Günümüzde bireylerden öncelikle devletlere yöneltilen iddia ve taleplerin başında insan hakları gelmektedir. ‘’İnsan hakları’’ devletlere yönelik en büyük ahlâk çağrısının kod adıdır. Bu yazıda insan hakları düşüncesinin başlıca kavramsal temellerini kısaca gözden geçireceğim.
İnsan haklarına riayet talebi siyasî modernlikle zorunlu olarak bağlantılıdır. Baskı siyasetin evrensel bir özelliği olduğu için, ‘’baskı’’dan korunma talebi olarak insan hakları arayışının modernliğe özgü olmayıp zaman bakımından evrensel bir ideal olduğu düşünebilir. Yine de insan haklarını genel bir ihtiyaç haline getiren asıl neden, aşağı yukarı son iki asırda modern ulus-devletin, siyasî birliğin baskın modeli haline gelmiş olmasıdır. Çünkü modern ulus-devlet toplum hayatının her alanına nüfuz etmiş olup bireylerin hayatlarını neredeyse tamamen kontrol etmektedir ve bireylere karşı kullanmakta hiç te çekingen davranmadığı muazzam bir gücü kendinde toplamıştır.
Başka bir ifadeyle, modern devletin aşağı yukarı 18. yüzyılın sonundan itibaren milliyetçiliğin etkisiyle modern devletin ulus-devlete dönüşmesi bireylerin insan hakları yoluyla siyasî iktidardan korunma ihtiyacını daha da artırmıştır. Gerçekten de milliyetçilik, devleti bir araç olmaktan çıkarıp kendi başına bir amaca dönüştürmek suretiyle onu kutsallaştırmış[1] ve devletin idamesini (‘’bekâ’’sını) kamu siyasetinin temeli yapmıştır. Öte yandan, kültürel olarak homojen ‘’ulus’’ anlayışına dayandıkları için, ulus-devletler farklılık ve çeşitliliği, bu arada etnik-kültürel azınlıkları ulusun birlik-bütünlük ve güvenliğine bir tehdit olarak görmeye başlamışlardır. En büyük insan hakları ihlâlleri olan etnik temizlik ve soykırım gibi ‘’milliyetçilik suçları’’nın arkasında yatan gerçek te budur.
İnsan haklarının ne olduğuna gelince; onu bir ‘’ahlâk çağrısı’’ olarak nitelememizden de anlaşılacağı gibi, insan hakları en başta hukukî olmaktan önce ahlâkî bir kavramdır. İnsan hakları, Ayn Rand’ın deyimiyle, ‘’ toplumu ahlâk yasasına tabi kılmanın araçlarıdır’’.[2] İnsan haklarının varlığı hukuktan bağımsızdır. Ahlâkî otoritesini hukuken uygulanabilir bir bağlayıcılığa dönüştürmek için insan haklarına hukukî statü ve güvence sağlanmasına elbette ihtiyaç olsa da, insan haklarını yaratan ne anayasa ne de kanunlardır.
İnsan hakları kısaca bireylerin sırf birer insan olmaları itibariyle sahip oldukları, devlet başta olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilen en üstün ahlâkî iddialardır. İnsan hakkı ‘’her insana borçlu olunan ve haklı gerekçeleri bulunan üstün öncelikli bir iddiadır.’’[i][3] Norman Barry’nin ifadesiyle, insan hakları, ‘’insanların bir sosyal pratiğin üyeleri veya bir ahlâkî yahut hukukî ilişkinin tarafları olarak değil de insanlar olarak... sahip oldukları” haklardır.[4] Hakların -özellik olarak insan haklarının- önemi, kendi plan ve projelerini gerçekleştirmekte özgür olacakları bir ahlâkî mekânı kişilere garanti etmelerinden ileri gelmektedir.[5]
Anlaşılacağı üzere, insan haklarına ilişkin anlayışların çoğunun temelinde, bütün insanların sırf insan olmak itibariyle kişiliklerinden ayrılması mümkün olmayan bir değeri bulunduğu inancı yatmaktadır. Başka bir ifadeyle, insan haklarının altında yatan temel düşünce, dünyada ‘’insan’’ olarak, insan bireyi olarak var olmanın özel öneme sahip, (insan olmayan hayvanlardan) farklı bir varoluş biçimi olduğudur. Bununla beraber, insan hakları literatüründe ‘’insanlık durumu’’ hakkındaki bu özel kavrayışın mahiyeti hakkında birbirinden farklı yaklaşımlar ve isimlendirmeler vardır. ‘’İnsanlık durumu’’nun bu özel kavranışında saklı olan ana değer bazen özgürlük, bazen özerklik, bazen ahlâkî faillik ve rasyonellik aracılığıyla, bazen de doğrudan doğruya ‘’insan onuru’’ veya ‘’insan haysiyeti’’ kavramıyla ifade edilmektedir.
İnsan haklarının temelinde yatan birinci ana değer özgürlüktür, çoğu insan hakkı ya doğrudan doğruya özgürlük haklarıdır ya da özgürlüğün türevi veya açılımlarıdır. Temel bir insanî değer olarak özgürlük, kısaca, başta devlet olmak üzere başkalarının keyfî müdahalesi olmadan kişinin kendi plan ve projelerini gerçekleştirebileceği, korunmuş bir alana sahip olmasını ifade etmektedir. Özgürlük bireysel özerkliğin de ön şartıdır; kişinin kendi kendinin efendisi olabilmesi onun serbest tercih yapabilmesine ve karar v tercihlerini hayata geçirmesini önleyecek haricî kısıtlama ve müdahalelerden masun olmasına bağlıdır. Bu temel amaç ise ancak devletin kişilere karşı keyfî cebir uygulama potansiyelinin olabilecek en asgari düzeye indirilmesini sağlamak üzere, en başta sivil özgürlüklerin herkes için birer temel hak olarak tanınıp güvence altına alınmasıyla gerçekleştirilebilir.
İnsan haklarının ikinci bir kaynağı bireysel özerklik olabilir. Belirttiğimiz gibi, insan haklarına sahip olması kişinin özerk bir birey olabilmesi için zorunlu görülmektedir. Gevşek anlamda özerklik eleştirel ve/veya bağımsız düşünceli olmakla ilgili olup, kişinin başkalarını ve toplumsal pratikleri olduğu kadar kendisini de devamlı olarak akıl süzgecinden geçirmesini gerektirir.[6] Bununla beraber, denebilir ki, eleştirel düşünme ve sorgulama anlamındaki bu özerklik anlayışı genel olarak insan haklarına olmaktan çok, sadece serbest ifade ve eleştiri haklarına -özgürlüğe ek- bir temel olabilir.
Buna karşılık daha katı anlamda özerklik kişinin kendi kendini yönetmesini, yani kişinin tercihlerinin haricî etkenler yerine kendi iradesi tarafından belirlenmesini gerektirir. Özerk kişi bir anlamda ‘’kendisi için anlamlı ve amaçlı bir hayat kurabilen tam ve eşit ahlâkî fail’’dir.[7] Bu kavrayış esas olarak Kantçı özerklik düşüncesine dayanmaktadır. Kant bireyi kendi ahlâk yasasını koyan rasyonel ahlâkî fail olarak görür, bu çerçevede rasyonel faillik te kişinin ‘’kendisine akla uygun olarak amaçlar koyma kapasitesi’’ olarak tanımlanabilir.[8] Kant’ın ‘’kategorik buyruğu’’ kişiyi kendi başına bir amaç olarak görür ve kişiye sırf bir araç olarak muamele edilmesini yasaklar.[9]
Kimi yazarlar ve ulusal veya uluslararası hukukî metinler de insan haklarının bir kaynağı olarak ‘’insan onuru’’ kavramına atıfta bulunmaktadırlar. Nitekim Federal Alman 1949 Anayasası (m.1 ve m. 79) “insan onuru”nu başlı başına korunması gereken mutlak bir değer olarak belirlemiş ve bu hükme anayasal değişmezlik kazandırmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin 1996 Anayasası da 1. maddesinde "insan onuru"nu devletin dayandığı değerlerin başında saymıştır. Uluslararası alanda ise Sivil ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin dibacesinde, burada içerilen hakların ‘’insanın kişiliğinden ayrılamaz olan onurundan türediği’’ belirtilmiştir. Ayrıca, gerek bu Sözleşmede gerekse Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde ‘’insanlık ailesinin bütün üyelerinin kişiliğine bağlı onurunun […] tanınması(nın) dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğu’’ vurgulanmıştır.
‘’İnsan onuru’’ insan haklarına ilişkin popüler söylemde de çok sık atıf yapılan bir kavramdır. Bu atıfların bir kısmı, Jeremy Waldron’ın da belirttiği ginbi, bir tür ‘’dekoratif retorik’’’[10] olarak görülebilir. İnsan onuru kavramı ilk bakışta bütün insanların sırf insan olmak itibariyle sahip oldukları, kişiliklerine bağlı değeri anlatır görünmektedir. Bu değere inanç bazen ‘’kişilere saygı’’ formülüyle dile getirilmektedir. Aynı durum bireylere sırf birer araç olarak değil de daima bizatihi amaçlar olarak muamele edilmesine ilişkin Kantçı fikir için de söylenebilir.[11] Kant özerkliği, kendisini aksini yapmaya zorlayan empirik dürtü, eğilim ve duyguya veya kişisel çıkar isteğine rağmen, ‘’kategorik buyruk’’un içerdiği ilkeye göre hareket etme yeteneği anlamında kişinin ahlâkî kapasitesi olarak görüyordu.[12] Ama o zaman da, onur kavramının ‘’özerklik’’ ve ‘’kişilere saygı’’ gibi kavramlardan ne farkı olduğu sorulabilir.
Öte yandan, bu konuya bir kitap tahsis etmiş olan George Kateb’ın insan onuru anlayışının da kavrama fazla bir açıklık getirdiği kuşkuludur. Ona göre, insan onuru her bireyin insan olmak itibariyle ait olduğu insan türünün özel/seçkin konumundan kaynaklanmaktadır ve türümüzü ayırt eden özellikler ile başarılara katkısı olmayan bireyler bile bu özel konuma sahiptirler.[13] Böyle anlaşıldığında, her birimizin doğrudan doğruya insan olmamızdan kaynaklanan, insan kimliğimizde saklı evrensel bir değer olarak onur (dignity) kavramını ‘’şeref’’ kavramıyla karıştırmamamız gerekir.[14]
Ne var ki, bu anlamda insan onuru fikri bu yazının başında yapılan insan hakkının tanımında zaten mündemiçtir. İnsan onurunun bunun ötesinde daha açık olarak neyi ifade ettiği belli değildir. İnsan onurunun ne anlama geldiğini adeta herkesin kendi sezgisel anlayışına bırakan bu belirsizlik karşısında şu iki sonuçtan birisine varılabilir. Birincisi, insan onuru kavramı insan haklarının bir temeli olmak için yeterli açıklığa sahip değildir; yani insan haklarının kaynağının insan onuru olduğunu söylemek anlamsızdır. Ya da, ikincisi, insan onuru yukarıda kısaca tartışılan insanî varoluşun biricikliği ve üstünlüğüyle ilgili bütün fikirlerin anlamını kendisinde toplayan kuşatıcı bir kavram olmak itibariyle insan haklarının kaynağı olarak görülmelidir.[15]
KAYNAKLAR:
[1] Martin Van Creveld, The Rise and Decline of the State, 1999, ss. 259-260.
[2] ‘’Man’s Rights’’, The Nature of Government içinde, 1963.
[3] Brian Orend, Human Rights: Concept and Context, 2002, s. 34.
[4] Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, Çev. M. Erdoğan-Y. Şahin, 2018, 4. b., s. 352.
[5] Loren E. Lomasky, Persons, Rights, and the Moral Community, 1987.
[6] William A. Galston, ‘’Two Concepts of Liberalism’’, Ethics, 1995, s. 521.
[7] James Ri Otteson, ‘’Opting Out’’, The Independent Review, 2019, 2019/1, s. 21.
[8] Louis-Philippe Hodgson, ‘’Kant on the Right to Freedom: A Defense’’, Ethics, 2010, s. 795.
[9] Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kuçuradi, 2020, s. 28.
[10] Jeremy Waldron, ‘’Is Dignity the Foundation of Human Rights?’’, NYU School of Law, Research Paper, 2013, s. 29.
[11] Peter Jones, Rights, 1994, s. 98.
[12] Waldron, 2013, s. 27.
[13] George Kateb, Human Dignity, 2011, ss. 3-10.
[14] Şeref, kişinin üyesi olduğu toplum içindeki statüsüne, konum ve itibarına işaret eden bir kavramdır ve İngilizce’dek honor/honour kelimesi daha çok buna işaret eder. Onun için, bir karışıklığa meydan vermemesi için ‘’human dignity’’nin Türkçe karşılığı olarak insan onuru yerine ‘’insan haysiyeti’’ni kullanmak daha uygun görünmektedir.
[15] İnsan haklarının temellendirilmesinin daha geniş bir tartışması ve insan haklarıyla ilgili diğer teorik sorunlar için, ayrıca bkz. Mustafa Erdoğan, İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku, 5. baskı, 2018.
Yeni yorum ekle