Ahlak, Hukuk, Kamu ve Yasa Üzerine Sorgulamalar

05 Eylül 2025

Yıllar önce ilk görev yaptığım (şark vilayetindeki) köyde, köylülerle olağanüstü bir güven ilişkisi kurmuştum. Bunun sebebi, beş vakit namaz kılmam, dönemin popüler (bana göre kurgulanmış) kitaplarıyla ilgilenmem ve sohbetlerimin çoğunlukla dinî düşünceler etrafında şekillenmesiydi. Henüz yirmi yaşındaydım. Dindar görünmem (zira dindarlık çoğu kez görünürlük üzerinden tanımlanır) ve köyün gayriresmî imamı olan seydanın, “Hocanın din bilgisi benden fazladır.” demesi, köylünün gözünde beni farklı bir yere koymuştu. Gençlerle de iyi bir iletişimim vardı. Bir gün köylülerden biri bana:

- Hocam, iyisin hoşsun ama bu giyim şeklin sana hiç yakışmıyor, dedi.

- Nesi varmış giyimimin? diye sordum.

- Sen kısa kollu gömlek giyiyorsun, kısa kollu gömlek giymek günah değil mi? diye yakındı.

Böyle bir konuda o yaşta açıklama yapıp karşı tarafı ikna etmenin deveyi hendekten atlatmaktan zor olduğunu anlayamıyordum. Belki de o haklıydı. Neyse, bunu geçelim…

Yıllar sonra klasik eserleri okurken dikkatimi çeken bir husus oldu. Metinlerde, kadının kesinlikle dışarı (kamusal alana) çıkmaması gerektiği, çıkacaksa da öylesine örtünmesi gerektiği yazıyordu ki, onu gören biri kadını adeta bir “ağaç kütüğü” gibi algılamalıydı. Bu hoyrat kıstası birçok kişiden de duymuştum. Kadın, kesinlikle dişiliği çağrıştıran hiçbir tavır, duruş ve davranış içinde bulunmamalı; görsel olarak da kadın algısı uyandırmamalıydı.

İlerleyen dönemde bunun bir yorum/tevil olduğunu, aslında böyle bir katılık bulunmadığını; kadının örtünmesi gereken yerlerin ayette açıkça belirtildiğini ve ölçülü olduğu takdirde kamusal alanda yer alabileceğini öğrendim ve daha mantıklı, daha itidalli olduğu için bu yorumları kabullendim. 

Fakat bu da yetmedi. Örtünmeye dair ayetleri farklı okumalarla değerlendirdiğimde iş değişti. Çünkü kutsal metin üzerinde uzlaşı sağlanılan tek bir yorumu yoktu. Literal yorumların yanı sıra bâtınî/ezoterik ve modern yaklaşımlar da vardı. Sonunda anladım ki, bu konuda da uzlaşma imkânsız. Meseleye tarihsel, sosyolojik, antropolojik, psikolojik ve kültürel veçhelerden bakınca, gerçeğin başka başka yüzleri olduğunu anlamaya başlamıştım. 

Uzlaşma olmayacağını fark ettiğimde, başıma ağır bir taş düşmüş gibi yeni bir merhaleye geçtim: İrrasyonel alanda uzlaşı olamayacağı kanaatine vardım. Uzlaşının olmadığı yerde ortak yaşam alanı (kamusal alan) da kurulamaz. O hâlde yapılması gereken, hayatın kendisi üzerinden müşterek bir alan inşa etmektir. Sonra fark ettim ki biz zaten yurttaş temelli, hukuk devletine dayanan (tasarım ve yapısal) bir sistemin içinde yaşıyoruz. Buradan şu soru gündeme geldi: Yapısal ve hukuki olarak modern şekilde tasarlanmış bir idari yapıyı niçin hâlâ tam manasıyla hayata geçiremiyoruz? Anladım ki insan kaynağımız, yani zihinsel tasarımımız bu iş için pek de uygun değil. Bilincimizi geliştirmeliyiz, dedim. Ama bunda da pek başarılı olamadığımız ortadaydı.

Ahlak üzerinde düşündüm. Ancak ahlak, çoğunlukla verili ve kadın görselliği üzerinden tanımlanıyordu. Kadının, "erkeği yoldan çıkaran cinsel bir meta" olarak algılanmasına bağlı biçimsel sınırlamalar, aslında tarım ve kabile toplumunun zorunlu bir sonucuydu. (Aslında modern dönemlerde de kadın olgusu, kapitalist üretim biçiminin bir objesi olarak da benzer muameleye devam ediyor) Bunu anlamak için çok çaba göstermek gerekti. Çabayla birlikte bakış açısının ve ön kabullerin değişmesi gerektiğini de fark ettim. Elbette bu çabayı herkesten beklemek mümkün değildi. Çünkü gelenek ve telkin üzerine inşa edilen çıkar grupları (baronik yapılar, cemaatler, dinsel örgütlenmeler), bu tür düşüncelere prim veremezdi. Zira düşünmek ve eleştirmek, onların güç ve geçim kaynaklarının itibarını zedeleyecekti.

Bütün bunları neden anlattım? Çünkü son dönemde gündeme gelen bir hekim-hasta diyaloğu üzerinden tartışılan “teşhir” meselesi, şu soruları akla getiriyor:

  • Modern devlet fenomeni ve kamusal alan nedir?
  • Kamusal alanda görev yapan bir kamu görevlisi,
    • hizmet almak için gelen kişinin giyim kuşamını sorgulayabilir mi?
    • hizmet vermeyi reddedebilir mi?
  • Toplumun genel kabulüne giren ahlak ölçüleri ile bireyin öznel tercihleri arasındaki sınır nedir?
  • Hukuki çerçevede belirlenmeyen ahlak ölçülerinin kamusal alanda bir yaptırımı olabilir mi?
  • Öznel ahlak ölçüleri, modern hukuk devletinde genel esaslar hâline gelebilir mi? Gelirse, o sistem evrensel ölçekte bir hukuk devleti sayılabilir mi?

Hegelci anlamda söylersek, insanlık tarihi aslında bir özgürlük tarihidir. İnsan, hem kendisinin hem de başkalarının üzerine vurduğu prangaları kırarak; farklılıklar içinde yeni bir kamusal alan ve evrensel hukuk temelinde bir devlet organizasyonu kurma aşamasına geçmiştir. Bu serüven zaman zaman sekteye uğrasa da devam etmektedir.

Bu bilince ulaşamayan kesimler ise, bilerek ya da bilmeyerek bu serüveni aksatmakta; kendi doğrularını dayatırken çabalarını kutsallaştırmakta ve aslında barışı bozan bir misyon üstlenmektedir. Oysa azıcık bağımsız düşünme, dürüstlük ve samimiyet birçok problemi çözecektir.

Bu tespit, toplumda cari olan ve kabul gören ahlak esaslarını ciddiye almamak anlamına gelmez. Ancak kişi güvenliği ve özgürlüğüne halel getiren tekil müdahalelerin yasal müeyyideye dönüşmesi, hukuk ve kamu güvenliğini zedeler. Aslında ülke olarak bu sorgulamaları çoktan aşmış olmamız gerekirdi. 

Esenlikle…

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
18 kez görüntülendi. 136 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.