Modern hayatı sorgulatan yönleriyle öne çıkan Black Mirror dizisinin üçüncü sezon beşinci bölümü olan Men Againts Fire çarpıcı konusu ve yarattığı çağrışımlarla ele alınmayı hak eden bir yapım. Hikâyeyi ana hatlarıyla aktarıp buradan yola çıkarak neler söylenebilir bir bakalım.
Amerikan askeri üssüne gelen bilgi, yakın çevredeki bir köyde böceklerin insanların yiyeceklerini çaldığı yönündedir. Tam teçhizatlı askerler köye gitmeli, böceklere yardım eden insanın evine operasyon yapmalı, içerdeki böcekleri öldürüp evi de yakmalıdır.
Çünkü böcekler kanlarında bir hastalık taşımaktadır. Operasyonu yöneten tim komutanına göre eğer böcekleri on-yirmi yıl içinde durdurmazlarsa çocuklar hastalıklı doğacak, üreyecek ve acı döngüsü devam edecektir. Bugün böceklerle mücadele edilmezse hayatta kalan her böcekle tanrı bilir kaç kişinin yarınlarına çaresizlik ve sefalet katılacaktır. Onları insan olarak görmek ve merhamet etmek zaaf olacaktır. Dolayısıyla insanoğlu bu gezegende yaşamaya devam edecekse fedakârlık yapılmalı ve böcekler yok edilmelidir.
Bu motivasyonla operasyona katılan askerlerden biri kendisine saldıran bir böceği öldürür, bununla doymaz cesedin göğsüne bıçağını hırs ve hınçla defalarca saplar. İşte bu siyahi askerin çatışma esnasında maskesinde hata oluşur ve böcek denilen yoksul insanları kanlı canlı gerçek insan olarak görmeye başlar. Sonrasında anlarız ki askerler, kafalarına yerleştirilen bir implant sayesinde yok edilmek istenen insanları böcek olarak görmektedir. Onları ihbar eden siviller ise düşman olarak bildikleri insanları böcek olarak görmüyorlardır fakat korku içindeki bu sivillere onlardan nefret etmeleri öğretilmiştir. Bu insanların zayıf oldukları, hastalık taşıdıkları, kanlarının devam etmemesi için yok edilmeleri gerektiği televizyon, internet ve benzeri tüm yollarla zihinlerine işlenmiştir.
Sistemin nasıl işlediğini, implantı arızalandığı için böcekleri koruma güdüsüyle hareket etmeye başlayan siyahi askere, üst düzey bir yetkili şöyle izah edecektir:
Image"Onlar bizler gibi insan elbette, o yüzden tehlikeliler. İnsanlar olarak empatik bir tür olduğumuz için birbirimizi öldürmek istemiyoruz. Geleceğimiz, düşmanı yok etmeye bağlı olmasaydı bunun iyi bir şey olduğunu düşünebilirdik. 20.yüzyılın başlarında savaşlarda çoğu asker silahını ateşlemezdi. Ateşleseler bile düşmanlarının kafasının üzerine nişan alırlardı. Bunu bilerek yaparlardı. İngiliz generali I. Dünya Savaşı'nda eline sopa alıp cephede gezer, ateş etmeleri için askerlerine vururdu. II. Dünya Savaşı'nda bile askerlerin sadece yüzde 15 ila 20'si tetiği çekmişti. Dünyanın kaderi söz konusuydu ve sadece yüzde 15'i tetiği çekiyordu. Biz de askeri, daha iyi eğitim ve daha iyi şartlama ile öldürmeye adapte ettik. Sonra Vietnam Savaşı başladı ve tetiği çekme oranı yüzde 85'e çıktı. Artık havada uçan pek çok kurşun vardı ancak ölüm oranı hâlâ çok azdı. Ayrıca düşman askeri öldürenlerin de çoğu ciddi psikolojik sorunlarla döndüler. Maske gelene kadar (kafalara yerleştirdiğimiz implant) bu böyle devam etti. Maskeler en güçlü askeri silahlarımız haline geldi ve canavarlara nişan alırken tetiği çekmek çok kolaylaştı. Onları böcek olarak görüyor, çığlıklarını duymuyor, kanlarının kokusunu almıyorsun..."
Black Mirror'un bu bölümünde ele alınan kan dondurucu yöntemler, İsrail'i ve onun kana doymayan yöneticilerini akla getiriyor. Gazze'de İsrail tarafından son yedi ayda öldürülen insan sayısı 33 bin 634'e, yaralı sayısı ise 76 bin 214'e ulaştı. Bu sayılara, enkaz altlarında kaldığı için ulaşılamayanlar dâhil edilmemiş. Soykırıma uğratılan bu insanların 20 binden fazlasını çocuklar ve kadınlar oluşturuyor. Sağlam binanın ve altyapının kalmadığı şehirde insanlar açlıkla pençeleşirken hâlâ dinmeyen operasyonlarda günde ortalama 87 kişi İsrail güçleri tarafından katlediliyor. Eski dönemlerde savaşlar savaş meydanlarında veya cephelerde yapılıyor, çocuklar yetim, kadınlar dul kalıyordu; şimdi dul ve yetimleri de öldürüyorlar.
Dizideki askerler beyinlerine yerleştirilen aygıt sayesinde insanları böcek olarak görmeye başlıyorlardı, peki bu katliamları gerçekleştiren insanlar nasıl bu hale getirilebiliyor. Siyonizmi gerçekleştirme uğrunda tarihin en faşist yönetimlerinden birini kuran aşırı dinci Benjamin Netanyahu da savaş kabinesinin bebek öldürmekten haz duyan eli kanlı bakanları da sistemde ayrıcalıklı bir yere sahip olan ve Orta Çağ'ın skolastik rahiplerine rahmet okutacak denli merhametten nasipsiz Yahudi din adamları da bir zamanlar masum birer çocuk idiler. Bu çocuklar ailelerinde ve okulda nasıl bir eğitim düzeneğinden geçirildiler ki İsrail vatandaşları (dünyadaki tüm Yahudiler İsrail'in doğal vatandaşları kabul edilir) dışındaki insanları yok edilmesi gereken insan dışı varlıklar olarak görür hale getirildiler.
Şu bir gerçektir ki, her ulus devlet ideal vatandaş tiplemesini yetiştirmek için eğitim sistemini insan üretim tarlası olarak kullanır. Çünkü çocukluk dönemi insanın hemen her şeye kolayca inanabildiği ve ömür boyu etkisinde kalacağı kalıpyargı ve tarafgirliğin işlenebileceği en uygun dönemdir. Bu dönemde çocuklara aidiyet bilinci ve sarsılması zor önyargılar kazandırılır. Bunun en kestirme yolu olarak öncelikle resmi bir tarih kurgulanır, bu tarihin içine kahramanlaştırılmış tarihi figürler serpiştirilir. Kurumlardan, kişilerden, nesnelerden toplumun üstüne titreyeceği dini veya seküler birtakım kutsallar oluşturulur. Çocukların bu kutsallar etrafında kimlik geliştirmesi ve dünyayı anlamlandırması beklenir. Etkiye en açık oldukları dönemlerinde okul sıralarına oturtulan çocukların muhayyilesinde normlar, değerler, duygular, semboller, ritüeller, örfler, pratikler üzerinden bir dünya kurulur. Disipline edilen ve biçimlendirilen çocuklar, içine hapsedildikleri subjektif anlam dünyasında kendi kültür ve kimliklerini dünyanın yerlisi olarak görmeye başlar. Ait oldukları taraf fazilet ve erdemin merkezi iken öteki olan nefretin öznesi haline gelir. Kayıtsız şartsız tüm ulus devletlerde eğitim sistemi bu mantıkla işler. Üretim bandına alınan çocuklara belli bir anlatı doğrultusunda perspektif kazandırılır, sosyal uyum gözetilerek çocuklar birbiriyle aynı kalıplara sokulur. Çünkü her ulus devlet tektip insan, homojen toplum, monolitik ulus yaratmanın yoluna bakar. Fakat hiçbir ulus devlet İsrail'deki gibi İsrailliler dışındaki insanları mutant olarak gösterip kökünü kurutana kadar soykırım yapmayı öğretlemez.
İsrail, çocuklarının evvel emirde merhamet duygularını öldürüyor sonra subjektif değer ve ideolojik perspektif yüklemelerini yapıyor. Aksi takdirde insani bir eğitim verilmiş hiç kimseye, özellikle öğrencilerin okulda olduğu saatleri dikkate alarak okul bombalatamazsınız. Aynı şekilde insani-ahlaki bir eğitim verdiğiniz hiç kimseyi hastaneleri havaya uçurmaya, bir toplumu açlıktan kırmaya hatta topyekun soykırıma tabi tutmaya ikna edemezsiniz. İsrail'de yönetici ve askerler herhangi bir implanta veya Filistinlileri zararlı bir böcek olarak gösteren maskelere ihtiyaç duymadan tüm bunları büyük bir soğukkanlılıkla ve dini bir vecd içerisinde ibadet bilinciyle yapıyorlar. Zaman zaman İsrail siyasetinin etkili isimlerinin açıkça belirttiği gibi Arapların yok edilmesi gerektiğini, kanlarının helal olduğunu düşünüyorlar. Bunu, kutsal kitaplarında yer alan "... kadın, erkek, çocuk, yaşlı ve nefes alan her şeyi öldürün." minvalinde pek çok ayet mucibince dini bir ibadet olarak görüyorlar. Görüldüğü üzere akıl ve izandan yoksun bir iman, muhatabını ruhsuz ve kalpsiz biri hâline getirebiliyor, daha da ötesi kesin inançlı bir ölüm makinesine dönüştürebiliyor. Hakikati temsil etme algısı, vaat edilen cennete ve ebedî kurtuluşa erme arzusuyla birleşince özgürlük, adalet ve merhamet telkin etmesi gereken din olgusu şiddet, vahşet, gaddarlık üretiyor.
İsrailli yönetici ve askerlerin normal bir ruh haliyle hareket etmediğinin; insanı, doğayı, hayatı çok farklı bir etki altında okumaya tabi tuttuklarının altını çizmekte fayda var. İsrailliler kendilerini Tanrı'nın seçilmiş evlatları olarak görüyor, bulundukları coğrafyayı da Tanrı'nın kendilerine vaat ettiğine inanıyorlar. İşin doğrusu, bugüne kadar işgal ettiği bölgeler, Nil'den Fırat'a uzandığı söylenen Arzı Mev'ud topraklarının çok az bir kısmını oluşturuyor. O yüzden yeryüzünde sınırları belli olmayan belki de tek ülke olan İsrail'in gidecek çok yolu, yapacak çok işi var. Tüm bunları gerçekleştirirken kendisine ayak bağı olacak merhamet, empati, acıma vb. duygularla kaybedecek zamanı yok. Sonuç itibariyle İsrail 20. yüzyıl refleksleri ile toprak kazanma amaçlı hareket eden, işgal politikası güden bir devlettir ve buna engel teşkil eden herkes yok edilmeli, sürülmeli, onlardan boşalan yerlere de başka coğrafyalardan taşınan Yahudi yerleşimciler yerleştirilmeli ve sınırlar durmaksızın genişletilmelidir.
Şunu da belirtmeden geçmemek lazım; Filistin sorunu büyük oranda Kudüs sorunudur aslında. Fakat Kudüs bölgesel bir alana sıkıştırılacak tali bir mesele değildir. Yahudiler ve Müslümanlar kadar Hıristiyanlığı da ilgilendiren üç dinin de kutsallarını iç içe barındıran bir şehirdir. Her taşında bir kutsalın, bir peygamberin, bir kıssanın izi bulunur. Osmanlı toplum modelinin çok kültürlü yapısında her üç dine bir arada yaşama imkanı sunan Kudüs'ün semiyolojisini merhum Akif Emre'ye bırakayım:
"…Via Dolorosa Müslüman mahallesinden geçer. Daracık Kudüs sokaklarında her gün, yüzlerce yıl tekrarlanan bir ritüel olarak Hıristiyan hacılar sırtlarında haçla Müslümanların evlerinin önünden ilahiler okuyarak geçerler. Ağlama duvarı, Hz. Peygamber’in Miraç sırasında Burak’ı bağladığı mekandır ve Mescid-i Aksa’nın avlu duvarının dışa bakan yüzüdür. Mescid-i Aksa’nın ve Kubbetü’s Sahra’nın bulunduğu mekan Yahudilerce Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu yer olarak kutsal bilinir. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine, tekfin işleminin yapıldığı ve gömülü olduğuna inanılan kilise (Holy Sepulchre) Hz. Ömer Camii ile Selahaddin Eyyubi Camii’nin arasındadır ve Hıristiyan dünyasının en kutsal mekânı olarak bilinir."
Üç dinin kutsallarını barındıran Kudüs, tüm renk ve çeşitliliği ile bu dinlerin mensuplarına barış ve huzur içerisinde yaşamaları için yüzlerce yıl ev sahipliği yapmışken bugün Yahudiler Amerikan Evanjelistlerinin desteği ve teşvikiyle Kudüs'ü ilhak ediyorlar. Bu durum ilginç biçimde Avrupa Hıristiyanlarını da bölgedeki Müslüman ülke yöneticilerini de hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. Halkların rahatsız ve huzursuz olmaları ise İsrail için bir tehdit içermiyor.
İsrail; Yahudilerin ekonomik imkânları, lobileri, think tank kuruluşları, medyası, Hollywood üzerindeki hâkimiyeti ile ABD ve Avrupa tarafından dokunulamaz, eleştirilemez bir raddeye gelmiş bulunuyor. Tüm bölgesel dizaynlar İsrail'in güvenliği öncelenerek yapılıyor. İsrail'in kafasına estiğinde Lübnan'ı, Şam'ı, Irak'ı vurması, elçilikleri bombalaması, Gazze'yi yok etmesi, soykırım yapması, bir toplumu topyekun açlığa terk etmesi küresel güçler tarafından tolere ediliyor, BM'de kınanması engelleniyor. Ona yönelen en küçük bir şiddet ise büyük vaveyla ile kınanıyor, tepki görüyor ya da hep birlikte muhatap cezalandırılıyor. Böylece bu cinayet makinesinin her geçen gün biraz daha pervasızlaşması, şımarması teşvik ediliyor.
Alınan Tüm Dersler Boşa Gitmiş Gözüküyor
Dünyanın üzerine korkunç bir cinayetin ağırlığı çöktü.
Ruhları vahşi ve acımasız bir rüya tarafından ele geçirilmiş birtakım yobazın inşa ettiği sahnede korkunç bir trajediye tanık oluyoruz.
Yönetimine kana susamış katillerin, dar görüşlü canilerin tünediği makineleşmiş bir devlet aygıtı hiçbir değer gözetmeksizin cinayet işliyor.
Kendisini ahlaksız bir içgüdüye teslim etmiş bu pervasız güruh hiçbir direnç göstermeyen geniş yığınların sessiz onayını alarak insanın insanlığını öldürüyor.
Nazi toplama kamplarında olan biten her şeyin farkında olup da başını çevirmiş olan Alman vatandaşlarını kınarken onlardan farksız olduğumuzu fark ettik. Şaşkın, aciz ve anlamsız hissediyoruz. İnsan ırkını alçaltan tiksindirici cinayetler karşısında eylemsizlikleri ve umursamazlıklarıyla tüm insanlık, insanlık imtihanından geçiyor.
Demokrasilerin başka ülkeleri asla işgal etmeyeceğine dair sayısız akademik çalışma orta yerde duradursun en gelişmiş demokrasiler cinayete rıza gösteriyor, destek veriyor, zalimi yüreklendiriyor. Tüm bunların farkına varmamız ve sorgulamamız istenmiyor zira yerleşik düzen sorgulanmadan çok uysallık ve uyum bekliyor.
Modernizm halklara güvenlik, özgürlük ve refah vaat etmişti. Ancak bunların üçü de sınırlı bir nüfusun tekelinde, çoğunluğun hayalinde kaldı. Yüzyıllarca süren savaş, yıkım, gözyaşı sözümona Avrupa'ya ders olmuştu ve bir daha böylesi savaşlar olmasın diye sayısız önlem alınmıştı. Tarihin sonu ilan edilmiş, bundan böyle liberal demokrasilerin hakim olacağı ve insanlığın barış, refah ve huzur içinde yaşayacağı öngörüleri yapılmıştı. Ancak ruhsal çoraklığın hüküm sürdüğü kötülüğün diktatörlükleri kuruldu. Ahlaki ve hukuki tüm meşruiyet alanları kevgire çevrildi. Teknolojik ve ekonomik üstünlük doğrudan haklı olmanın gerekçesi sayıldı. Homojen toplum yaratma uğrunda Kudüs'ten New Mexico'ya her yerde kalın ve yüksek duvarlar örüldü. İnsanoğlunun aldığı tüm dersler berhava oldu.
Suçluluk Çağında Makas Değiştirmek
Bir suçluluk ve bunalım çağında yaşıyoruz ve bunun ana sorumlusu ABD ve Avrupa'nın başını çektiği Batı dünyasıdır. İşledikleri cinayet ve cürümlerin hesabını insanlığa vermek gibi bir niyetleri olmayan küresel egemen güçler giderek el yükseltiyor, her geçen gün biraz daha küstahlaşıyor. Çünkü insanlık ailesi vermesi gereken cevabı vermiyor, kesmesi gereken cezayı kesmiyor.
Peki hâlâ beşer tarihinin makas değiştirme zamanı gelmedi mi?
20. yüzyılla birlikte tamamlanan, insanın savaş, kan ve gözyaşından oluşan hayvani tarihi geride bırakılıp yeni bir ufuk, insani yüzlü bir gelecek tasavvur edilemez mi?
Kıyamete değin bu zorbaların hegemonyalarına, ırk ve din merkezli yazdığı tarihe, onların vahşet dolu normaline mahkûm mu olacağız?
İnsanlığın bütün kültürlerinin birbirini karşılıklı beslediği, dini ve siyasi tekelcilik içermeyen bilgelik dolu ahenkli bir birlik kuramayacak mıyız?
Dünyaya egemen olmak isteyen, vahşice silahlanan, pazarları ele geçirmek için terörizm dâhil her türlü yol ve yöntemle insanlığa karşı suçlar işleyen, serveti kendi tarafına sefaleti diğer tarafa yığan küresel güçlerin rüyalarımızı kâbusa çevirmesine daha ne kadar göz yumacağız?
Dünyanın binlerce yıldır devam edegelen kuşaklarının ortak malı olan zenginliklere çökerek geleceğimizi ipotek altına alan bu güçlerin ekonomik hegemonyalarından, kültürel saldırılarından kurtulamayacak mıyız?
Gelişmeyi, ilerlemeyi hep ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme olarak mı tarif edeceğiz, başka ilerleme ölçütleri bulamayacak mıyız?
Bilimi bilimciliğe, siyaseti Makyavelizme, teknolojiyi teknomanyaya teslim etmese miydik? Bilimi tanrılaştırmak, teknomanyanın esiri olmak yerine, teknik buluşları baz alarak işaretlediğimiz tarihsel dönemleri, Roger Garaudy'nin önerdiği gibi sanatsal atılımları ölçü alarak belirleseydik dünya daha merhametli, daha doğayla barışık, daha estetik ve bilgelik yüklü olmaz mıydı?
Sözün özü şu ki; iflasını kanıtlayan Batı sisteminin çelişki ve çıkmazlarından yakamızı kurtarmak, insani yüzlü bir dünya inşa etmek zorundayız.
Hakiki bir gelecek projeksiyonu için önce bir Altın Çağ hayal etmeli, mevcut paradigmayı kader olarak görmekten vazgeçmeliyiz.
Haklardan ziyade sorumluklar ve ödevleri merkeze almalı, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran takım elbiseli katillere "Artık yeter!" diyebilmeliyiz. Aksi takdirde Batı'nın ötekisi olan her toplum, gün gelecek maskeli Batı tarafından böcek olarak görülecek ve yok edilmek istenecektir.
Yeni yorum ekle