Angelus Novus, Yaşadığımız Felaket ve Gerçeklikle Bağını Yitirmek

10 Haziran 2021

Walter Benjamin’in Pasajlar’ında yer alan “Tarih Kavramı Üzerine” yazısında çarpıcı ve hayli de ünlü bir fragman yer alır. Paul Kleen’in Angelus Novus isimli resmine atıf yapan Benjamin şunları dile getirmektedir: “Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”

Benjamin’in Angelus Novus üzerinden yaptığı çözümleme çok çarpıcı. Çarpıcılığı artıran bir etken de tablonun Benjamin’in yaşadığı dönemle ve onun biyografik hikâyesiyle uyumluluk göstermesinden kaynaklanıyor olmasıdır. Benjamin’in bu resmi gördükten sonra almaya karar vermesi ve uzun süre yanından ayırmaması gösteriyor ki kendisi de resim ile arasında özel bir bağ, ortaklık hissetmiştir. İki büyük savaş arası dönemin atmosferini göz önünde bulundurduğunuzda tutulduğu fırtına nedeniyle kanatlarını kapayamayan ve sırtını dönmüş olduğu geleceğe sürüklenen Tarih meleği imgesinin neden çarpıcı geldiği anlaşılacaktır. Aynı şekilde dün olduğu gibi bugün de fırtına içerisinde yol almaya çalışan bizlerin Polyannacılıkla yaşadığımız bu herc ü merci “ilerleme” olarak adlandırması çok çarpıcı duruyor.

İlk bakışta bir tür felsefi spekülasyon gibi algılanabilecek bu çözümleme, yakından bakılırsa yaşadıklarımızı anlatıyor aslında. Benjamin’in çözümlemesinde itiraz edebileceğim husus Tarih meleğinin kanatlarına dolanan fırtınanın Cennet’ten esiyor oluşu. Cennet ve fırtına ifadeleri zaten doğaları gereği gibi birbiriyle uyumsuz. Fırtına cennetten ziyade cehennemle ilişkilendirilmeye çok daha müsait bir olgu, bir kavram. Ama yine de bu çok teknik ve yüzeysel bir itiraz. Bu teknik itirazın dışında Klee’nin tablosunda yer verdiği gibi meleğin bakışlarını dikip uzaklaşmak istediği bir insanlık anlatısına çok da itirazın gelebileceğini söylemek zor. Genel anlamda bu böyle. Şüphesiz insanlığın tarihsel serencamında meleğin dikkatini çekecek, yüzünü güldürecek anlar, dönemler de yok değildir.

Genel bir tarih anlatısı üzerine çözümlemeden yararlanmak mümkün ve gerekli. Ancak burada Benjamin’in çözümlemesinin siyasal-toplumsal işleyişimize de tutabileceği aynayla ilgiliyim daha çok.

Meleğin kanatlarına dolanan şey cennetten kopup gelen bir fırtına mı gerçekten? Meleğin kanatlarına dolanan ve ağzı, gözleri, kanatları açık ve geleceğe sırtı dönük şekilde yol almasına yol açan şey; yaşadıklarımızdır, yaşadıklarımızı yaşama şeklimizdir. Hayatımız, hayatımızla kurduğumuz ilişkidir. Yaşama şeklimiz, hayatla kurduğumuz ilişkinin niteliği, tarzı, içeriği “ilerleme” görünümlü bir felaketi oluşturuyor. Burada altını özenle çizmemiz gereken bir şey var: Problem, insanlar olarak karşı koyamayacağımız, varoluşumuzdan kaynaklanan bir mecburiyet hali değil, maruz kaldığımız bir felaketten bahsetmiyoruz. Hayatla kurduğumuz ilişkinin, bu ilişki tarzının ve niteliğinin sonucu olarak karşımıza çıkan dolayısıyla bizim sorumluluğumuzda olan, bizim yapıp ettiklerimizle doğrudan ilintili olan bir durumla karşı karşıyayız. Tarih meleğinin önünde sürüklendiği fırtına bizim oluşturduğumuz, bizim neden olduğumuz bir fırtına. Kaynağı belirsiz veya bizimle ilintisi olmayan yerlerden esip hayatımızı alt üst eden sıradışı bir faktörden bahsetmiyoruz. Maruz kaldığımız bu fırtına kendi ellerimizle ektiğimiz rüzgârlardan geliyor.

Çözmediğimiz, çözmek için inisiyatif alıp irade koymadığımız, çözüm için arayışa girmediğimiz sorunlardır hayatımızı alt üst eden. İki yüzyılı aşkın süredir sorun çözme kapasitemizi geliştirmek yerine maalesef sorunları büyüten ve bağlantılı olarak sürekli yeni sorunlar üreten, bunları anlamsız krizlere, toplumsal çalkantı ve gerilimlere dönüştüren sağlıksız bir bünyeyi tahkim ediyoruz. Bırakın Osmanlı arka planını Cumhuriyet’in başında tanıladığımız tüm sorun başlıklarında neredeyse bir arpa boyu yol almamış şekilde devam ediyoruz. İki ileri bir geri şekilde çözüyormuş gibi yapıp en küçük pürüzde büsbütün problemli olan rutinin konforuna dönmeyi stratejik bir varoluş hamlesi gören bir yaklaşımla, üstelik sorunları çarpan etkisiyle büyüten bir tarzda, yol almaya çabalıyoruz. Sorunları büyütmek, kronik hale getirmek hatta yerel ve ulusal bir boyuttan çıkarıp uluslararası hale getirmek, ekonomik, sosyal ve siyasal maliyetlerini niteliğimiz ve varlığımız üzerinde ciddi tehdit oluşturacak bir konuma sokmak en azılı düşmanlarımızın bile başaramayacağı işler.

Cumhuriyet’in başında tanımlanan ve kabaca üç temel başlıkta özetleyebileceğimiz sorunlarımız ekonomi, din ve etnisite idi. Ekonomik sorunun ne ve vaziyetimizin nasıl olduğu ortada. Diğer iki başlığın da değişik şekillerde etkide bulunduğu ekonomik yapı, şüphesiz devletin de içinde olduğu birtakım kontrol dışı imtiyaz mekanizmalarını içerse de görece daha teknik bir alan olarak görülebilir. Din ve etnisitede özetlediğimiz ve Cumhuriyet’in başında da temel mücadele sorunları olarak görülen hususlar ise göndermede ve etkide bulundukları geniş alan ve bu alandaki belirleyicilikleri dikkate alındığında ülkenin temel gerilim-çatışma alanları oldukları görülecektir. Din-devlet ve devlet-toplum ilişkisinin nasıl olacağında somutlaşan gerilim-çatışma alanları toplumsal yapımızın genetik çatlaklarından besleniyor olsalar da bu alanlar özellikle modernleşme sürecimizin radikalleşen evresi olarak nitelenen Cumhuriyetle siyasetin bir tür kundaklama alanına dönüştü ve maalesef bu alanlar hala siyasetin temel kazı alanı olarak yoğun şekilde kullanılıyor. Devlet destekli mühendislik siyasetlerinin revaçta olduğu dönemlerde toplumun, dinin “Prokrustes’in Yatağı”na yatırılarak “makbul” ölçüye getirilmeye çalışıldığı uygulamalar maalesef yaşanan köklü değişimlere rağmen tarz, usul, yöntem olarak varlıkları devam ediyor. İşin üzücü tarafı ne yüksek maliyetli bu yaşanmışlık dikkate alınıyor ne de bu tarzın, usulün, yöntemin sorun çözücü olmadığı dikkate alınıyor.

Göğe doğru yükselen yıkıntı yığını içerisinden yeni, anlamlı bir yaşam kurmak şüphesiz mümkündür. Ayrıca makul ve mantıklı olan bu olduğu gibi insani, ahlaki ve yaşadığımız felaketten bizi kurtaracak olan şey de budur. Bunu yapmak yerine yerleşik düzenin temel mantığını ve kurgusunu muhafaza ederek günümüz dünyasının söylem mimarisine uygun peyzaj çalışmalarıyla felaketten kurtulabileceğimizi düşünmek izaha muhtaç bir durumdur. Bırakın felaketten kurtulmayı düşünmeyi yaşadığımız felaketi “ilerleme” olarak adlandırmak, böyle inanmak ise büsbütün gerçeklikle bağını yitirmektir. Bu yüzden Angelus Novus’u hayrete düşüren şeyin yaşanılan felaketin büyüklüğünden ziyade insanların bu felaket karşısında yapıp ettikleri olduğunu düşünmek bana daha mantıklı geliyor.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 385 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.