Barbie Filmi Bize Ne Anlatmak İstiyor?

29 Ocak 2024

Almanların ünlü yönetmeni Wim Wenders bir röportajında, “Amerikalılar bizim bilinçaltımızı sömürgeleştirdi.” diye yakınırken ABD’nin en büyük ihraç kaleminin kültür endüstrisi olduğu bilinciyle konuşuyordu. Zira ABD için Hollywood, dünyanın geri kalan halklarıyla halkla ilişkiler bürosu olarak ilişki kuran bir endüstridir. Hem ticaretini yapar parasını kazanır hem de kültür transferi gerçekleştirir. Hollywood Amerikan değerlerini ve yaşam tarzını dünyaya kitleleri eğlendirerek servis eden bir seri üretim mekanizmasıdır. Beyaz Saray'ın kültür elçileri olan filmler vasıtasıyla tüm dünyadaki kitle kültürünü de bu endüstri kurgular. O yüzden herhangi bir Hollywood filmine bilhassa popüler bir gişe filmi ise "herhangi bir film" muamelesi yapmamanız gerekir.

Image

O halde Barbie filmi bize ne anlatmak istiyor?

Filmi en başta, Mattel firmasının devasa bir reklam kampanyası olarak görmek gerekiyor. Bir buçuk milyar dolar gişe yapan inanılmaz kârlı bir reklam projesi.

Yanı sıra her ne kadar feministler, “sorunlu bir ideal kadın imajı” çizdiği için Barbie oyuncağını pek hoş görmeseler de dozunda bir feminizm propagandası ve ataerkillik eleştirisi izliyoruz?

Film aynı zamanda, "Filmler yoluyla egemen kültürü tahkim edebildiğiniz gibi yerin yedi kat dibine de gömebilirsiniz." derken kastettiğim içeriği de bünyesinde taşıyor.

Popüler filmler ille de egemen ideolojileri meşrulaştırmazlar. Bazen egemen ideolojiyi ve yaşam tarzını meşrulaştırırken farkında olarak veya olmadan sistem eleştirisi de yapabilirler.

Peki Barbie filminde böyle bir sistem eleştirisi var mı ve bu film ne gibi düşünceleri kışkırtıyor ve yazma isteği uyandırıyor bir bakalım.

Barbie filmi, Stanley Kubrick'in kült filmi 2001: A Space Odyssey'in giriş sahnesine gönderme yaparak açılıyor. Eleştirmenlerin kimisinin saygısızlık kimisinin ise dâhiyane bir saygı duruşu şeklinde nitelediği bu sahnenin, filmin üzerinde durulması gereken mesajına uygun olduğunu ve filmi güçlendiren bir etki yaptığını söylemeliyim.

Image

2001: A Space Odyssey'in açılış sekansı, projeksiyonu evrimci bir perspektiften baktığı insanoğlunun dört milyon yıl önceki haline çevirir. Bir grup primat kurak bir bölgede, cılız bir su birikintisinin çevresinde vahşi hayvanlara ve kıtlığa karşı hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Bir şafak vakti uyandıklarında yanıbaşlarında, şaşkınlık ve korkuyla karşılayacakları gizemli bir dikilitaşın peydahlandığını görürler. 

O andan itibaren akıllanmaya başlayan primatlar, sert ve kalın bir kemik parçasıyla diğer tüm kemiklerin paramparça edilebildiğini keşfederler. Böylece kendilerini korumak için kemik kalıntılarını silah olarak kullanmayı öğrenirler ve su birikintisini ele geçirmek isteyen diğer topluluğu kemiklerle öldüresiye döverek devre dışı bırakırlar. 

Bilinçlenen, güç sahibi olan ve kan dökerek özgüven kazanan kabile reisi, insanoğlunun kullandığı ilk alet olan kemik parçasını gökyüzüne doğru fırlatır ve havadaki kemik parçası uzay aracına dönüşerek dört milyon yıl sonrasına geçiş yapılır.

Barbie filmi bu açılış sekansını Helen Mirren'in anlatımıyla birlikte kullanır. 4-5 kız çocuğu, aynı 2001: A Space Odyssey'in dört milyon yıl önceki evreninde, çorak bir arazide ilkel oyuncak bebekleriyle evcilik-annecilik oynamaktadır. Bir sabah uyandıklarında devasa büyüklükte bir Barbie'nin güneşi gölgelediğini görürler. Çizgili mayosu, uzun bacakları, incecik beli, bakımlı fiziğiyle kendilerine gülerek göz kırpan yetişkin Barbie, kız çocuklarının oyuncak bebeklere olan bakış açısını tamamen değiştirecektir. Artık mama ile besledikleri, ayaklarında sallayarak uyuttukları bebeklerin yerini çeşitli mesleklere bürünebilen, istediği her şey olabilen, çekici ve güzel bir manken almıştır. Çocukların zihnindeki toplumsal cinsiyet yaklaşımı da ideal güzellik normu ve beden imajı da kalıcı biçimde değişmiştir.

Image

Bu değişimin neticesinde çocuklardan biri eski oyuncak bebeklerini öfkeyle kıracak, onu takip eden diğerleri de ev hanımı ve anne rollerini simgeleyen tüm oyuncaklarını parçalayacaktır. Ve biri elindeki oyuncak bebeği Barbie'nin hınzırca gülüşü eşliğinde havaya fırlatacak, havadaki bebek ikonik Barbie logosuna dönüşecek ve Barbieland evrenine geçiş yapılacaktır.

Evcilik oynayan çocukların dünyasına uzaydan gelmiş bir monolit gibi dâhil olan Barbie'nin basmakalıp Barbie rolünde tüm ilgilerin odağı olduğu Barbieland, kadınların hâkim, erkeklerin ise etkisiz eleman olduğu pespembe bir yeryüzü cenneti şeklinde kurgulanmıştır.

Herkesin birbirini mütemadiyen aptalca selamladığı ütopik dünyada tüm insanlar her an mutlu, gülümseme halinde ve birbiriyle uyum içindedir. Her şey eğlencelidir ve hayat büyük bir partiden ibarettir.

Mükemmel görünüme sahip kadınların her birinin farklı meslek dallarında çalıştığı ve herkesin Ken ya da Barbie olduğu bu plastik evrende Kenler Barbielerin sevgi nesnesi şeklinde konumlanmıştır. Ken'in günü, Barbie kendisine gülümserse veya Barbie'nin ilgisini çekebilirse güzel olmaktadır.

Kadınların yönettiği bu tüketim ve lüks toplumunda harika bir günü diğer bir harika gün takip etmekte ve bu diyarda kimse asla yaşlanmamakta, sonsuza kadar genç ve güzel kalmaktadır. Hayatın amacının mükemmellik olduğuna inanan Barbieler her gün hayatlarının en güzel gününü yaşamakta; ölümü, kaygıyı akıllarına bile getirmemektedir. Ta ki klişe Barbie ölüm düşüncesine ve yaşlanma kaygılarına kapılıp vücudunda bozulmalar yaşayana dek.

Daha önce benzer bir sorun yaşayan Tuhaf Barbie'ye göre, bu kaygıları asıl yaşayan kişi gerçek dünyada Barbie ile oynayan çocuktur ve Barbie gerçek insanların yaşadığı dünyaya gidip varoluşsal sorunlar yaşayan o çocuğu bulmalı ve onun olumsuz duygu durumunu düzelterek sorunu çözmelidir.

Image

Psikolojik ve fiziksel sorunlar yaşayarak mükemmelliğini yitirmeye başlayan Barbie, Ken ile birlikte gerçek dünyaya gider. Fakat muhayyilesindeki dünya ile karşılaştığı dünya arasında şok edici farklar vardır. 

Barbieland'da kurdukları hayal dünyasının gerçek dünyayı iyi bir yere dönüştürdüğünü, oradaki çocukları mutlu ettiğini düşünürken farklı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır. Mesela Barbie aradığı çocuğu bulduğunda, çocuğun Barbie’yi karşısında görünce çok mutlu olacağını düşünmektedir. Ancak Barbie, ergen kız tarafından nefret dolu bir tonlamayla yapılan "faşist" ithamıyla karşılaşır ve ikinci şokunu yaşar. 

Öfkeli kızın Barbie'yi tanımlamak için bir çırpıda kurduğu şu cümleler bu yazının da yazılma nedenini oluşturuyor: 

"İcat edildiğinden beri kadınlarda öz güven sorunu yaratıyorsun. Kültürümüzdeki yanlış şeyleri temsil ediyorsun. Cinselleştirilmiş kapitalizm, gerçekçi olmayan fiziksel özellikler... Feminist hareketi 50 yıl geriye götürdün. Kızların tabiatındaki öz değer duygusunu yok ettin ve tüketim çılgınlığını yücelterek gezegeni öldürüyorsun."

Sözün burasında filmin hikâyesini bitirelim ve bu güçlü cümleleri biraz açmaya çalışıp sindirelim.

"Dünya Devleti’nin istikrarı, biyolojik mühendislik ve insanı her yönden koşullandırmanın terkibiyle başlar." 

David Bradshaw, Cesur Yeni Dünya'nın sonsöz'ünde Huxley'in Dünya Devleti'ni tanımlamaya bu cümleyle başlıyor. Ne kadar bugünü de ifade eden bir cümle. 

Bu yaklaşımı Biyopolitika İktidar ve Direniş başlıklı önemli çalışmanın sahibi Utku Özmakas'ın şu cümlesi bütünler: 

"Kapitalist toplumda her şeyden çok daha önemli olan biyopolitikaydı, biyolojik olandı, bedensel ve maddi olandı."

Bir de Zygmunt Bauman'a kulak verelim: "

Bize insan vücudunun çoğu durumda mükemmelden hayli uzak olduğu ve bu yüzden daha iyi bir hale gelmesi için düzeltilmesi ve üzerinde oynanması ya da istenilen standartlara getirilmesi gerektiği söylense hiç şaşırmayız."

Elbette şaşırmayız.

Çünkü modern insanlar olarak bedenimizin arzularına yönelik tüketmeye, bedenimiz üzerinden hayata bakış açısı ve bir yaşam tarzı geliştirmeye kodlandık. 

Vücudumuzdan utanç duyuyor, kabul görmüş bir güzelliğe sahip olmak için nesne muamelesi yaptığımız bedenimize yatırım yapıyoruz. 

Kişiliksiz de olsa bir robot gibi kusursuz görünmek istiyoruz. 

İnsanı sadece biyolojik bir varlık olarak algılamaya başladık, sadece bir bedene hatta "iki ayaklı hayvan" mesabesine indirgedik. 

Kutsadığımız ve görünür kılmak istediğimiz bedenlerimizi ticarileştirdik, ekonomik bir meta haline getirdik ve küresel sermayenin eline teslim ettik. 

Kimliğimiz ve kişiliğimizle değil bedenlerimizle varolma isteğimiz bizi kapitalist sömürünün nesnesi haline getirdi. 

Tüketim piyasasının ürettiği, arzularımızı tahrik eden reklamlar vasıtasıyla sürekli biçimde uyarılıyoruz. 

Maruz kaldığımız moda, reklam, propaganda nedeniyle beyinlerimiz uyuşturuldu, düşünme melekelerimiz işlevsizleştirildi. Ne de olsa içine doğduğumuz toplumun kültür kodlarına, dil ve imgelerine göre düşünüyor, kanaat geliştiriyoruz. 

Tasarlanmış ve idealize edilmiş fiziksel özelliklere sahip medyatik modeller ideal beden imajını besliyor, güzellik algımızı belirliyor. Her birimiz Barbie ve Ken bedenlere sahip olmayı arzuluyoruz. Arzumuza ulaşamazsak hasta oluyoruz. Önümüze konulan ulaşılması güç beden ölçüleri fiziksel ve ruhsal sağlığımızı bozuyor. Depresyona giriyor, yeme bozuklukları yaşıyoruz.

"Kendini bil" safhasından "bedenini bil" derekesine düştük. 
Birbirine benzeyen, standartlaşmış bir organizmaya dönüştük.

Kabul görmüş ölçülere ve güzellik formuna estetik müdahaleler sonucu sahip olanlarla sadece filtrelenmiş halleriyle TV'de veya sosyal medyada değil hayatın her yerinde karşılaşıyoruz. Çünkü standart kalıp herkesi aynı görüntüde birleştirdi.

Bedenimizi kamusal alanda teşhir etmek istiyor, bedensel özelliklerimizle fark edilmek, arzulanmak istiyoruz. Bu isteklerimizi gerçekleştirmemiz için kozmetik sektörü, diyet piyasası, tekstil endüstrisi, spor salonları ve dünyanın en karlı sanayisi haline gelen estetik cerrahi imdadımıza yetişiyor. Önce kendimizi yetersiz hissetmeye teşvik eden bu sektörler çareyi ve çözümü de anında reçete olarak önümüze koyuyorlar.

Yeter ki isteyelim, beden endüstrisi her tasamıza göre bir çözüm üretiyor.

Ayaklı birer ürüne dönüştürülmüş bireyler olarak başkalarının hakkımızda ne düşünmesini istediğimize göre bedenimize yatırım yapıyoruz.

Image

Yaz aylarına şekillendirilmiş vücutlarla girmek için GYM Center'lar, saç dökülmesine son veren ilaçlar veya saç ektirme işlemleri, verilemeyen fazla kilolar için mideye kelepçe taktırma veya yağ aldırma operasyonları, yüzümüz için kliniklerde yüz gerdirme, yanak implantı, burun ve kulak düzeltme, göz torbalarını aldırma, çene implantı gibi seçenekler, yüzü aradan çıkarınca göğüs büyütme veya küçültme, karın sıkıştırma, kalça-baldır implantı, kol derisi gerdirme vb gibi daha pek çok imkân bizi bekliyor.

Ama her şeye rağmen genç kalamayacağız. Matt Haig'in dediği gibi, "İnsanlar yine de yaşlanacak. Yalnızca bizi kırışıklarımızdan, çizgilerimizden ve yaşlanmaktan utandırmayı hedefleyen milyonlarca dolarlık reklam kampanyaları sayesinde yaşlanmaktan biraz daha korkacak."

Modern tüketim toplumunun o korkuyla da başa çıkabilecek çözümleri hemen yedekte duruyor. Devreye hızla uzmanlar, danışmanlar, gurular giriyor. Ne yiyeceğimizden ne giyeceğimize, nasıl davranacağımızdan ilişkilerimizi ne biçimde yürüteceğimize kadar belirleyecek, bağımlısı olduğumuz reçeteler yazılıp önümüze konuyor.

Kişisel beslenme ve bakım uzmanı, yaşam koçu, NLP etkinlikleri, ilişki terapileri vb desteklerle yürüttüğümüz hayatta, danışmansız-uzmansız güvende hissedemiyoruz.

Kimliğimizi, satın alıp tükettiğimiz nesnelerle yapbozun parçaları gibi tamamladık veya değiştirdik. Kimliklerin teşhir masasında sergilendiği tüketim kültüründe, kullanılıp atılabilen kimliklerimizle metalaştık. Var olduğumuzu görüldüğümüz oranda duyumsadık.

Yaşamın anlamını hız, haz, keyif, eğlence sarmalında tüketiyoruz. Sadık birer tüketici olarak tüketirken kaçınılmaz olarak biz de tüketim nesnesine dönüştük.

Image

Yeni postmodern insanı iki özellik öne çıkıyor: Tatminsiz tüketim ve estetik operasyonlardan geçirilmiş beden.

Tamamlanmamışlık-olmamışlık-eksiklik hissinin boğmasıyla oluşan derin kaygı hali ise ekstrası bu insanın.

Baudrillard, bedenin ahlaki ve ideolojik işlevde ruhun yerini aldığını söyler. Şüphesiz bu da doğru tespit. Zira modern öncesi dönemde bedene göre ruh daha önemliydi. İnsan daha çok ruhuyla öne çıkmış beden kerih görülmüştü.

İlk ve orta çağda insanın özünü teşkil eden ruhtu ve ölümlü beden değersizdi. Bir et parçası olan beden değil ruh eğitilir, terbiye edilirdi.

Modern dönemle birlikte bilhassa sanayileşmeyle beden öne çıkmaya, emek gücü olarak makinenin bir parçası gibi işlev görmeye başladı. Beden uzun yıllar sermayenin fabrikalarında fiziksel güç olarak sömürüldü.

Günümüz postmodern tüketim toplumunda ise artık bir nesne gibi yatırım yapılan, estetize edilen, makyajlanan ve üzerinden kimlikler, arzular üretilen limitsiz bir sermaye olarak görülmeye başlandı.

“Barbie’nin Annesi” olarak bilinen ve filmde de yer verilen Ruth Handler de, 1959 yılında Barbie’yi tasarlarken kadını ve bedenini özgürleştirme idealiyle hareket etmişti. Yeni kadın profili çocuk yetiştiren, saçını kocası ve çocukları için süpürge eden biri olmamalıydı. Evlenmek zorunda da değildi. Babasına, kocasına ihtiyacı yoktu. Kendi ayakları üzerinde durabilir, istediği her şey olabilirdi.

Oldu da. Modernliğin katı ve disipliner gözetim toplumunda özgürlükten yoksun kalan insan (sadece kadın değil) ve bedeni postmodern dönemde özgürlüğünü ilan etti. Lakin bu özgürlük, bedenin moda, estetik, çıplaklık, güzellik kaygıları arasında nesneleşmesi ve bir başka sömürünün aracı haline getirilmesiyle yok olup gitti.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 219 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.