Son zamanlarda sıkça işitir olduğumuz meşhur bir aforizma var: “Coğrafya kaderdir”. Birçok gazetecinin, akademisyenin, entelektüelin İbn Haldun’un bu sözünden hareketle kocaman kocaman (ve çoğu zaman kocaman oldukları ölçüde bilimsel temelden mahrum) yargılara vardığına şahit oluyoruz. Coğrafyanın, üzerinde yaşayan toplumun gerçekliğini -dolayısıyla kaderini- belirlediği, ne yapılırsa yapılsın o coğrafyada yaşayan insanların başka türlü bir gerçeklik üretmelerinin beklenemeyeceğini ima ediliyor. Bu sözden hareketle bazı düşünürlerimiz, bazen kahramanlığımıza, bazen cehaletimize, bazen güçlü lider arayışımıza bazen kural tanımayışımıza “doğal” gerekçeler üretiyorlar.
Toplumsal cinsiyet ile ilgili okumalar yaparken meşhur psikolog Freud’un, İbn Haldun’un bu aforizmasına “ikiz kardeş” sayılabilecek bir sözü olduğunu öğrendim: “Anatomi kaderdir”!
Bu söz de -tıpkı ikiz kardeşi gibi- alabildiğine çeşitli ve yüksek perdeden yorumlara kapı açan bir söz. İnsanların anatomilerinin dişi ya da erkek olmalarını, bunun da kim olduklarını, nasıl davranacaklarını, nasıl muamele göreceklerini, hangi toplumsal rolleri üstleneceklerini, özetle kaderlerini belirleyeceği söyleniyor.
Peki bu varsayım gerçekten doğru mu?
Aslında modernite çağı düşünürlerinin bu konuda kafalarının pek de karışık olduğu söylenemez. Cinsiyet konusu, modern düşüncenin “kesin, evrensel ve bilimsel” hakikat arayışı çerçevesinde hemen hemen bir biyoloji ve kimya tartışmasına indirgenmişti. Erkekliği ya da dişiliği belirleyen kromozomların keşfiyle yolun yarısı alınmış gibiydi. Sadece çift cinsiyetli doğumlar veya eşcinsellik gibi anomalilerin izahına ihtiyaç vardı. Bunlarla ilgili maddi çözümlere ulaşmak -mesela eşcinsellik geninin keşfi- sadece bir zaman meselesi gibi görülüyordu.
Modernitenin ve modern düşüncenin dikte ettiği anlayış, kabul ve metotlar 20. Asrın başlarından itibaren sorgulanmaya başlayınca cinsiyet konusunda da alternatif düşüncelerin filiz vermeye başladığı görüldü. Üst anlatıların (metanarrative), yahut Jean-François Lyotard’ın 1979’ta yayınladığı “The Postmodern Condition: A Report on Knowledge” kitabında koyduğu isimle “büyük anlatıların” (grand narratives) aslında modernitenin dayattığı ideolojik fikirler olduğu ileri sürülünce cinsiyet konusundaki “anlatılar” da yeniden ele alındı. Nasıl Max Weber, Marx’ın “üst yapıyı belirleyen alt yapı” fikrini baş aşağı çevirdiyse, özellikle 1940’lardan sonra sesleri daha güçlü duyulmaya başlanan post modern düşünürler de cinsiyet konusunda “ezberleri” bozan fikirler serdetmeye başladılar. Belki de anatomi kader falan değildi. Belki de insanın cinsel tercihleri sadece genler, hormonlar, hücreler, organlar tarafından belirlenmiyordu. Belki de cinsiyet biraz da toplum tarafından sosyal olarak inşa edilen bir şeydi.
Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıklar neredeyse her toplumda kadınların aleyhine bir eşitsizliğe, hiyerarşiye, ezen-ezilen ilişkisine dönüşüyordu. Bu adaletsiz durumu mütemadiyen yeniden üreten doğa mıydı (nature) yoksa yetiştirme şekli miydi (nurture).
Michael S. Kimmel “The Gendered Society” isimli kitabında şu temel soruyu soruyor: “Erkek ve kadınlar anatomik olarak farklı olduklarından mı farklıdırlar, yoksa onlara farklı olmaları öğretildiği için mi farklıdırlar? Biyoloji değişmez bir kader midir, yoksa insanlar değişme potansiyeline sahip esnek varlıklar mıdır?
Toplumsal cinsiyet çalışmalarında “dişi” ve “eril” kelimeleri fiziksel, biyolojik bir anlam taşırken “kadın” ve “erkek” kelimeleri kültürel bir anlamda kullanılıyor. Bu terimlerde anlam kazanan fizyolojik boyut ile biyolojik yapıdan temellendiği halde toplumsal bağlamda anlam kazanan boyut birbirlerinden oldukça farklı şeyler.
Kimmel, kitabında toplumsal cinsiyet meselesinin evrimini ayrıntılı şekilde anlatıyor. Antropologların birbirinden ilginç araştırmalarla bu konudaki tartışmalara çok önemli bilimsel katkılar yaptığını görüyoruz. Dünyanın ücra noktalarında yaşayan ilkel kabilelerde ya da baskın batı kültürünün etkisinden azade kalabilmiş başka kültürlerde kadın erkek ilişkilerinin, eşcinselliğe bakışın, cinsiyetler arasında iş bölümünün, kadınların sosyal statülerinin büyük farklılıklar arz ettiğini öğreniyoruz.
Biyolojinin ve toplumsal kabullerin cinsiyet üzerindeki etkisini inceleyen bir başka araştırmacı Judith Lorber, 1992 tarihli “Believing is Seeing: Biology as Ideology” başlıklı makalesinde spor ve teknoloji dünyalarından örneklerle biyolojik olduklarını varsaydığımız birçok kabulün aslında ideolojik tercihler olduğunu ileri sürüyor. Sporcu erkeklerin güç ve başarıları ön plana çıkartılırken sporcu kadınların güzelliklerinin, cinselliklerinin öne çıkartıldığını ileri süren Lorber, isimlendirmede bile kadınların eşit muamele görmediklerine, erkekler soy isimleriyle çağrılırken kadın sporcuların -siyah erkek atletler gibi- ilk isimleriyle çağrıldıklarına dikkat çekiyor.
Lorber’ın teknoloji konusundaki tespiti de en az spor konusundaki tespitleri kadar ilgi çekici. 1940’larda bilgisayarlar ilk icat edildiklerinde kadınların -sekreter işi gibi görülen- bilgisayar programcılığı alanında istihdam edildiklerini, ancak teknoloji ilerleyip programcılığın soyut mantık, matematik, elektrik devreleri, makine bilgisi gibi karmaşık beceriler gerektiren bir iş olduğu anlaşılınca bu işin neredeyse sadece erkeklerin yapabildiği bir iş haline dönüştüğünü söylüyor.
Suzanne J. Kessler, 1990 tarihli ve “The Medical Construction of Gender: Case Management of Intersexed Infants” başlıklı makalesinde cinsiyeti açık şekilde belli olmayan bebeklerle ilgili doktorların tutumlarını inceliyor. Önce bebeğin cinsiyetini kesin ve doğru olarak belirlemeye çalışan doktorların, bu kararı verdikten sonra bebeğin cinsel organını ameliyatla “olması gereken” hale getirdiklerini (yani tıbbi olarak cinsiyeti inşa ettiklerini) ve hormon tedavisi gibi kimyasal yöntemlerle de kararlarını desteklemeye çalıştıklarını öğreniyoruz. Çocukların cinsiyetinin bir an önce kesin olarak belli olmasını sabırsızlıkla bekleyen ebeveynin psikolojileri ile ilgili bilgiler veren Kessler, aslında doktorların biyolojik gerekçelerden çok kültürel endişelerle hareket ettiklerini ve görünüme önem verdiklerini, ameliyatları daha çok sosyo-kültürel faktörlere göre alınan karara uymak için yaptıklarını aktarıyor.
Görülüyor ki gerçekliğimiz ne tek başına maddi/fiziki/fizyolojik unsurlarla belirleniyor ne de tamamen inanç, fikir, kültür gibi unsurlar çerçevesinde “inşa ediliyor”. Alt yapı ve üst yapı bir döngü içerisinde birbirini belirliyor. Bu şartlarda araştırmacıların fiziki/fizyolojik gerçekliği de toplumsal etkileşimlerin gerçeklik üzerindeki dönüştürücü etkisini de inkâr etmeden, bunlardan herhangi birini küçümsemeden dengeli bir bakış açısı geliştirmesi gerekiyor.
______________________________
Kimmel, M. S., & Holler, J. Z. (2000). The gendered society.
Lorber, J. (1993). Believing is seeing: Biology as ideology. Gender & Society, 7(4), 568-581.
Kessler, S. J. (1990). The medical construction of gender: Case management of intersexed infants. Signs: Journal of Women in Culture and Society, 16(1), 3-26.
https://en.vikipedi.pw/wiki/Jean-Fran%C3%A7ois_Lyotard
https://en.vikipedi.pw/wiki/Metanarrative
https://www.marxists.org/reference/subject/philosophy/works/fr/lyotard.htm