Devr-i Tanzimat’ta bir paşazade Devlet-i Ali Osman tarafından Fransa’ya tahsil için gönderilir. Paşazade tahsilini tamamlar ve ressam olarak döner. Ve yaşadığı konakta sanat faaliyetini icra eder. Semt sakinleri bir zaman sonra konağa hatun kişilerin gidip gelmeye başladığını görüp rahatsız olurlar. Ve mahallenin ihtiyar heyeti konağın kapısını çalar. Bir de ne görsünler. Yarı çıplak bir kadın paşazadenin karşısında sedire uzanmış. “Bre destur, bu ne hayasız haldir, utanmaz mısın?!” derler. Paşazade de: “Ne münasebet efendiler! Ben Sultanımızın tensibiyle Paris’e gidip resim tahsil ettim, ben ressamım. Bu kadın da benim modelimdir, ben onun resmini çiziyorum, sanat yapıyorum!” der. Heyet düşünür; Devlet-i Ali Osman, Sultan’ın tensibi, ressam, sanat var işin içinde, “peki” deyip konaktan ayrılırlar. Bunu gören mahallenin delikanlıları “O halde biz de sanat yapalım.” derler ve bir evde işret meclisi tertip ederler. Mahalleli bu sefer orayı basar. Bakarlar ki kadınlar dans ediyor, gençler eğleniyor; meclisi derdest edip karakolun yolunu tutarlar. Götürülürken içlerinden bir genç bağırır: “Biz bu memleketin evladı değil miyiz, bizim sanat yapmaya hakkımız yok mudur?”
Sanat, kavramsal putlarımızdan biri. Modernleşme tarihimize kadar herhangi bir çatışmanın tarafı olmayan “insanın estetik kaygıyla yapıp-etmesine” verdiğimiz isim. Sanat; ünik, biricik, benzersiz bir var ediş ya da bu var edişi taklit etmek iken, bir çeşit ilahi bir eylemken birçok kavram gibi o da modernleşe’me’me tarihimizle birlikte iktidarın araçlarından birine dönüşmüş, çatışmanın tarafı olmuş ve dokunulmazlık zırhına bürünmüş bir kavram. Sanatın ne olduğu üzerinde duracak değilim. Ehline malum, ilgilisinin yeteri kadar malumat sahibi olduğu bir kavram. Ben burada kavramın “putlaşan” kısmına dikkat çekmeye çalışacağım.
Birçok kavram gibi sanat kavramı da yerli yersiz kullanılışından, halk nezdinde meşruiyet sorunu yaşayan, kabul ve benimsenmesinde sorun olan kavram ve durumlara meşruiyet kazandırmak amacıyla kullanılan kavram. Sanat ile uğraşan insanlar sanatçı oldukları için kendilerine bir kutsiyet atfedilirken sanatçılara ya da onların ürünlerine, faaliyetlerine karşı eleştirel yaklaşanlar da sanat düşmanı, sanat karşıtı olarak konumlandırılırlar. Bu sırada sanatın ne olduğu ya da sanatçının faaliyetinin ya da ürettiği şeyin gerçekte bir sanat değeri taşıyıp taşımadığı önemli değildir. Bir grup insanın (erk-sermaye sahipleri) olup bitene “sanat” demesi kafidir. Pek tabii sanatın tek bir tanımı yoktur. Görece bir kavram olduğu için de herhangi bir şeye “güçlü”nün sanat demesi o şeyin sanat olarak kabul edilmesi için bir zemin oluşturur. Devamında o şeyi dolaşıma sokmak, üzerine çokça konuşmak, tanınıp bilinmesini sağlamak; kalabalık tarafından da o şeyin sanat olarak kabul edilmesine, üreticilerinin de sanatçı olarak kabul edilmesine yol açar.
Kovboy filmlerinin, Vietnam temalı filmlerin Amerika’nın sömürgecilik tarihini sanat vasıtasıyla tüm dünyaya “insanlık adına mücadele” şeklinde nasıl propaganda ettiği herkesin malumudur. Dolayısıyla bir şeyin sanat olup olmaması kadar “gücün-sermayenin” sanatı bir vasıta olarak kullanması da önemlidir. Sanatçı ve sanat, temelde sanatın değerleriyle çatışmasa bile “güç ve sermaye” ile ilişki kurduğu andan itibaren bir çeşit yönetim-sömürü aracına dönüşür. Eğer siz kalabalığın zihninde sanat ve sanatçı diye bir put yarattıysanız artık güç-sermaye tarafından kalabalığın sevk ve idaresi sanıldığından daha da kolaydır.
Geldiğimiz noktada tüm dünyada insanlığın algı ve zihin dünyasının inşasında sanat ve sanatçı kavramlarının çok büyük bir rol oynadığı yadsınamaz. Çizgi filmlerden reklamlara, sinema filmlerinden politik nutuklara, tekstilden inşaata kadar tüm alanlarda sanat ve sanatçının dahli vardır. Tabii bu, genelde olumlu biçimde görünmez. Çünkü kapitalizm her değer ve kutsalda olduğu gibi bu kavramı da kendisi için bir çıkar aracına dönüştürmüş durumdadır.
Üzerinde düşünülmeden, felsefesi oluşturulmadan, ölçüleri belirlenmeden sadece kavramı yaygın biçimde kutsayarak kullandığınızda sanat kavramı bir puta dönüşür ve kalabalık sanat diye kendisine sunulan şeyi “iyi bir şey” olduğundan hareketle kabul eder.
İkinci sınıf bir pavyonda müşterileri eğlendiren şarkıcı da tüketim-sermaye aracı olarak popüler biçimde kullanılan şarkıcı da bir keman virtüözü de gündelik dilde sanatçı olarak adlandırılır. Picasso da yağlıboya ile alelade tabiat manzaraları yapıp satan ressam da “sanatçı” unvanını kullanır, yapıp ettiklerine “sanat” denir.
Önce sanat kavramını tanrısal bir edim biçiminde konumlandırır sonra da sanatçı kavramını ona nispetle ulaşılamaz derecede yüksek bir makama oturtursanız ve bunu halkın zihnine “ilerlemenin, gelişmenin, aydınlanmanın, medeniyetin en önemli unsuru” olarak yerleştirirseniz “kutsal-dokunulmaz” bir kavram oluşturmuş olursunuz. Eğer bu kavramı önce sermayeye ve erke karşı koruyacak bir iklim var etmezseniz; sermaye ve erk, sanat- sanatçı kavramını hızlı bir biçimde kendi çıkarları için kullanacaktır ve de kullanmıştır. Amerikan sinemasından Sovyet dönemi Rus edebiyatına kadar konuya dair birçok örnek verebiliriz. Sermaye ve erke karşı sanat ve sanatçı kavramlarını korumak mümkün olmadığı gibi bu güç merkezleri ile bilim ve din gibi kavramların ilişkisi de maalesef olması gerektiği şekilde yürümemektedir. Bilim de din de sermaye ve erk tarafından daima kendi çıkarları için kullanılmıştır. Bu araçsallaşmadan en çok nasibini alan kavramlardan biri de maalesef sanat ve sanatçı kavramıdır.
Sanatın ve sanatçının gerçekte ne olduğu ve nasıl olması gerektiğinden bağımsız olarak kavramların formel-informel eğitim süreçlerinden eğlence dünyasına, politik jargondan popüler kültüre kadar dilin var olduğu her alanda ölçüsüz biçimde kullanılması tesadüfi değildir. Burada amaç kavramın tanımının ve çağrışımlarının gücünü kullanarak bir inancı, bir davranışı, bir yaşam biçimini ya da bir tüketim sürecini kalabalığa dayatmak, bu propagandayı sorgulanamaz kılmak, “mademki bu bir sanat ve de bu bir sanatçı o halde bize saygı duymak düşer” bilincini kalabalıkta oluşturmaktır. Siyasi partilerin toplantılarına popüler “sanatçıları” çağırması, popüler şarkıcıların şarkılarının seçimlerde partilerce kullanılması, bir ürünün reklamında popüler bir artistin ya da şarkıcının kullanılması sanat ve sanatçının “estetik” kaygılarla değil politik ya da ticari kaygılarla bir araç olarak kullanılmasından başka bir şey değildir.
Erk ve sermaye herhangi bir kavramı tanrı postuna oturtmak herhangi bir kavramı da şeytanlaştırmak gücüne, imkanına ve araçlarına sahiptir. Dolayısıyla kullandığımız kavramların “kavramsal bir puta” dönüştürülüp dönüştürülmediği, bir sermaye, erk ya da ideolojik grubun amaçlarına hizmet etmek üzere donatılıp donatılmadığı, hakikatle kurulacak bağ açısından son derece önemlidir.
Sanat-sanatçı kavramlarının putlaşırken üç biçimde kullanıldığını görürüz:
* Belli bir ideolojik perspektifle şekillendirilmiş yaşam biçiminin propagandasını yapmak, insanlara belli bir zihniyeti aşılamak, bu zihniyete karşı direnç gösterenleri “sanata karşı, sanat düşmanı, ilerlemeye karşı” olarak etiketlemek. Sanatın ve sanatçının “ideolojik” yönü yokmuş gibi kabul edilir, sanat ve sanatçı denilenin “mutlak olarak sanatın kendisi ve gerçek sanatçı” olarak sunulması söz konusudur. Herhangi bir çekince, herhangi bir karşı çıkış ve eleştiri en sert en aşağılayıcı biçimde ötekileştirilip sahnenin dışına itilir. Modernleşe’me’me tarihimizde bunun çokça örneğine rastlamak mümkündür.
* Sermaye daima erkle uyum içinde olmaya özen göstermiştir. Erkin ideolojik perspektifi ile “sanat” üretmeyi vazife edinmiş “sanatçı” aynı zamanda sermayenin semirmesine uygun tüketici tipi üretmekten geri durmaz. Özellikle renkli ekranda ve sahnede sergilen birçok şey sanat değeri taşısın, taşımasın sanat başlığı altında ele alınır; bunları üreten şarkıcı, yapımcı, senarist, artist, aktiris hülasa meşhur kişilerin tamamı sanatçı başlığı altında ele alınır. Kalabalık evvelce kutsiyet kazanmış “sanat-sanatçı” kavramları ile karşısına çıkan ne varsa onlara saygı göstermeyi bir alışkanlık haline getirir.
* Evvelce kutsiyet kazanmış bu kavramlar erk ya da sermaye dışında da artık dillere pelesenk olmuştur. Bir atesitin “inşallah, vallaha” demesi gibi bilinçsiz biçimde kullanılır. Artık kavram anlam ve derinliğinden kopmuş hem putlaşmış hem de alelade bir kavrama dönüşmüştür. Kavramın üçüncü biçimde kullanılıyor olması aslında erk ve sermaye bağlamında kullanımlarının neticesinde oluşmuştur.
Hülasa sanat ve sanatçı; din, bilim kavramlarıyla birlikte insanın Allah’a en yakın olduğu noktadır. Ancak sermaye ve erk her şeyi kendi çıkarlarına ulaşmak için bir vasıta olarak kullanırken sanat ve sanatçıyı da es geçmemiştir.
“Sanat mimesis midir, sanatçı yaratıcıyı mı taklit eder, hakikate ulaşmanın bir yolu da sanat mıdır, yaptığı Musa heykelinin karşısına geçip “konuş benimle”, “ayağa kalk ve yürü ey Musa” dediği rivayet edilen Michelangelo neyin ıstırabını yaşamaktadır?” soruları etrafında sanat ve sanatçıya dair çok şey söylenegelmiştir. Ancak bu kavramların örgütlü bir dil ile sermaye ve erkin aracına dönüştürülmesi sanata dair derin felsefi tartışmaları, gerçek sanat ve gerçek sanatçının önemini perdeleyecek kadar büyük bir soruna neden olmuştur.
Hedeflerine en hızlı biçimde ulaşma güç, imkan ve araçlarına sahip olan sermaye ve erk kalabalık tarafından değerli-önemli kabul edilen hemen her kavramı kendi çıkarları için araçsallaştırmaktadır. Zihinlerdeki kavramsal putlardan arınmadan hakikatle sağlıklı bir ilişki kurmak zordur. Bu kavramlarla düşünüp ifade ederek hakikatle bağ kurmaya çalışırken farkında olmadan başka bir amaca hizmet ediliyor olunabilir.
Mahallenin gençleri haksız mı, onlar bu memleketin evladı değil mi, onların sanat yapmaya hakkı yok mu?
Yeni yorum ekle