Hikayeyi biliyorsunuz. Umudumuzu buna bağladık. Günün birinde mehdi çıkabilecek hepimizi tüm dertlerimizden halas edecek. Bize düşen sabır ve inançla onu beklemektir. Zaten bütün alametler de oldu zahir. Eli kulağında. Alimlerimiz, zaman ahir zaman diye boşuna demiyor. Sabırsız planlarımız daha neyi bekliyor, çıkıp gelse ya dediği de oluyor. İnancımıza göre Mehdi gelecek. Zaman zaman ben mehdiyim diye ortaya çıkanlara "İnşallah odur" diyoruz. Kimimiz çaresizlikten, kimimiz tembellikten kurtarıcı bekleme modundayız. İlk bakışta haksız da sayılmayız hani; özellikle islam ülkelerinde yaşanan trajediler, zulümler, adaletsizlikler vs. gücümüzü ve takatimizi aşınca tek sığınak Allaha ve göndereceği kimi giyinik, kimi çıplak "uyarıcı"ya kalıyor. Yakından baktığımızda ise, görevini ve sorumluluğunu yerine getir/e/meyen biz pespayelerin, vicdanen rahatlama enstrümanı olarak görünüyor.
O gelinceye kadar, ya da geldiyse "aha da ben geldim" deyip varlığını izhar ve tescil edinceye kadar, bireysel ya da toplu olarak, mazlum kardeşlerimiz için dua, düşmanlarımız için beddua etmeye devam edeceğiz. Allahım sen kahhar isminle kahret diye başlayan, bizimkileri muhafaza et diye biten nakaratlar. Bundan sonrası görevini hakkıyla yapmış bir mümin sıfatıyla günlük hayatın hayhuyuna karışmak, dünyevi endişelerimizin ve beklentilerimizin peşisıra gitmektir. Bu arada yüzbinlerce mümin telef oldu. Yazık oldu. Kimimiz yasını tuttuk, kimimiz yazısını yazdık, kimimiz mevlüdünü okuduk, kimimiz gıyabi cenaze namazını kıldık. Anlayacağınız boş durmadık.
Bizimkilerin başına gelen onca derdin, çektikleri cefanın, uğradıkları onca zulmün nedeni ise ya Amerika’dır ya Avrupa. İkisi de sömürgeci, ikisi de acımasız, ikisi de Türk’e ve müslümana düşman. Mehdinin geliş tarihi kesin olmayınca ikinci umudumuz Avrupa ve Amerika’nın yıkılmasıdır. Ben beni bildim bileli Avrupa’nın tefessüh etmiş toplumunun çok sürmeden yıkılacağını duyar dururum. Aile yapısı çökmüş, ahlaken iflas etmiş bu toplum nasıl yaşayabilirdi ki. Bu de buna beddularımızı eklersek, yıkılması an meselesiydi. Özellikle "moskof" zalimin, yani Rusya’nın dağılmasından sonra ümitler iyice yeşerdi; beddualarımız işe yaramış, tespitlerimiz doğru çıkmıştı. Bu halisane temennilerimiz Avrupa’yı da hak ile yeksan edecek/ti/r. Rusya’nın tekrar toparlanması biraz can sıkıcı bir durum oldu, ama ülkemiz için maddi anlamda (maneviyatın sırası değildi) fırsatlar yarattığı için, moskof imajı silindi, yerini döviz getiren sempatik komşuya bıraktı. Oysa Rusya’nın yeniden toparlanması için hiç dua etmemiştik. Bir şekilde o cephe tamamdı. Fakat Avrupa, ne dağıldı ne çöktü. Hala "Avrupa hızla yaşlanıyor. Artık sömürgecilik de bitti. Kaynakları tükendi. Zevalleri yakındır" umudumuzu koruyoruz. Avrupa'yı hayatında görmemiş, görse de anlamamış, kulaktan dolma bilgilerle ahkâm kesenlerin bu "kesin yıkılacak" öngörüleri tıpkı Mehdi mevzuunda olduğu gibi "o gün muhakkak gelecek" temennileriyle birleşince, geriye yapılacak tek şey kalıyor: bedduanın şiddetini artırmak, çeşitlendirmek ve sıklaştırmak...
Bir basit soru soralım: Biz mi Avrupa’ya düşmanız, Avrupa mı bize düşman? Yoksa ikisi de birbirine düşman da gerçeği halktan saklıyor muyuz? Ortalama Türk vatandaşının kanaati, düşüncesi Akif'in "bilimini, teknolojisini alalım, ahlâkından uzak duralım"dan ibarettir. Herkesin böyle düşündüğünü söylemek tabii ki yanlış olur. Ancak kendi ülkesinde işsiz güçsüz, beş parasızken "Almanya'ya" gidip "adam gibi bir hayat standardı" yakalayanlar için Avrupa, düşlerin gerçeğe dönüştüğü bir dünyadır. Coğrafya, kentlerdeki nizam intizam, devletin sağladığı sosyal, siyasal, haklar vs. gidenlerin beklentilerini aşan imkânlardır. Öyle ki biz gidemeyenler, gidenler için ağıt yakıp "acı vatan Almanya" dramları yazarken, bir süre sonra bir zenginlik ve itibar göstergesi olarak "Almancı" ifadesi kullanmaya başladık. Onlar da Avrupa’yı tanımlamak için tek cümle kullanıyorlardı. "Her şeyleri iyi hoş ama ahlâkları bozuk".
Aynı çizgide düşünen okur yazarlarımızın Avrupa’ya ilişkin bilgi görgü ve âşinalikları bundan öteye geçmedi. Doğurmuyorlar, sapık cinsel tercihleri var, aile mefhumu yok... Buradan yola çıkarak "bütün Avrupalıların eşcinsel olduğu, aile hayatı diye bir şeyin olmadığı, dolayısıyla yıkılmasının kaçınılmaz olduğu sonucunu çıkardık. Bu hayal sadece sokaktaki vatandaşa değil koca koca adamlarımıza pek makûl geldi.
İş burada kalsa, bir nebze anlaşılabilir ama kalmıyor. Bu yıkıldı yıkılacak Birliğe katılmak, onun parçası olmak için ne rüyalar gördük! “Bu sefer tamam” diyen politikacılar davulla zurnayla karşılandı. Ne zaman azıcık yüzümüze gülseler hemen Avrupa değerlerinden, gelişmişlikten, medeniyetten bahsetmeye başlıyoruz. "Ahlaksız Avrupa" ifadesinin yerini "Uygar Dünya, Gelişmiş Ülkeler" almaya başlıyor. Bu yıkılası Avrupa, ülkemizin Birliğe kabulüyle çok daha güçlü olacaktır. Kurumlarımızı, kanunlarımızı birlik standartlarına uydurma taahhüdüne de "ev ödevi" gibi daha mâsum ifadeler bulduk. Yüze yüze kuyruğa geldiğimiz bu mecnunvâri yürüyüş, Birlikten bir ülkenin can sıkıcı açıklamasıyla, birden tersine dönüyor, öfke patlaması yaşıyoruz. Malları boykot, galiz küfürler, beddualar...
İşin komik yanı bu tür şiddetli tepki ve öfkelerin Avrupalı için kayda değer bir yönünün olmaması. Avrupalı herhangi bir politikacının gönül alıcı bir kaç söz söylemesi, bizim tarafımızdan "Biraz sert konuşunca, Avrupa geri adım attı, tırstılar, özür dilediler" Şeklinde algılanmakta, milli gururumuz fabrika ayarlarına dönmektedir.
"Avrupalı yapıyor kardeşim"den, hamasetin dibini bularak "Biz Avrupa’ya değil, Avrupa bize yalvaracak" arasında sarkaç gibiyiz. Bir kalemde Avrupa’da yaşayan ve çoğu hayatından memnun milyonlarca vatandaşımızı, Avrupa’nın felsefe, edebiyat, sanat, eğitim, teknolojik, bilimsel, yönetsel birikimini yok hükmünde sayıp, kendimizi Allahın dünyaya lütfu olarak görmeye başlıyoruz. Avrupa’da bir vatandaşımıza bir şey olsa, gerçek nedenini bilmeden hep bir ağızdan, işte Avrupa’nın gerçek yüzü diye vaveylayı koparıyoruz.
Ne zaman bir iç kavga yaşasak sebebi Avrupa’dır. Alevi-sünni, sağ-sol, Türk-kürt, laik-antilaik çatışmalarını hep onlar planlıyor. Ortadoğu'daki bütün kavgaları da onlar körüklüyor. Neredeyse eğitim sistemimizin hali perişanını, rantçılığı, kolay yoldan zenginliği, ehliyetsizligi, liyakatsizliği, yollarımızın kan gölüne dönmesini, üniversitelerimizin bilim üretmemesini vs. hep bu Avrupalılar yapıyor (ayıp olmasa Kerbelayı da onlar yaptı diyeceğiz). Onların hiç mi payı yok. Elbette var. Sana bana düşense buna engel olmak. Bünyeyi güçlendirmek. Paspas olursan basıp geçerler unutma.
Uzun hikâye. Sonuç olarak şunu söylemek yanlış olmaz. Her konuda işbirliği yaptığımız, daha fazlasını yapmak için çırpındığımız ülkelerle ilişkilerimizin bu çizgide devam ediyor olması can sıkıcıdır. Her iyiliği kendimizden, her kötülüğü Avrupa’dan bilmek ne rasyoneldir ne de ahlakîdir. Avrupa’nın beklediğimiz gibi kısa sürede yıkılacağı falan yok. Mehdiyi beklemek de bir çare gibi görünmüyor. Biz olmaya bakalım, olup bitenlere değil.