¨Ateş Denizi¨nin Kıyısında

23 Mayıs 2020
Image

Kitabın Kendisi

Beşir AYVAZOĞLU’nun 2013 yılında Kapı Yayınevinden neşredilen 512 sayfalık Ateş Denizi isimli romanı ile geç tanışmanın burukluğunu, kitabı bitirdikten sonra yaşadım. Osmanlı İstanbul’unun, Cumhuriyet İstanbul’una geçişini konu alan pek çok roman ve deneme var. Her biri de bir dram mesabesindedir. Ancak içlerinde musikî tahavvülün serencamını serdeden eserler nâdirdir. Sanırım Ateş Denizi bu tür denemelerin en vasıflısıdır.

1930’lu yılların fırtınalı değişimini yaşayan Gâlip TAHİROĞLU isimli bir tarih muallimine ait, kadife bir torba içinde saklanmış hatıra dokümanlarının, meçhul (sonradan hüviyeti belli olacak olan) bir zat tarafından Sayın AYVAZOĞLU’nun çalışma masasına bırakılmasıyla, kitabın serüveni başlar. Bir servet mesabesinde olan bu hatıratı, AYVAZOĞLU, bir kuyumcu titizliğiyle çevresini tetkik eder, Gâlip TAHİROĞLU’nun kim olduğunu sorup soruşturur ve nihayetinde hatırları Osmanlı harflerinden Latin harflerine (sadeleştirerek) geçirir ve en önemlisi, hatıralarda geçen vakıaları, gazete ve dergi yazılarını, şahıs isimlerini tek tek bulup 200’e yakın not ve açıklama ile kitabın sonuna ilave eder. Ve kitabın üst kapağının sol alt köşesine de ¨Bir ses ve ateş romanı...¨ yazar. İşte kitabı esrarengiz ve efsunkâr yapan da bu tarafı olacaktır. Çünkü bu eser 1930’lu yıllarda siyasetten bitaraf, yaşanan kültürel ve sosyal tebeddüle ışık tutan halisane bir üslupla kaleme alınmış bir hatırat kitabıdır. Kitap bittiğinde 1930’lu yıllarda Cumhuriyet rejimine karşı olmayan ancak sade ve münevver bir kişinin nazarında kültürel inkılabı okumak mümkün olacaktır. Ayrıca kitap bir matruşka misali birkaç konuyu iç içe ihtiva etmektedir. İki aşkı, bir kaç yangın vakıasını ve bir vefasızlık hikayesini bu kitapta bulmak mümkündür.

Aşka Dair...

Aşk insanı ya şâir ya mecnun yapar derler. Gâlip Beyin kaleme sarılıp hatırat yazmasının birkaç sebebi vardır. İlki, Gâlip Beyin de mensubu olduğu Darülfünün’ün kapatılması ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulması neticesinde Gâlip Bey de dâhil birçok üniversite hocasının işine son verilmesidir. İkincisi de bundan mütevellit çok sevdiği nişanlısı Devran’ın, babasının baskısı ile nişandan cayması olmuştur. Gâlip’le Devran’ın birbirlerine olan sevgiler âşık ile ma’şuk mertebesindedir. Âteş gibi bir nehr akıyordu ruhumla o ruhun arasında diyecek mertebeye çıkmıştı bu hararetli aşk. Ancak bir idarî kararın ne kadar elim ve dramatik sosyo-kültürel sonuçlar doğurduğunu bu kitapta bulmak mümkündür.

Image

İkinci aşk ise musikî menşelidir. Malum 1930’lu yıllarda Tanburî Cemil Bey öleli takriben yirmi yıl olmuş; Osmanlı tarih sahnesinden silinmiş ve yerine Cumhuriyet kurulmuştur. Ancak Tamburi Cemil’in şöhreti hâlâ devam ediyor ve taş plakları bahusus İstanbul münevverleri nezdinde elden ele dolaşıyor. Eski köşk ve yalılarda yaşayan paşa hanım ve kızları da Cemil Beyin taksimlerini dinleyecek seviyede entelektüel. Gâlip Bey de bir Tamburî Cemil Bey muhibbi. Bütün taş plaklarını edinmiş ve icra ettiği eserleri yakinen biliyor; hele bir de üstadın kendi bestesi olan Şedaraban Saz Semaisinin düpedüz meftunudur. Bu arada Tanburi Cemli Beyin taş plaka kaydettiği bu Şedaraban Saz Semaisi başlı başına bir musiki şaheseri ve tuhfesidir. Ne bu kadar muhteşem bir saz semaimiz vardır ne de bu kadar mükemmel icracımız. Günümüzde bütün tamburîler bu eseri bihakkın icra edebilirlerse hocalarından icazet alabilirler. Neyse, Gâlip Beyi her efkâr bastığında üstüne her hüzün çöktüğünde ilaç yerine adeta onu dinlermiş. Tamburî Cemil hayattayken, Leyla Hikmet adında bir tambur öğrencisi olmuş ve bu hanımefendi Cemil Beyin icrası kadar kendisine de âşık olmuş, ancak Cemil Bey evli ve bu gibi gönül ilişkilerinde pek heveskâr değildir. Zaten Tamburî Cemil de bu gibi taraklarda pek bezi olmayan birisi olmakla beraber, onun tek aşkı tamburu ve adına andelip[1] verdiği kemençesidir.  Onun için hayat sadece musikiden ibarettir. Dolayısıyla bu platonik aşk da Leyla Hanımı hem yıpratır hem de bir hatıra defterine dökülür. Bu hatıra defteri ile Leyla Hanımın tamburu, kaderin bir cilvesiyle Gâlip Bey tarafından bir eskiciden alınır.  

Musikiye Dair

Kitabın esas tarih olacak, belki de Türk musikişinaslarını en çok alakadar eden yanı Gâlip Beyle (Tamburi Cemil’in oğlu) Mesut Cemil arasında geçen muhaveredir. Türk musikisi meraklıları Mesut Cemil’in Türk musikisine olan hizmetlerini bilir. 1932’de Kahire’de düzenlenen bir müzik kongresine Rauf Yekta ile katılma, 1937’de İstanbul Radyosunda Müdürlük, 1938’de ilk Türk musikisi korosunu kurma, 1950’de umum Türkiye Radyolarına müdürlük, 1950’de Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde şark musikisini öğretme, Muzaffer Sarısözen’e Türk halk musikisinin derlenmesinde destek olma, Necdet Yaşar ve Alaeddin Yavaşça gibi sanatçıları yetiştirme, bu hizmetlerin en önemlileridir.

Ancak, dikkat edilirse, yukarıdaki icraatların çoğu idarî işlerdir. Mesut Cemil’in fazla bestesi yoktur. Ayrıca Tambur derslerini de babasından değil, babasının gözde öğrencilerinden Kadı Fuad Bey ve Refik Fersan’dan hasbelkader öğrenmesi mânidardır. Galip Bey’in 31 numaralı hatıra defterinde kaydettiğine göre, Mesut Cemil babasını alaturkacı[2], alkolik, melankolik, asabi mizaçlı, huzursuz bir adam olarak vasıflandırırken Peyami Safa’nın da ona şöyle bir çıkışından bahseder: ¨Mesud babana haksızlık ediyorsun... Cemil Bey tek başına alaturkanın seyrini ve istikametini değiştirdi! Bu bir ihtilâldir! Bazen büyük ihtilaller hiç gürültü çıkarmadan da yapılabilir!¨. Aslında Gâlip Beyin esas amacı Tamburi Cemil Beyin hayatını kitaplaştırmaktı; oğlu Mesud Cemil’den meded umarken Mesut Cemil’in kenar ve biheves durması, onu sukutu hayale uğratmıştı. Mesud Cemil, Tamburi Cemil’in oğluydu ama İstanbul’un şark yakasından olamadığı gibi, garp yakasını tercih etmişti. Diğer taraftan Mesut Cemil 1902 doğumludur. Babası 1916 yılında vefat etti. Ama Tamburi Cemil Beyin Hayatı isimli buz gibi ve ruhsuz kitabı 1947 yılında basıldı. Bu başlık bile ne babasını ne de babasının sanatını içselleştirdiğini gösteriyor. Meselâ, Babam Tamburi Cemil deseydi ne güzel olurdu? Kim bilir, belki de Gâlip Tahiroğlu’nun tahriki ile Mesut Cemil, babasını yazmak zorunda bırakılmıştır.  

İşin Aslı...

Aslında Mesud Cemil, baba mirası ile devlet dayatması arasında, yani arafta kalmış bir aydınımızdır. Mesut Cemil elbette babasının deha derecesinde bir sanatçı olduğunun ve onun sayesinde Türk entelektüeli nezdinde tanındığının farkındadır. Ama diğer taraftan da hayatı kazanma kaygısı ve devlet kademesinde yükselme hırsı onu arafta kalmaya zorlamıştır.[3] Doğrusu bu bile Tamburi Cemil Beyin oğluna yakışmıyor. Çünkü Tamburi Cemil belki iyi bir baba olamamıştı ama Sultan Abdülhamit dahil, kimseye el açmamış ve dalkavukluk etmemiş, dünyası sanatından ibaret bir Türk musikisi meftunu idi. İyi ki 1930’lu yıllarda müzik inkılâbını görmeden dünyasını değiştirmiş.

Gâlip Tahiroğlu, bu kültürel istihalenin mağdurlarından biriydi. Ancak asıl bu yönüyle tebarüz etmiyor. Aslında kültürel çalkantıların yaşandığı bir devrin karanlık sokaklarını hatıralarıyla bize aydınlatan ve günümüze kadar gelmesini sağlayan bir İstanbul beyefendisiydi. Bu hatırat şahsen bana bazı istintaçları bahşetti. Şöyle ki, millileşmiş bir kültürün herhangi bir unsuru zorla ve kısa bir sürede değiştirilmek istenirse:

 

1.      Mağdurlar ordusu doğar,

2.      Dalkavuklar çoğalır,

3.      Sonu gelmez bir tartışmaya sebep olur,

4.      Siyaset malzemesi haline gelir,

5.      Toplumu oluşturan fertlerde ikilemli şahsiyetler peydahlanır.

 

Musiki her insanın hayatında izler bırakır. Çünkü musiki hatıraların birikiminden ibarettir. Yöremizin bir türküsünü veya bir şarkıyı neden diğerlerinden daha çok severiz? Çünkü mutlaka o türkü veya o şarkıyla ilgili bir hatıramız vardır. Türk beşlilerin eserlerini inceleyen; önemli bir kısmı halk musikimizden devşirmelerdir. Zorla ne hatıra yaratılır ne de teraküm edebilir. Kaldı ki musiki gibi asude ve müşterek bir sanat dalı niye siyasete malzeme olsun? Doğumuzda ve batımızda sıralanmış, kalkınmış veya kalkınmamış ülkelerin hiç birisinde musiki bizimki kadar siyasete malzeme olmamıştır.

Musiki bir sanat dalıdır. Sanat da güzellik demektir. ¨Zorla güzellik olmaz¨.

21. Asrın okuyucuları olarak Sayın Beşir AYVAZOĞLU’na medyun şükranız. Allah bilir daha nice Gâlipler, hatırlarını yazmadan ukbaya irtihâl etmişlerdir. 

 

 

 


[1] Güzel öten, Arapça bir kuşun adıdır.

[2] O tarihlerde alaturka kelimesi, klasik Türk musikisini aşağılamak ve küçümsemek amacıyla kullanılırdı.

[3] Mesut Cemil’in Mason olduğu da söylenir. https://www.mason.org.tr/tuerkiye-de-uenlue-masonlar

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 417 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.