‘’Özgürlük ve demokrasi’’nin tesisi bugün Türkiye siyasetinin en öncelikli gündem maddesi durumundadır. Bunu söylemekle, siyasî rejimimizin bu kusurunun yeni ortaya çıkmış bir durum olduğunu kastetmiyorum. Aslında Türkiye her zaman özgür ve demokratik bir siyasî rejim hedefinden şu veya bu ölçüde uzak olmuştur. Şu var ki, askerî müdahale ve gözetim dönemleri dışında özgürlük ve demokrasi hedefine hiç son yıllarda olduğu kadar uzak düşmemiştik.
Türkiye’nin bugünkü siyasî rejimini özgürlük ve demokrasi değerleri açısından değerlendirmek rejimimizin anayasal-demokratik bir rejim olup olmadığını araştırmak demektir. Anayasal-demokratik rejimler aynı anda devleti bireyler lehine olmak üzere sınırlamayı ve devlet yönetimine yurttaş katılımını sağlamayı amaçlayan rejimlerdir. Anayasal-demokratik devlet iki anlamda sınırlı bir devlettir. Devlet ilk olarak faaliyet alanı olarak sınırlıdır, yani toplum hayatının her yanını değil, sadece kamusal nitelikteki işleri sevk ve idare eder. Devlet toplumun ortak ihtiyaçların karşılanmasının zorunlu kıldığı alanın ötesine geçemez. Anayasal-demokratik devlet öte yandan faaliyetlerini anayasal ve hukukî sınırlar çerçevesinde kalarak yerine getirmek durumunda olması anlamında sınırlıdır. Kısaca, devlet kişilerin özel alanına keyfî olarak müdahale edemez ve onların hak ve özgürlüklerini çiğneyemez.
Türkiye’nin rejiminin anayasal-demokratik standartlarla bağdaşıp bağdaşmadığını veya ne ölçüde bağdaştığını belirlemek istediğimizde gözden geçirmemiz gereken başlıca sorun alanları devletin anayasal tanımı, siyasî ve idarî örgütlenme tarzı, temel hak ve hürriyetler ve hukukun üstünlüğünün durumudur. Bunlardan hukukun üstünlüğü ile ilgili sorunları ‘’Hukuk ve Adalet’’ başlığı altında ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyorum.
Devletin Tanımlayıcı İlkeleri
Türkiye Cumhuriyeti, kendi Anayasasına göre, demokratik bir hukuk devletidir. Ancak Anayasa ayrıca ‘’milliyetçilik’’i de devletin bir vasfı olarak belirtmekle bu vurguyu önemli ölçüde zayıflatmaktadır. Bunun yanında, Anayasanın aynı 2. maddesi devletin dayandığı esaslar arasında ‘’insan onuru’’na ve bireyselliğin değerine atıfta bulunmazken, demokratik cumhuriyeti komüniteryen ve korporatist çağrışımlar yapan ‘’millî dayanışma’’yla temellendirmektedir ki bu da özgürlükçü perspektifle pek bağdaşır görünmemektedir. Dahası, aynı hüküm demokratik-hukuk devleti tercihini özgürlükçü-demokratik anlayışla bağdaşmayan başka bir şartla da kayıtlanmış bulunmaktadır. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın Başlangıcında belirtilen ‘’temel ilkelere’’ de dayanan bir demokratik hukuk devletidir.
Buna karşılık, devletin anayasal tanımında ‘’laiklik’’e yer verilmesi isabetli olmuştur. Çünkü anayasal-demokratik bir devlet dünya görüşü ve ideoloji bakımından tarafsız olan, buna uygun olarak örgütlenen ve faaliyetlerini buna göre yürüten bir devlettir. Laikliğin anayasal-demokratik devletin din, mezhep ve vicdanî kanaatler karşısındaki konumunu belirleyen en önemli tarafsızlık ilkesi olduğu açıktır. Ne var ki, aynı Anayasanın çoğunluğun din anlayışını belirleyen Sünnî doktrini temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı’na kamu idaresi içinde yer vermesi bu ilkesel bağlılık iddiasıyla bağdaşmamaktadır. Bu durum sadece çoğunluk dininden olmayanlar bakımından değil Sünnî İslam yorumuna bağlı olanlar bakımından da vicdan ve din özgürlüğü temel hakkıyla bağdaşmamaktadır.
Bu bahiste sonuç olarak, hususları dikkate alacak ve ayrıca kültürel çeşitlilik gerçeğini ve adem-i merkeziyet ilkesini de vurgulayacak şekilde devletin anayasal olarak yeni baştan tanımlanmasına ihtiyaç vardır.
Temel Hak ve Hürriyetler
Anayasal-demokratik bir sistem için evrensel insan hakları anlayışına uygun bir temel haklar rejimi ve uygulamasının varlığı hayatî önem taşımaktadır. Ne var ki, Türkiye’nin halihazırdaki durumu her iki bakımdan da ciddî kusurlarla maluldür. Nitekim 1982 Anayasasının öngördüğü temel haklar rejimi hem -1995 ila 2010 yılları arasında uğradığı olumlu yöndeki değişikliklere rağmen- halâ evrensel standartları tam olarak karşılamaktan uzaktır, hem de özellikle son yıllardaki uygulamada genellikle bu konudaki anayasal güvencelere bile riayet edilmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başta ifade özgürlüğü, kişi güvenliği ve adil yargılama haklarıyla ilgili olanları olmak üzere, sık aralıklarla ve düzenli olarak verdiği hak ihlâli kararlarının ortaya koyduğu son derece kötü olan sicili ve ayrıca son yıllarda maalesef sık sık Mahkeme’nin kararlarına uymaktan kaçınmasının Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nden çıkarılabilecek bir noktaya getirmiş olması bunun en büyük kanıtıdır.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye’de gerek anayasal düzenlemeden gerekse idarî ve yargısal uygulamadan kaynaklanan temel hak sorunlarının arkasında, en başta, devlet-toplum ilişkileri hakkındaki yerleşik özgürlük karşıtı bir anlayış yatmaktadır. Bu, siyasî birliği devlet merkezli olarak kavrayan ve buna paralel olarak devletle toplum arasında devletten yana bir ahlâkî hiyerarşi kuran ‘’hikmet-i hükûmet’’ felsefesidir. Bu felsefeye bağlı olan Türkiye’nin devlet ve siyaset eliti, yurttaşları insan olmak sıfatıyla vazgeçilmez haklara sahip olan özgür ve özerk bireyler, başka bir deyişle sorumlu ahlâkî failler olarak görmemektedir. Buna, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin son on yıldır izlediği her ne pahasına olursa olsun iktidarını sürdürme kaygısının insan haklarının korunması üzerindeki olumsuz etkilerini de katmamız gerekiyor. Bütün bunların sonucu olarak, bugün Türkiye’de özgür bir toplum ve demokratik bir siyaset için zorunlu olan özgür kamusal tartışmanın ve serbest ve adil seçimlere dayalı iktidar yarışının zemini neredeyse tamamen ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Bu durum Türkiye’nin sahici anlamda hür ve demokratik bir rejime kavuşması için, başta temel hak ve özgürlükler rejimini düzeltmek için olmak üzere, bu amaca uygun anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Fakat bu yeterli değildir, çünkü temel hakların korunması mevzuatın iyileştirilmesiyle ilgili olduğu kadar, yargı uygulamasının onunla paralel gitmesine de bağlıdır. Kabul edelim ki, son yıllarda temel hakların korunmasıyla ilgili sorun sadece siyasî ve idarî kadroların ortak yarar ve adalet amacından sapmalarından değil, yargının meslek mensuplarının da artık iyice göze batan ehliyet ve liyakat noksanından da kaynaklanmaktadır. Mahkemelerimiz, hikmet-i hükûmet zihniyetini içselleştirmiş bulunan ve siyasî tarafsızlıklarından emin olamadığımız bir yargı personeli ile ne ‘’hak-eksenli’’ bir yargısal tutum geliştirebilir, ne de ‘’adalet dağıtabilir’’ler. Onun için, temel haklar meselesinde gerçekten mesafe kat etmek istiyorsak, bir yandan hukuk eğitim ve öğretiminin kalitesini artıracak tedbirler almak, bir yandan da yargı kadrolarını ehil hukukçularla donatmak zorundayız.
Devletin Siyasî ve İdarî Örgütlenmesi
Türkiye Cumhuriyeti’nin halihazırdaki siyasî ve idarî yapısı da demokratik rejim standartlarıyla tam olarak uyuşmamaktadır. Siyasî yapı söz konusu olduğunda, 2017 anayasa revizyonu ile hükûmet sistemi değişikliği adı altında aslında Latin Amerikan tarzı ‘’Başkancı’’ bir rejime geçilmesiyle bu durum daha da belirginleşmiştir. Böylece, öteden beri zaten zayıf olan ‘’kuvvetler ayrılığı’’ ilkesi tamamen terk edilirken, yasama organının güçsüzleştirildiği ve Başkanın gölgesinde kaldığı, yargının da Başkanın vesayeti altına konduğu bir tek adam rejimine kilitlenmiş bulunuyoruz. Böyle bir devlet sisteminde ne özgürlük korunabilir -ki korunamıyor-, ne de demokrasi inşa edilebilir -nitekim bugün demokrasiden de çok uzaklaşmış bulunuyoruz. Bu durum bir yandan ‘’kuvvetler ayrılığı’’na ve yasamanın güçlendirilmesine dayanacak, öbür yandan ‘’denetler ve dengeler’’ mekanizmalarına yer verecek şekilde, devlet sisteminin yeniden düzenlenmesini acil bir ihtiyaç haline getirmektedir. Bu münasebetle, siyasî partiler ve seçim mevzuatının da liberal-demokratik rejim gereklerine uygun olacak şekilde reforma tabi tutulması zorunludur.
Kamu idaresinin örgütlenmesine gelince, bu alanda da demokratikleşmeye katkı yapacak ve kamu hizmetlerinde etkinliği artıracak düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç vardır. Türkiye’nin idarî yapısı fazlasıyla merkeziyetçidir ve hantal bir işleyişe sahiptir. Onun için, bu durumun telâfisi için en başta merkeziyetçiliği azaltırken yerel yönetim birimlerini hukukî ve siyasî olarak güçlendirecek anayasal ve yasal değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ayrıca, idarî teşkilât içinde yer alan gereksiz birimleri veya fazlalıkları tasfiye edecek ve işlevleri bakımından benzer nitelikte olanları birleştirecek bir örgütsel sadeleştirmeye ihtiyaç vardır. Bu arada Radyo ve Televizyon Üst Kurulu -hatta TRT- gibi iktidardaki siyasî çoğunluğun medyayı manipüle etme veya propaganda aracı olarak işlev görmekten başka bir işe yaramayan fazlalıklardan da kamu idaresini, daha doğrusu ülkeyi kurtarmak uygun olacaktır.
Kaleminize kuvvet yüreğinize…
Kaleminize kuvvet yüreğinize sağlık. Hastalıkları bi hakkın teşhis etmişsiniz. Bu badireden kurtulmamız lazım.
PARTİİÇİ DEMOKRASİ-GENEL…
PARTİİÇİ DEMOKRASİ-GENEL DELEGE SEÇİMİ
Sistem tartışmalarının gündemde olduğu şu günlerde demokrasi için en büyük engel olan içerisinde demokrasi olmayan partilerin yapısını da tartışmalıyız.sonuçta küp içindekini sızdırır
partilerin içinde demokrasi olmassa ülkede nasıl demokrasi olacak.Partilerde bir lider ve genel merkez sultası vardır.Bu da siyasi partiler yasasından kaynaklanmaktadır.bu durum düzelmeden yapılacak demokrasi veya sistem tartışmaları bizi bir sonuca ulaştırmaz
partilerin işleyişinde en temel yapı olan delege sistemi yanlıştır.bugün mahallelerden başlayarak ilçe,il ve genel kongreleri şeklinde bir seçim sistemi vardır.Gerçekte hepimizin bildiği genel başkanın delegelerinin genel başkanı seçtiği kapalı sistem vardır.partilerin üyeleri mahalle delegelerini seçer daha doğrusu delege ağalarının, ilçe başkanlarının ellerine tutuşturduğu listeyi sandığa atarlar.üyelik gönüllüdür
pekala üyeler partilerin delegelerini seçme hakkını kimden alırlar.işte burada seçmenler ile üyeler arasında bir vekalet ilişkisi yoktur.halbuki partilerin finansmanını devlet yardımı adı altında bütün seçmenler yapar .partiler yerel yada merkezi yönetimlerde seçmenlerin vergilerini harcama yetkisine sahip olurlar.
Bu nedenle bütün seçmenler oy verdiği partilerin doğal üyesidir ve delegeleri seçmenler seçmelidir.delege seçimi genel seçimler gibi bir vatandaşlık görevi olmalıdır.partilerin iç işleyişinin demokratik olması zorunluluk olmalıdır.önerim partilerin delegelerinin genel bir seçimle seçilmesidir.
GENEL DELEGE SEÇİMİ (GDS).
Ortalama 300 seçmenin oy kullanacağı her sandıktan 10 delege seçilmesidir.her %10luk dilim 1 delegedir artık oylar küçük partilere kalır.isteyen her seçmen oy kullanacağı sandıktan e devlet üzerinden aday olacağı partiye 100TL bağış yaparak aday olabilir.
seçmenler 3 adaya oy verebilir.farklı partilerden adaylara da oy verebilir.böylece ülke çapında 200 bin sandıktan 2 milyon delege seçilir.Bu delegelerin 3 görevi olur.
1 partilerin yönetimlerini seçerler.
2 partilerin adaylarını seçerler.
3 referandumlarda oy kullanırlar.
Partilerin örgütlenmeleri mahallelerden başlayan bir yapıyla olmalıdır.parti meclisi üyeleri mahallelerde delegeler tarafından genel seçim ile seçilmelidir. Mahallelerde ortalama 3 bin seçmenden oluşacak şekilde seçim bölgeleri oluşturulur.
Partlerin meclisi seçim bölgesinde 5 komisyondan oluşur..1-adalet ve emniyet 2-eğitim 3-sağlık 4-ekonomi 5-sosyal hizmetler.seçim bölgesinde herbiri 3 er kişiden oluşan 5 komisyonda 15 parti meclisi üyesi olur.
Parti meclisi üyeleri seçim bölgesindeki bir okulda her haftasonu seçmenler ve delegeler ile toplantılar yaparlar.
delegelerin yaklaşık %6 sına karşılık 1 parti meclisi üyesi seçilir.her seçim bölgesindeki seçilen 100 delege aldıkları oy oranına göre seçim bölgesinde partilerin meclisine üye seçer.ilçe,il ve genel merkez içinde bu 5 komisyon şeklinde yapı oluşur.parti meclisi üyeleri her komisyonda partilerinin ilçe,il ve genel merkez için 5er kişiden oluşan temsilcilerini seçerler.
Böylece yaklaşık partilerin 5 komisyonda ülke çapında toplam 300 bin parti meclisi üyesi olur. Partilerin genel merkezleri komisyon üyelerinin 5 komisyon için seçeceği 5er kişi ve dışişleri ,savunma komisyonlarından oluşacak toplam 35 kişiden oluşur
partiler bu yapılarıyla mahallelerden başlayarak vatandaşların gerçek sorunlarına çareler arayan bir sisteme kavuşur.siyaset din ,laiklik,türk,kürt kısır tartışmalarından çıkar ve seçmenlerin problemlerini çözmeye çalışan bir yapıya kavuşur
partilerde tabandan başlayan seçimle genel merkeze doğru giden bir yapılanma lider sultası ve tek adam düzenini bitirir. “partilerde adayları kim belirlerse partinin sahibi odur.”demiş bir abd li siyaset bilimci.parrilerde en yetkili siyasetçiler seçmene en yakın konumda olan siyasetçiler olmalıdır.
bu sistemde partilerin sahibi millet olur.adayları milletin delegeleri belirler.sistem tartışmalarına buradan başlamak gerekir.gömleğin ilk düğmesi partiiçi demokrasidir.ilk düğme yanlış iliklenirse iki yakamız biraraya gelmez.bugün yaşadığımız problemlerin sebebi partiiçi demokrasinin olmamasıdır.bugünkü yapılarıyla partilerin milletin problemlerine çare olmasını bırakın kendileri problem haline gelmiştir.siyaserçilerin denetimi seçimden seçime değil düzenli olarak delegeler ile yapılacak referandumlar ile sağlanır.önemli problemlerde suriyeliler meselesi,kanal istanbul,borçlanma gibi son sözü delegeler söyler.temel hak ve özgürlükler,seçim sistemi, delegelerin refandumlar ile yapacağı şekilde anayasal güvence altına alınır ve siyasetin gündeminden düşer.herkes de bilir ki bu ülkede temel hak ve hürriyetler siyasetçilerin değil milletin güvencesi altındadır.anayasa değişikleri delegelerin katılacağı referandumlarda nitelikli çoğunluk ile yapılır.Partilerin sahibi millet olursa devletinde sahibi de millet olur.o zaman gerçekten egemenlik kayısız şartsız milletin olur. Bugün gerçekte olan egemenlik kayıtsız şartsız liderindir noktasındadır.
MİLLET SAHİBİ OLAMADIĞI PARTİNİN ,SİYASETÇİNİN MARABASI OLUR.
Yeni yorum ekle