Korona günlerinin kabuslu ortamında bu sabah Sadık’ın (Yalsızuçanlar) bir paylaşımıyla gözlerimi açtım. Mişel Şodkeviç (Michel Chodkiewicz) vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.
Bu paylaşım, ölüme her zamankinden daha yakın olduğumuz şu günlerde zihnimi 44 yıl öncesine aldı götürdü. 1976 ya da 77 yılı olmalı. Yahya (Doğan) abi bir gün sohbetimizin ardından heyecanla bana Fransızca bir kitap önermişti. Bir Fransız yazar. Adını ilk kez duyuyorum. René Guénon. Niceliğin Egemenliği ve Ahir Zaman Alametleri.
Batılılaşma furyasında büyümüş bir kuşağın çocukları olan bizler büyükşehire gelince kendimizi zorunlu olarak bir sorgulama sürecinin kucağında bulmuştuk. Öğrendiğimiz yabancı dil ise bu sorgulama için bize yeni kapılar açmıştı. Bize öğretilen ezberleri sorguluyorduk. Yahya abi, bu sorgulama sürecine denk düştüğü için bu kitabı öneriyordu bana, besbelli.
Kitap çetin cevizdi. Bilinen bir Fransızcayla kavramlarının üstesinden gelmek mümkün görünmüyordu. O her zaman caka satan Petit Robert yavaş yavaş boynunu bükmeye başlamış, süngüleri düşmeye başlamıştı.
Ama bu zorluk, her zaman olduğu gibi beni kamçılamaktan başka bir şeye yaramayacaktı. Yepyeni bir dünyaydı bu. Batı dilinin açtığı kapıdan girmek kolay değildi.
İlerleyen yıllarda René Guénon’un Fransızca diğer kitaplarını edinmeye çalıştık. Modern Dünyanın Bunalımı ile Doğu ve Batı kitapları biraz daha dişimize göre çıkmıştı. Guénon’un dünyasına girmek için işimizi kolaylaştıran kitaplardı.
Tabi fransızca kitapları Türkiye’de bulacağınız bir tek İstanbul ve Ankara’da Hachette kitabevleri vardı. Ama Fransızca kitap satan bu kitabevleri de Guénon’un dünyasına da kitaplarına da fransızdı.
Görevimiz gereği yurtdışı çıkışlarında Paris geçişlerimiz birer cankurtaran oldu. Paris’de Saint-Michel semtini o yıllarda keşfettik. Parası pul olan bir ülkenin çocukları olarak Quartier Latin’in sahafları da dünyamıza girmeye başladı.
Sonra sonra öğrenecektik. René Guénon bir bakıma bir ekolun kurucusu olmuştu. Voile d’İsis, daha sonra Etudes Traditionelles dergileriyle Batı’ya kendi içinden vurulmuş bir tokattı.
Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda yavaş yavaş kendini sorgulamaya başlayan Batı’nın René Guénon duyarsızlığı, Batı’nın bu tokata hazır olmayışıyla açıklanabilir..
İncinen Müslümanlık gururumuz ile yaralı bilincimiz için Guénon, geleneksel öğretilerin incelenerek yeni bir gözle değerlendirilmesiyle bir ilaç gibi geldi. Ayrıca Guénon’un bizim kör ve sağır dünyamızda, daha yüzyılın başlarında Müslüman olduğunu öğrenmemiz bizi daha bir şaşırtmıştı. Öyle ya, Batı’dan gelen her ihtida haberi bizim için bir müjde niteliğindeydi. Fısır fısır Kaptan Cousteau’nun Müslüman olduğu yayılıyordu. Hatırlayın, Cat Stevens Müslüman olduğunda nasıl sevindiğimizi.
Ama Guénon bunların hiçbiriyle kıyaslanamazdı. O bizim için, tarihi yeniden yorumlayan, Batı’yı, Hristiyanlığı iyi bilen, ama bir o kadar da doğu öğretilerine hakim olmaya çalışan birikimiyle cesaretlendirici gür bir sesti.
Elbette birikimi, yetiştiği ve sorunlarına çözüm önerdiği dünya Batı dünyasıydı. Rönesans sonrası tanrı merkezli bir dünya algısından insan merkezli bir dünya anlayışına evrilmiş dinden uzaklaşmış (profane) Batı. O nedenle bizim düşünce dünyamızda ve ilahiyat camiasında da makes bulması biraz zor oldu. Kısmen Arabi geleneğine yaslanmış olması da bu zorluğu artıran faktörlerden biriydi.
Sonradan öğrenecektim ki Batı’da bu ekolden gelen düşünürlerin çoğunun Müslümanlığında Muhyiddin Arabi’nin önemli bir etkisi vardı.
Zamanla Guénoniyen okulun mensuplarını tanımaya başladık. 80’li yılların başında bunların bir kısmının kitaplarını ilk kez Türk okuyucusuyla tanıştıran Yeryüzü Yayınevinde çalıştım.
Seyyid Hüseyin Nasr, Martin Lings, Frithjof Schuon, Titus Burckhardt bunların önde gelenleriydi. Daha sonra bu isimlerin epey kitabı Türkçeye kazandırıldı. Bu okula dair Hüseyin Yılmaz’ın Ezeli Hikmet ve Dinler adlı kapsamlı kitabı hala Türkçede biricik olmayı sürdürüyor. İlgi duyanlara tavsiye ederim. (Hüseyin hoca Fikir Coğrafyasında da René Guénon Bize Ne Söyler başlıklı bir makale yayınladı. Konuya ilişkin veciz bir makaledir. https://www.fikircografyasi.com/makale/René Guénon-bize-ne-soyler)
1987’de gazetecilik yaparken dönemin Cezayir Ankara büyükelçisi, Cezayir’de yapılacak bir toplantıya çağırmıştı. İslamda Manevi Hayat konulu bu toplantı Cezayir’in Maaskar şehrinde yapılacaktı. Maaskar bazı Guénoniyenleri etkileyen Şazeli Tarikatının önde gelen isimlerinden Şeyh Ahmet El Alavi’nin bulunduğu Müsteganem’e çok yakın gözüküyordu. Martin Lings’in, Yeryüzü Yayınevinde yayınladığımız Yirminci Yüzyılda Bir Veli kitabı bu zatın hayatını anlatıyordu. Büyükelçinin davetinin cazip gelmesinde sanırım bu da etkin oldu. Nitekim toplantı sırasında Müsteganem müntesipleriyle de karşılaşma fırsatım oldu.
Maaskara gittiğimde hem şaşırmış hem sevinmiştim. Beklemediğim bir kalabalık ve temsiliyet vardı. İslam Düşüncesini temsil eden her koldan isimler ordaydı. Kardavi’den Ramazan Sait El-Buti’ye, Kaplancılara, selefilere, tasavvuf savunucularına ve elbette Guénoniyenlere kadar. Roger Garaudy de ordaydı.
Günler boyunca hararetli ama özgürce tartışmalar oldu. Zaman zaman Teymiyeciler ve Arabiciler arasında hararetli atışmalar da havada uçuşup durdu.
30’lu yaşlarda bir genç olarak benim için büyük bir şans ve fırsat olmuştu. Fransızca bilgimden dolayı ister istemez frankofon entellektüellerle aynı masaya oturmaya başladık. Daha Müslüman olalı 5 yıl bile olmamış olan Garaudy ve Filistinli eşi vardı masada. İsviçreli bir Guénoniyen olan Roger Du Pasquier’yi orada tanıdım. İslamın Keşfi ve Devrimle Gelenek Arasında İslam kitaplarını orada hediye etti bana. Kur’an okunduğunda gözleri dolan duygusal, samimi bir Müslümandı.
O akşam yemeklerinde konu döne dolaşa Hacca gelmişti. Hac üzerine yazılan kitaplardan bahsettik. Ali Şeriati’nin kitabı konuşuldu. Ben Necip Fazıl’ın kitabından bahsettim. Tereciye tere sattığımı nereden bileyim, gençlik işte , “René Guénon diye bir zat var. Geleneksel öğretilerdeki sembollerin dünyasına aşina bu kişi aslında bize haccı anlatsa, eminim tadına doyum olmazdı” demek ukalalığında bulundum. Birden kısa bir süre bir suskunluk oldu. Ama bu suskunluğun bazı gözlerde yansıyan mutlu bir pırıltıya eşlik ettiği dikkatimden kaçmadı. Meğerse aramızdaki batılıların çoğu Guénon’u tanıyarak Müslüman olmuş; sonradan birebir sohbetlerimde öğrenecektim. Nitekim orada tanıştığım Charles André Gilis, yemekten ayrılırken beni sessizce odasına çağırdı. Sohbet bitince davete icabet ettim. Beni karşılandığında heyecanını açık etti. Beni tanımaya yönelik sorular sordu. Sonunda rahatladı ve bir kitap çıkardı. René Guénon’a göre haccı anlatan bir kitaptı. Yani adamcağız bu işin kitabını yazmıştı. Ben mahcup olmuştum ama onun heyecanı bu mahcubiyetimi gölgeledi. Çünkü sofrada cesurca çıkışımdan çok memnun olmuştu. Kendisi René Guénon’un göz bebeği dergisi Etudes Traditionelles’in son yazı işleri müdürüymüş. Sonraki yıllarda görüşmelerimiz oldu. . 2001’de 6 ay Paris’te kalmıştım. O yıllarda nisbeten daha sık görüşme imkanı olmuştu. Ailecek tanıma fırsatı buldum. College de France’ın kütüphanesinde çalışan eşi Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türk gençlerindeki saygılı tutuma hayran olmuştu. Samimiyeti ilerletince 4 oğlundan en büyüğünü bir Türk kızla evlendirmem ricasında bulundu. Kısmet olmadı. Delikanlı elim bir trafik kazasında hakkın rahmetine kavuştu. Bu bir bahsi diğer. Gilis şimdi hayatta mı bilmiyorum.
Dedim ya, o toplantı sırasında epey önemli isimle tanıştım. İşte bende sesiyle, duruşuyla iz bırakan insanlardan biriydi Şodkeviç. Kendisini ismen biliyordum. Bizim gençlik yıllarımızda Fransa’da Seuil Yayınevi vardı. Önemli bir yayıneviydi. Birinci hamur kaliteli kitaplar basıyordu. Onun direktörünün Müslüman olduğunu, yani ihtida ettiğini duymuştum. Bu vesileyle kitaplarıyla tanışmaya başladım. Maaskar’da tanıdım rahmetliyi. Vakur, polemiği sevmeyen, ama dost canlısı bir duruşu vardı. Özel sohbetlerimiz oldu. Kendisiyle bir de söyleşi yaptım. O söyleşinin Fransızcası deşifre edildi ama, çevrilip yayınlanmadı. Bizim fırtınalı yılların kurbanı oldu sanırım.
Şodkeviç 1832 yılında Fransa’ya yerleşen Katolik soylu bir ailenin çocuğu olarak 1929’da Paris’de dünyaya geldi. 1977-1989 arasında yukarda sözünü ettiğim Seuil Yayınevinde yöneticilik görevlerinde bulundu. 17 yaşında Müslüman olduğu söyleniyor. Palcios’un Arabi çevirileri ve Romen asıllı bir Şâzelî şeyhi olan Michel Valsan’ın etkisiyle İbnü’l-Arabî’nin öğretilerine ilgi duydu. Arapça öğrendi. Özel olarak Futûhât-ı Mekkiyye ve Fusûsu’l Hikem üzerinde çalıştı. Sohbetlerimizde bunları uzun uzun anlattı.
Kızı Claude Addas da ordaydı. Sonradan yayınlanacak olan Arabi ile ilgili kitabını hazırlıyordu. “ İbnü’l-Arabî Kibrit-ı Ahmer” adlı bu kitap Türkçeye de çevrildi. Baba kız bu yola baş koymuştu. Şodkeviç’in Muhyiddin İbni Arabi’yi anlattığı Sahilsiz Bir Umman kitabı şimdilerde Türkçede var. Veliler Mührü kitabı sanırım hala çevrilmedi.
Rahmetlinin vefatıyla canlanan bu anılarımı genç kuşaklara aktarmayı bir borç bildim.
Koronanın hayhuyunda önemli bir isim veda etti dünyamıza…Şairin deyişiyle bu dünyada ölümsüzlüğü tatmış bir isim….Ardından iz bırakarak.
Herşey O’na aittir ve sonunda her şey O’na dönecektir.
Yeni yorum ekle