Adaleti Beklerken

10 Mayıs 2022

Konunun uzmanı olarak değil de “adalet” kavramının muhatabı olarak düşündüğümde; insanın tarih boyunca çok şeyi başardığını, başaramadığı bir ölümsüzlüğün bir de adaletin kaldığını söyleyebilirim. Godot’yu bekler gibi bekledik adaleti tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda. Ancak gelmedi.

İnsan tarih boyunca hemen her sahada çok önemli işler başardı. Bilimden sanata politikadan felsefeye kadar deha düzeyinde yüzlerce isim sayabiliriz. Fakat adaleti ile şöhret bulmuş isim pek azdır.

Yeni bir çağın eşiğine birçok kazanımın yanında birçok sorunla geldik. Bu sorunların en eskisi ve en önemlisi adalet. Çılgınca gelişirken ulaştığımız noktada şimdi yapay zekâ ile donatılmış bir sistemle adaletin tesis edilip edilemeyeceği, dijital bir yargılama sistemiyle tarafsızlığın sağlanıp sağlanamayacağı tartışılıyor. Yapay zekâ ile donatılmış robot yargıçların, savcıların, kolluk kuvvetlerinin yasayı uygularken gözünü bile kırpmayacağı ve adaletin böylece tecelli edeceği savunulabilir. Bu da kusursuz bir yasanın var olabileceğini ve suçun “suçlu”dan suçun işlendiği anda doğduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelir. Bu bağlamda üzerine düşünülmesi gereken iki başlık var: Yasa ve suçun ontolojisi.

Birincisi kusursuz yasa olur mu?

Yasanın kaynağı ilahi ise yasanın kusursuz olacağı inananlarca iddia edilebilir. Zaten bu inancın gereğidir. Ancak ilahi yasalar kaynakta sınırlı olsa da – On Emir gibi-  insan yaşamına uygulandığında insan ilişkilerinin ve davranışlarının doğuracağı çeşitlilikten dolayı çok sayıda olmak zorunda. Yani temel prensiplere uymak şartıyla olsa da insan ilahi yasaları referans alarak yeni yasalar yapmak zorundadır. Bu noktada insan yorumu işin içine girer ve yasanın kusursuzluğu tartışılır.

Yasanın kaynağı beşeri ise yasayı yapan iradenin meşru ve kusursuz olması iktiza eder. Bu ise daha tartışmalı bir konudur. Çünkü güç, meşruiyet, irade kavramları adil olmaktan önce başka kaygılara sahiptir. Gücün tahkimi, meşruiyetin temini ve tahkimi gibi. Bu kaygılar yasa yapıp icra edecek iradede daha öncelikli kaygılardır.

Yani yasa ister ilahi ister beşeri olsun, insan yasaya müdahildir. Bu dahil oluş hem yasanın oluşturulmasında hem de icrasındadır. Ve insan yasaya müdahil olduğunda yasa tartışmaya açık hale gelir.

İkinci başlık ise suçun ontolojisidir.

Bu bağlamda Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli eseri önemli bir açmazı uzun ve detaylı bir şekilde ele alır.

Fakir bir öğrenci olan katil Raskolnikov; nefret edilen, kötü bir tefeci Alonya’yı öldürür. Fakir ailesine bakmak için fahişelik yapan Sonia’nın yönlendirmesiyle ve vicdanının sesini dinleyen Raskolnikov cinayeti itiraf eder. Sürgüne gönderilir. Sonia da onun sürgününün bitmesini bekler.

Alonya kötü bir insandır. Bir kötüyü ortadan kaldırmak iyi olabilir. Ancak onu ortadan kaldıran Raskolnikov katil-suçlu kabul edilir. Kötü-suçlu-katil olan Raskolnikov’un erdemli-iyi davranıp suçunu itiraf etmesine vesile olan Sonia fahişedir. Raskolnikov’un katil olması Raskolnikov’la sınırlı bir durum mudur? Yoksa ait olduğu sosyal sınıf, çevresel faktörler, maktulün toplum nezdindeki yeri bu cinayetin işlenmesinde ne kadar etkilidir? Ya da bu cinayetle ilgili verilen sürgün cezasında sadece Raskolnikov cezalandırılarak adalet tecelli etmiş midir? Ya da iyilik timsali, masum Sonia’nın fahişe olmasında suçlu(lar) kimdir, orada adalet nasıl tecelli edecektir?

Yani suç fail ile mi sınırlıdır ya da fail uzun yıllar içinde çevresel faktörlerce yavaş yavaş bu suçu işlemek üzere olgunlaştırılmış-üretilmiş midir? Tabii ki bunun kesin bir cevabı olmaz.

Günahı işlemek de günaha sevk etmek de günaha vesile olmak da günaha ortam hazırlamak da nispeti değişse de günahtır. Bu durumda inananlar açısından da suçu, suçlu ile kesin biçimde sınırlamak mümkün değildir.

Suçun ontolojisi tartışmaya açıktır. Bu noktada kesin tanımlamalar ve kesin cevaplara ulaşmak pek kolay değildir.

Dolayısıyla yapay zekâ ile dijital bir sistemde işleyecek adalet ve güvenlik pek de “insani” olmayan neticeler doğurabilir ve burada da adalet tam tecelli edemez.

Hemen tüm zaman ve coğrafyalarda edebiyatın,  sanatın, hukukun, isyan türkülerinin, sloganların, ateşli nutukların konusu adalet. Hep arzulanan hep vaat edilen ve asla ulaşılamayan şey. Bu kavramı daha iyi anlayabilmek için lügatlere başvurduğumuzda* “yasa, kural, denge, hak, doğruluk” gibi kavramlar üzerinde de düşünmek zorunda olduğumuzu görürüz. Bunların hepsinin ilgili olduğu ortak kavram ise hem özne-fail hem nesne-meful olarak “insan”dır.

İnsanın olmadığı bir dünyada adalete de ihtiyaç olmaz. Zira fıtrat ile çelişmeyen bir yaşam alanında adalet gerekli değildir. Çünkü insanın olmadığı yerde adalete ihtiyaç duyulacak bir zulüm ya da çatışma söz konusu olmaz. Adalet noktasında sorun insan ile başlar. Ve çağlar boyunca hemen her zorlukla baş edebilen insan, bir tek ölümsüzlüğü ve adaleti keşfedemez, elde edemez. Kim bilir, belki de bu iki mesele başka bir dünyaya dair inancımızı da tahkim etmek için bu dünyada mümkün değildir.

Peki, adalet niçin mümkün değildir?

Öncelikle insan imkân ve imkânsızlıklar bakımından farklı coğrafyalarda dünyaya gelir. Yine imkân ve imkânsızlıklar bakımından farklı zamanlarda, farklı sosyal sınıflara, ailelere ve toplumlara mensup olarak dünyaya gelir. Şöyle ki; bir Eskimo ile bir Avrupalıyı, Amerikalı bir siyahi ile bir beyazı, 13. yüzyılda Avrupa’da yaşayan bir serf ile 21. yüzyılda Japonya’da doktor bir babayla öğretmen bir anneden dünyaya gelen insanı aynı terazide tartamayız. Bu farklılıklar hayat dediğimiz olgunun dengesini tesis etmek için vardır, denilse bile tek tek bu insanlara sorduğumuzda hepsi varlık ya da yokluk bağlamında çeşitli avantaj ya da dezavantajlardan söz edecektir. Bu da insanların dünyaya gelişlerinde avantajlar noktasında eşitliğin söz konusu olmadığını gösterir. Doğarken olmayan bu eşitliğin ölüm ile var olması yaşarken adaletin mümkün olmadığını ancak başka bir dünyada adaletin tecelli edeceğinin göstergesi olabilir.

Eşitliğin genel itibarla mümkün olmayışı, dünyaya eşit şartlarda gelmiyor oluşumuz adaletin önünde duran bir tartışmadır. Coğrafya kaderdir genel kabulü iktizasınca bazı suçların salt failden değil failin çevresi etkisiyle olgunlaşıp ortaya çıktığı iddia olunabilir. Bu durumda yalnızca faili cezalandırmak adalet açısından kusurlu sayılabilir.

Adaletin mümkün olmayışının bir başka nedeni de insanın, irade ve nefis sahibi olması olabilir. Ontolojik olarak insan iyiyi de kötüyü de tercih edebilen; doğruya ulaşabilen, yanlışı benimseyebilen bir özellikle var edilmiştir. İnsanın iradesi ve tercihleri çok değişkenli bir süreçte ortaya çıkar. Dolayısıyla da insanın vereceği bir karar daima kusursuz olmaz. İnsanın hangi saikle karar verip harekete geçeceği kesin ve somut biçimde tespit edilemez. Aynı şartlarda aynı duruma defalarca aynı tepkiyi veren insan son kez farklı bir tepki verebilir. Haliyle adalet kavramının hem öznesi hem de nesnesi olan insan kabaca sınırları çizilse de son kertede öngörülemez bir varlıktır. Adalet-hukuk ise bu öngörülemez varlıkla ilgilidir. Sosyal yaşamda fail, meful (özne, nesne) arasındaki ilişkiden adalet ihtiyacı doğar. Burada da yasa-karar-icra kavramlarıyla karşılaşırız. Yasa-karar ve icra kavramları da kurum ve kurallarla somutlaşır. İşte mesele kurum ve kurallar noktasına geldiğinde yeni tartışmalar doğar. Öncelikle kuralların yani yasanın sonra da bunu icra edecek kurum ve şahısların kusursuz olması bunlarla birlikte tüm tarafların bu kusursuzluk noktasında mutmain olması, bu noktada anlaşıp sözleşmesi gerekir. İnsanın sosyal bir organizasyon içinde kusursuz yasalar ihdas etmesi ve bu konuda tüm tarafların mutmain olması ne kadar mümkündür?

Yazının başında da değindiğim gibi kusursuz yasalar noktasında iki durum ortaya çıkar. İlahi yasalar, beşeri yasalar. Bu bağlamda doğabilecek sorunlara yukarıda kısaca değinmiştik.

Yasanın kusursuzluğu ya da yeterliliği, yasa koyucunun meşruiyeti ve yetkinliği konularını da dikkate almamızı gerektirir. Yasa koyucunun bilgi, ahlak, meşruiyet noktasında yeterli olup olmadığı da tartışma konusudur. Özellikle yasa koyucunun kurumsal kimliği, modern dönemde meşruiyetin demokrasi dediğimiz tartışmalı-manipülatif bir zeminde oluşması da konunun en önemli noktasıdır.

Yasa koyucu-yapıcı meşru bir iradenin kurumsallaşması ile ortaya çıkar. Meşru irade otokrasiden demokrasiye kadar hangi biçimde olursa olsun gücün temerküz ve tecessüm etmesiyle oluşur. Bu bağlamda pratiklerden edindiğimiz izlenimle şunu söyleyebiliriz ki “gücün meşruiyeti tartışılabilir ancak gücün meşruiyet doğurduğu tartışılamaz”. Şimdi, meşru olan nasıl tartışılabilir, diye sorabiliriz. ABD, Rusya, Çin, İsrail gibi devletlerin hiçbir hukuki-meşru gerekçe yokken fiili durum oluşturup sonra da bu fiili durum üzerinden anlaşmalar yapıp hukuk ürettikleri malumdur. Yani güçlü olan meşru olsun-olmasın gücü vasıtasıyla bir fiili durum geliştirir. Ve yeni durum üzerinden anlaşma-hukuk-yasa üretir ve bu da ister istemez muhataplarınca-ilgililerce kabul görür. Aynı durum devrimler için de geçerlidir.

Cari-meşru yönetime karşı girişilen başkaldırı başarıya ulaşırsa devrim meşru olur. Başkaldırı başarısızlığa uğrarsa bunun adı darbe, terör, ayaklanma, isyan olur. Gayr-ı meşrudur. Buradan da anlaşılacağı gibi güç meşruiyet doğurur. Başarı için her şeyin mübah sayıldığını da düşünürsek bu başarılı güçten doğan meşruiyet ideal midir? İşte adaletin önünde duran bir diğer engel adaleti tesis edecek iradenin meşruiyetinin de tartışmalı olmasıdır. Salt güçten doğan meşruiyete dayanılarak yasa koyucunun belirlenmesi ve yasaların oluşturulması da devamındaki tartışmadır.

Peki, meşruiyetin demokrasi ile tesisinde adalet yine de tartışmaya açık mıdır?

Demokrasinin görünür görünmez vesayetlerden vareste olduğu, bu yolla meşruiyetin oluşumunda sermayenin ve çeşitli güç odaklarının manipülasyon yapmadığını, kitlenin manipüle edilmeden aklıselimle seçim yapabilecek nitelikte olduğunu iddia edebilirsek bu ortamda doğan meşruiyete güvenebiliriz. Ancak maalesef bu nokta da hala tartışmalıdır. Hatta yarıdan bir fazlanın kararının demokrasi diye tanımlanması bugün kimseyi tatmin etmemektedir. Tarafların pozisyonlarına göre sıraları gelince “demokrasi yalnızca sandık demek değil” dediklerine şahit oluruz.

Adaleti devlet sağlar. Modern zamanlarda devleti; devrim, karşı devrim, monarşi, otokrasi, demokrasi gibi kavramlar olmadan tanımlayamayız. Bu kavramlardan hangisi temel belirleyici olursa olsun; güç, sistemi kurarken “kendisini, sınıfını, ideolojisini, etnisitesini veya tabanını koruyacak marjları sisteme entegre eder. Böylelikle sistemi kuran güç adaleti sağlarken mutlak tarafsızlıktan söz edemez. Hâlbuki adalet güçlü ile güçsüzü eşit taraflar olarak kabul etmeden tecelli etmez. Adalet dediğimiz şey güçlünün ihtiraslarını, arzularını, menfaatlerini, bekaya yönelik agresif kaygılarını dizginleyemiyorsa adil olabilir mi? Bu bağlamda gücü elinde bulunduran, ona yakın olanlar ile karşısında olanları adil bir sistemde var etmek ne kadar mümkün olur?

“Yönetenler adaletsiz ya da sistem adaletsiz ‘biz’ adalet getireceğiz”, diyenler de yeni bir olası adaletsizlik vaat ederler. Çünkü güce sahip olmadan sistem kuramazlar ya da yönetemezler. Sistemi ele geçirecek ya da yeni bir sistem kuracak gücü ele geçirdiklerinde kendinden öncekilerde olduğu gibi meşruiyet ve adalet bağlamında yeni tartışmaların konusu olacaklardır.

Bu noktada şunu sorabiliriz. Her güç ve her güçlü potansiyel kötü müdür?

Sistem kuracak ve yönetebilecek güç ancak Thomas More’un Ütopya’sında ya da Farabi’inin Medinet’ül Fazıla’sında iyi-doğrudur. Biliyoruz ki bu eserler birer ütopyadır, ulaşılması uzak hayallerdir.

Tüm toplum kesimleri için en geniş uzlaşma ve kusursuza yakın yasalar ve kusursuz işleyen bir sistemle adalete ulaşmayı hayal ederiz. Bu da adaleti tesis edecek hâkim, savcı ve avukatların, kolluk kuvvetlerinin ideolojik, etnik, dini aidiyetlerinden sıyrılarak, güç ve sermaye ile ilişkilerini erdemli, ahlaklı biçimde düzenleyerek, insani zaaflarını bir yana bırakarak cesaret ve dürüstlükle işlerini icra etmesiyle mümkündür. Ancak bir önceki cümlede saydıklarımız imkânsızı üretir.

Peki, adalet hiç mi mümkün değildir?

Hem mağdurun hem sanığın hem mahkeme heyetinin yani tüm tarafların verilen kararın doğruluğu noktasında mutmain oldukları durumlarda adalet yüzünü gösteriyor olabilir. Bunun da nadiren olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Genellikle ya mağdur mutmain değildir ya verilen ceza ile bazen sanık bile mağdur olabilir ya da hâkim vicdanı ile yasa arasında kalmıştır. Aslında adaletin tecellisi yasayla ya da diğer faktörlerle vicdanı arasında kalan hâkimin vicdanının sesini dinlemesi ile mümkün olabilir. Ancak vicdani kanaatine göre hüküm verecek hâkimler yetiştirmek, o iklimi-sistemi-yapıyı var etmek ne kadar mümkündür? Adaletin önünde duran engeller aynı zamanda hâkimin vicdanını da susturur. Yani adil yargıç bir şekilde sistemin dışına itilir.

Bu sebeple insan daima adaleti arzular ve onun için mücadele eder, nadiren ona yaklaşır. Çünkü kusursuz bir dünya söz konusu değildir. Yaşam bir çatışma üzerine kuruludur. Dolayısıyla da “kusursuz” işleyen herhangi bir sistem kurmak ancak ütopyadır.

Kusursuz-mutlak adalet mümkün değilse mevcut adalet pratiğini “ideal adalet” diliyle değerlendirdiğimizde yıkıcı bir sonuca ulaşırız. Her karar “adil olmamakla” karşı karşıyadır. Bu durumda hiçbir sistem güvenilir değildir. Bu da “olası bir adaletin” ya da “adalete yaklaşmanın” mümkün olmasını engeller. Teoriyi mümkün olduğu kadar ideale yakın bir adalet diliyle inşa edip, pratiği insan faktörünü göz önünde bulundurarak makul biçimde eleştirmek gösterilebilecek en doğru yaklaşım olabilir.

Yukarıda da söylediğim gibi ölümsüzlüğe ve gerçek adalete bu dünyada ulaşamıyor olmamız, insanların doğarken değil ölürken eşitleniyor olması belki de öte dünyanın varlığına bir işarettir.

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 354 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.