleştirdi; ama maalesef gizlilik hakkını, yani en belirleyici özelliği ve en el üstünde tutulan ve en hararetle savunulan ayrıcalığını kaybetmek pahasına…. (Bauman, 2013: 35, 41).
Yalnızca gizlilik ve mahremiyetin değil her şeyin alt üst edildiği simülasyon dünyasında bir kimsenin kendi alanı ve bölünmemiş özerkliğinin bölgesi olan mahremiyet ihlal ve iptal edilmiştir. Böylesi bir düzlemde ben’in varlığı dolayısıyla "ben neyim veya kimim”e karar verme gücünü kaybetmiş insan varlığı söz konusu değildir. Bauman’ın dediği gibi insanlığın, kendi kararlarının tanınması ve saygıyla karşılanması için seferberlik başlatması ise şimdilik mümkün görünmüyor. Nitekim bu seferberlik çabasının Covid-19’un ilk günlerinde dumura uğradığına şahit olduk. “Betondan sıkılan” insanın, köyüne veya kırsala dönme söylemi de teşebbüsü de başarısız oldu. Kırsala ya da köyüne dönenlerden az bir kısmı yanında internetini de götürmek zorunda kalırken büyük kısmı ise kırsalı beceremeyip “betonuna” yani evine dönmek zorunda kaldı.
Böylesi bir durumda insan fıtratının ciddi boyutta anlam ve kimlik kaybı yaşadığı bizatihi test edilmiş oldu. Çünkü sanalın, gerçeği tamamıyla kuşattığı alışverişin, derslerin, muhabbetin, devlet görüşmelerinin hatta akraba ziyaretlerinin ve nikâhların dahi online veya sanal ortamlarda gerçekleştirildiği bir sürece tanıklık ediyoruz. Böylesi bir sanal ortamda medium’la/ortam mesaj birbirine karıştırılmış, modelin gerçeğin yerini aldığı, gerçekle sanalın ve medium’un karışmış olduğu hiper-gerçekçi bir toplumsal görünümler meydana gelmiştir. Sanal veya dijital ortamlarda hiper-gerçek hayatlar ve kişilikler inşa edilmektedir. Böylesi bir kilik için artık hakiki doğasının da doğanın da çok anlamı yok.
İnsanın ve ilişkilerin buharlaştığı bir süreçte sanal dünyadan, sanal kişiliklerden ve ilişkilerden ümit besleniyor. Nitekim bu bağlamda “aracın kendisinin mesaj haline dönüştüğü” fikrini çürütmeye çalışan Dunbar, yaklaşık on yıl önce Facebook vd. sosyal paylaşım sitelerinin yok olup gidecek arkadaşlıkları sürdürmek için imkan tanıdıklarını, ağ ve bağlarımızı bunlar üzerinden kurabileceğimizi hatta sanal ortamda da olsa herkesin birbirini tanıdığı eski kırsal toplumlar türünde bir şeyler kurabileceğini ifade eder. Fakat bu dijital küresel köyün varlığı, insaniliği artırmaktan daha çok sermaye sahiplerinin kazanımının ve hakimiyetinin artmasını sağlamıştır. İnsanilik, toplumsallık ve bağların oluşumu için teknolojiden medet ummanın ironik ve trajikliğini Sheery Turkle, şu cümlelerle ifade ediyor; "İlişkilerimizde hissettiğimiz güvensizlikten ve mahremiyetimizle ilgili duyduğumuz kaygıdan dolayı, hem ilişki içerisinde olmamızı sağlaması hem de ilişkilerden bizi koruması için teknolojiden medet umuyoruz." (Bauman, 2013: s. 49).
Dijital tahakkümün ve tıp diktatörlüğünün hakim olduğu bu günlerde %2 oranında ölüm oranı (kronik hastalarda etkisi daha yüksek) olan bir salgın neticesinde herkesi evine kapatmayı, esnafı zor duruma sokmayı, çocukları ve gençlere online ders denilen ucube bir ders işleme tarzına mahkum ederek onları ekrana mahkum etmeyi ve dijital-online köleleştirmeyi çok anlamlı bulmuyorum. Enformasyonun baskısı altında kaldığımız bu süreçte ciddi toplumsal krizleri ve genç nesilleri kaybetme süreciyle karşı karşıya kalacağız gibi görünüyor.
Kaynaklar:
Z. Bauman, Akışkan Gözetim, çev. Elçin Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Yeni yorum ekle