Derinliğin Yüzeyselliğe Fedâsı: Kapı

19 Ekim 2023

Burak Bilgehan Özpek bir makalesinde, Türkiye’de milliyetçiliğin son dönemde beka sorunu haline geldiğini söylüyordu. Bence bu tespit sadece son dönemle sınırlı tutulmamalı. Antiemperyalizm söylemi nasıl ki içeride sömürü aracı olarak kullanılıyorsa milliyetçilik de; gerilimi yükselten, kutuplaşmayı artıran, zarar veren bir işlev görüyor ve devletin otoritesini güçlendirme bağlamında bir aparat olarak kullanılıyor. Yaşadığımız coğrafya çoğulculuğu, çok kültürlülüğü, melezliği kodlarımıza işlemiş fakat devlet politikası olarak çatışma kültürü tercih ediliyor. Farklılıklarla birlik olma ve birlikte yaşama ulus devletin homojenleştirme politikalarına feda ediliyor.

Yakın tarihimize baktığımızda makbul vatandaş tiplemesinin Laik-Türk-Sünni kimliğine sıkıştırıldığını ve yıllar boyunca 6-7 Eylül, Maraş, Sivas gibi tarihe kara leke olarak geçen provokasyonlarla, kendi kimliğiyle var kalmaya çalışan herkesin oyun dışı tutulmaya çalışıldığını görüyoruz. Gayrımüslim-Müslüman, Alevi-Sünni, Kürt-Türk veya Sağ-Sol, Seküler-Muhafazakar, Laik-Dindar, Merkez-Çevre gibi bir sürü kutuplaşma alanı üretildi, dolayısıyla da ortak değerler inşa edilemedi. Tüm ayrım noktalarında katalizör güç olarak modernizmin ve ulus devletin gözde evladı milliyetçilik kullanıldı. Okullarda düşünceden ziyade duygu yoğunluklu bir tedrisattan geçirilen gençler kolayca istenilen provokasyonlarda linç öznesi olarak mobilize edilebildiler. Oysa üzerinde yaşadığımız coğrafya ve bu toprakların tarihsel müktesebatı herkesin ortak hayatta kendi kimliğiyle, diliyle, inancıyla, ırkıyla, tercihleriyle, hayat tarzıyla var olabilmesini mümkün kılıyor. Fakat belli birtakım zihin haritalarına kıstırılmışız ve debelenip duruyoruz.

Damakta İran sineması tadı bırakan, meselesi, hissettirdiği yoğun duygular ve düşündürdükleri ile derinlikli bir film olan, Nihat Durak’ın yönettiği 2019 yapımı Kapı, tam da bu yaramıza parmak basıyor. Film, 25 yıl önce memleketini terk etmek zorunda kalmış Mardinli Süryani bir ailenin, köklerine dönüş ve geride bıraktıkları ile yüzleşme hikâyesini içeriyor. Berlin'de yerleşmiş ve geniş ailesiyle mutlu bir yaşam süren Yakup Usta ve karısı Şemsa bir gün memleketleri Mardin'den gelen telefonla sarsılır. Kör bir kuyuda çok sayıda cesede ait kalıntı bulunmuştur. Yirmi beş yıl önce kaybolan çocukları Mikael'den arta kalanların da orada olma ihtimali vardır ve tespit için Mardin'e gitmeleri gerekmektedir. Yanlarına hayat dolu torunları Nardin'i alarak yollara düşen çift, köylerine vardıklarında hiçbir şeyin aynı kalmadığıyla yüzleşir. Virane haline gelmiş, içindeki tüm eşyalarla birlikte kapısı da yağmalanmış tarihi konak, yaşlı çift için kabuk bağladığını zannettikleri tüm yaralarının aslında taptaze durduğunu gösteren bir rol oynayacaktır. Yakup Usta bulunan kemiklerin evlâdına ait olup olmadığını tespit edecek DNA testinin sonuçlarını beklerken büyük anlamlar yüklediği “kapı”yı bulabilmek için torunu ve kapıyı çalıp satan ganimetçi Remzi ile birlikte yollara düşecektir.

Malda mülkte gözü olmayan Yakup Usta'yı bilhassa kapının çalınması kahretmiştir. Çünkü kapıyı marangoz ustalığını bizzat öğrettiği oğlu Mikael ile birlikte yapmışlardır. Ceviz ağacından yaptıkları kapının kanadındaki güvercin ve su damlalarını Mikael, nar motiflerini ve hayat ağacını Yakup Usta yapmıştır. Yakup Usta için bunca yıl sonra oğlunun akıbetinin ne olduğunu öğrenebilmek ile oğluyla birlikte inşa ettiği kapıyı bulmak eşdeğerdedir. Bulduğunda gözyaşları içinde "Kapımm!" diyerek sarılacağı kapı artık oğlunu sembolize etmektedir. Filmde Yakup Usta için Kapı'nın manevi değeri işlenirken alt metin olarak Kapı'nın kültürel ve toplumsal açıdan öneminin irdelendiğini söyleyebiliriz. Yakup Usta her "Kapımm" dediğinde aslında sürgün edildiği, terke zorlandığı coğrafyaya atfen "Vatanım, Yerim, Yurdumm" demektedir. Simgesel değeri yüksek, anahtar öğelerden biri olan kapı burada anayurt, memleket anlamına dönüşmüştür. 

Taşı dantel gibi işleyen Ermeni ustaların, ağaca motif motif şekil veren Süryani zanaatkârların yani toplumdaki farklılıkların ulus devlet anlayışının homojenleştirme politikalarına kurban verilmesi insanın içini acıtıyor. Mezopotamya'nın kadim medeniyetlerini bünyesinde barındıran bir kültürel zenginlik; kimliksiz bir tekdüzeliğe, homojen bir yerelliğe terk edilmiş. Çok yazık! 

Farabi “Erdemliler Şehri” ütopyasında şehrin en temel özelliğinin bünyesinde farklı etnik, dini, mezhebi, kültürel unsurları barındırması olduğunu söyler. Ona göre bir belde ancak bu şartlarda şehir niteliği kazanabilecektir. Biz bu anlayışı, içimizi "öteki"den arındırmak şeklinde algılamış ve uygulamışız. Şehirlerin surların içine inşa edildiği dönemlerde şehrin heybetli kapısı "biz"i, dışarıda pusuya yatmış yabancı ordulara, yol çetelerine, çapulculara karşı korurdu. Günümüzde ise aynı kapılar "ben"i, içimizdeki "ötekiler"e yani istenmeyen hemşehrilerimize karşı korumak için kullanılıyor. Bu ötekileştirmenin binlerce yıl bir arada yaşamış halklardan kaynaklanmadığı da filmde es geçilmemiş. Kamyoncu lokantasındaki insanların, Almanya'ya göçmüş Süryanilerden olduğunu öğrendiklerinde Yakup Usta'nın masasına toplaşmaları, ona olağanüstü bir ilgi, alaka göstermeleri, halklar arasında herhangi bir dini, etnik, siyasi sorun olmadığının, bu yapay ayrımların onların dışında ve üstünde belirlendiğinin altını çiziyor.

Biz'i ben'e feda ettiğimiz gibi derinliği yüzeyselliğe feda etmişiz. İhtişamlı taş işçiliğinden TOKİ mimarisi kişiliksizliğine gerilemişiz. Filmde bunu, ganimetçinin "Mis gibi temiz temiz oturuyorlar." diyerek övdüğü estetikten, kişilikten yoksun beton yığını apartmanlara Yakup Usta'nın "karınca yuvası" dediği diyalogda görebiliyoruz.

Filmde ajitasyona kayma riski barındırmasına rağmen çarpıcı bir etki bırakan finaldeki bir diyalogla bitireyim. Kapının duraklarından biri olan koleksiyonerle gerçekleştirdiği bu diyalogda vatansız Yakup Usta, hem yukarıda belirttiğim hayıflanmaya ortak olur, hem de bir anne ve baba için 25 yıl boyunca evladından haber alamamanın, yaşıyorsa sesini duyamamanın, öldüyse mezarına koyamamanın, her kapı veya telefon çaldığında yüreği hoplamanın nasıl bir şey olduğunun izahını yapar. Kapıyı bir koleksiyonere sattığını öğrendiğimiz antikacı, "Müşterimin bilgisini vermem etik olmaz." dediğinde Yakup Usta acı ve hüznün karıştığı bir yüz ifadesiyle şunları söyler: "Etik ne Emre Bey, etik ne? Gencecik çocukların ne uğruna öldüklerini bilmeden yitip gitmeleri mi etik? İnsanın nerede yaşarsa oranın yabancısı mı olması etik? Hiç vatanının olamaması mı etik? Kendi dilinin bile unutulması mı etik Emre Bey? Bir annenin ölmüş oğlunu ‘Acaba gelir mi?’ diye bir ömür beklemesi mi etik? İnsanın ölmüş evladının bedenini bulamaması mı etik?"

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 110 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.