Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) siyaset sahnesine çıkalı 23 yıl oldu; Tayyip Erdoğan’ın siyasî kariyeri ise, yerel siyasetteki tecrübesiyle birlikte 30 yılı doldurmuş bulunuyor. Ben ilk defa oy kullandığım 1977 seçimlerinden de önce Türkiye siyasetini gözlemeye başlamış bir vatandaş olarak, Erdoğan’ın bu 30 yıllık siyasî serüvenini hem bir vatandaş hem de bir sosyal bilimci olarak yakından izledim. Bu yazıda sayın Tayyip Erdoğan’ın bu uzun siyasî kariyeri hakkında bazı gözlem ve değerlendirmeler yapacağım ama en başta şunu söyleyeyim ki, Türkiye’nin çok-partili siyasî hayat tecrübesini göz önüne aldığımızda, başlangıçta verdiği belli-belirsiz imajın aksine, Erdoğan’ın siyasî performansı pek şaşırtıcı olmadı, aksine çok-partili dönemin derslerini doğrulayan yeni bir örnek oldu.
Ne demek istediğimi, esas olarak, biri AKP’nin kurulması aşamasında, diğeri Erdoğan’ın Başbakan olarak ilk atanması üzerine yazdığım iki ayrı yazıdaki durum tespiti ve uyarılarımdan hareketle anlatmaya çalışacağım. AKP ve siyasetçi Erdoğan hakkındaki yazılarımın ilki 10 Temmuz 2001 tarihli Radikal gazetesinde ‘’Tayyip Erdoğan’ın ‘Liberal’ Açılımı’’ başlığıyla çıkmıştı. Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın önderlik ettiği grubun yeni bir parti kurma arayışı içinde oldukları sırada kaleme aldığım bu yazıda ‘’yenilikçi’’ oluşumun ‘’önündeki potansiyel fırsatlar ve açmazlar’’ı ele almıştım.
O yazıda, bir süre sonra AKP olarak ortaya çıkacak olan yeni oluşumun önündeki fırsatları şöyle formüle etmiştim:
‘’Bir kere, halihazırdaki siyasi partiler gerek bir bütün olarak gerekse tek başlarına Türkiye toplumunun güvenini yitirmiş görünüyorlar. Yapılan bütün kamuoyu yoklamaları seçmen kütlelerinin gerçekten ‘yeni’ bir oluşumun beklentisi içinde olduklarını gösteriyor. İkincisi, Türkiye’nin carî sistemi her bakımdan tıkanmıştır, problem çözme ve karar alma kabiliyeti kalmamıştır. Dahası, bu sistem Türkiye toplumu üzerinde artık bir yük haline gelmiştir, toplumsal dinamiklerin gerisinde kalmıştır, toplumu tutmaktadır. Üçüncüsü, Türkiye’nin globalleşmenin gereklerine uyum göstermesi ve Avrupa Birliği üyeliğine hazırlanması sadece acil bir ihtiyaç değildir, aynı zamanda yaygın bir toplumsal talep halini de almıştır. Oysa, Türkiye’nin halihazırdaki statükosu –kimi göstermelik çabalarına rağmen- gerçekte buna direnmektedir. Nihayet, ‘dürüst politikacı’ özlemi artık herkes için yakıcı bir istek haline gelmiştir.’’
(Tayyip Erdoğan’ın ‘Liberal’ Açılımı’’, 10 Temmuz 2001)
Benim görebildiğim yeni oluşumun önündeki başlıca tehlike ise ’’cari sistemin patronaj ağları içinde kaybolmak ve popülizme teslim olmak’’tı. ‘’Bu yola sapılması yeni oluşuma belki halihazırdaki yapı içinde bir ölçüde tutunma şansı verir(di) ama (…) böyle bir durumda Erdoğan’ın partisinin mevcut partilerden hiçbir farkı kalmaz ve kurulu düzenin sıradan bir elemanı haline dönüşür(dü).’’ (aynı yazı)
Yine bu yazıda, Tayyip Erdoğan’ın ‘’liberal’’ bir parti kuracağı söylentileri dolayısıyla da, konjonktürün gereği olarak bazı liberal unsurlar içerebilirse de, yeni oluşumun esas itibariyle ‘’muhafazakâr demokrat’’ kimlikli bir parti olabileceğine işaret etmiştim: ‘’Öyle sanıyorum ki, Tayyip Erdoğan’ın siyasî geçmişi de göz önünde bulundurulursa, o ancak, bir ölçüde ‘liberal’ bir renk de taşıyan ama özünde muhafazakâr-demokrat bir hareketin lideri olabilir.’’ (aynı yazı) Bilâhare bu niteleme gitgide yaygın bir kabul gördü ve AKP de iktidara geldikten bir süre sonra resmen kendisini ‘’muhafazakâr-demokrat’’ olarak tanımlamaya başladı.
Radikal gazetesinde çıkan bu tahlilden hemen hemen iki yıl sonra, Tayyip Erdoğan’ın yasağı kalkıp milletvekili seçilmesi ve ardından Başbakan olarak atanması vesilesiyle, o tarihte köşe yazarı olduğum Dünden Bugüne Tercüman gazetesinde ‘’Türkiye’nin Yeni Başbakanı’’ Tayyip Erdoğan’a uyarılar ve tavsiyeler içeren bir yazı daha kaleme aldım (17 Mart 2003). Yazı esas olarak iki nokta üzerinde odaklanıyordu: hukuka saygı ihtiyacı ve ‘’çoğunluk egemenliği’’ sapması.
Kendisine yaşatılan nahoş tecrübe dahil 28 Şubat döneminin hukuksuz ve ‘’hukuku siyasallaştıran’’ uygulamalarından ders çıkararak, yeni Başbakanı kendi iktidarında ‘’hukuk nosyonunu önemsemeye ve hukukun bağımsızlığına riayet etmeye’’ çağırıyordum. Bu arada yargının bağımsızlığıyla ilgili olarak ta, mahkemelerin hükûmet karşısında kendilerini siyasî baskıdan ‘’emin hissetmelerini sağlamasını’’ tavsiye ettim. Ayrıca, ceza mevzuatı başta olmak üzere Türkiye’nin hukuk sisteminin özgürlük ilkesi doğrultusunda ciddî olarak yenilenmesinin acil bir ihtiyaç olduğuna sayın Başbakanın dikkatini çektim.
Bu çağrı veya tavsiyeye ek olarak aynı yazıda yeni Başbakana bir de ‘’çoğunluk egemenliği’’ sapmasından kaçınması uyarısı yaptım: Türkiye’de muhafazakâr tabana dayanan siyasî parti ve liderlerde, genellikle, demokrasiyi “çoğunluk egemenliğine” indirgeme eğilimi vardır. (…) Erdoğan yönetiminin ‘millî irade’ci iğvaya kapılmamasının yurttaşlar olarak hepimizin ‘hukuku’nun muhafazası açısından hayatî bir gereklilik olduğunu hatırlatmaktan kendimi alamıyorum.’’
Bu arada, bir önceki yazıdakine benzer bir tehlikeye yeni Başbakanın dikkatini tekrar çektim, ‘’zamanla içinden geldiği toplumsal tabakanın özlem ve beklentilerini unutarak statüko güçlerine uyum sağlama tehlikesine yani. (Tercüman, 17 Mart 2003)
Toparlarsam, söz konusu iki yazıda sayın Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak -bugün çoğu maalesef büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmış olan- şu tespit, tavsiye ve uyarıları dile getirmiştim:
- 2001-2003 tarihi itibariyle AKP ve Erdoğan’ın önünde siyaseten değerlendirilmeyi bekleyen önemli konjonktürel fırsatlar vardır: siyasal sistem tıkanmış, mevcut partiler toplumun güvenini yitirmiştir, toplumda yeni bir parti beklentisi vardır; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin ve küreselleşmenin gereklerine uyum meselesi askıdadır.
- AKP’nin önündeki tehlikelerden biri ’’cari sistemin patronaj ağları içinde kaybolmak ve popülizme teslim olmak’’tır.
- Hukuk sisteminin özgürlükçü doğrultuda baştanbaşa yenilenmesi, yargı bağımsızlığının sağlanması ve bununla tutarlı olarak hukuka saygı ve mahkemelerin bağımsızlığına riayet şarttır.
- Özgürlükçü-demokratik bir sistem için, ‘’millî irade’’yi kutsallaştırmak suretiyle çoğunluğun yönetme hakkını ‘’çoğunluk sultası’’na dönüştürmekten kaçınmak şarttır.
- AKP’nin önündeki potansiyel bir tehlike de statükoya uyum sağlama ihtimalidir.
AKP camiasına ve liderine bu ve benzeri uyarıları daha sonra da yapmaktan geri durmadım, halâ da yapmaya devam ediyorum. Şimdi kısa bir değerlendirme yapalım.
AKP 2002 sonunda hükûmet etme sorumluluğunu resmen üstlendikten sonra, başlangıçta söz konusu ‘’konjonktürel fırsatlar’’dan yararlanma amacına bağlı kaldıysa da, aşağı yukarı 2007 ortalarına kadar statüko güçlerinin kuşatması altında ve düşmanca sayılabilecek bir siyasî ‘’çevre’’de icra-yı faaliyet etmek zorunda kaldı. Bu yüzden de, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin gereklerini kısmen yerine getirmek dışında, carî sistemi rahatsız edebilecek boyutta reformist hamleler yapamadı. Ama öte yandan bu zoraki pasifizm AKP’yi en azından iktidarının ilk yıllarında ‘’gücün saptırmasından’’ da korumuş oldu.
Ne var ki, 2007 yılındaki genel seçimlerde elde ettiği oy oranının % 50’ye yaklaşmasının da etkisiyle 2008’den itibaren AKP’nin kendisine güveni arttı ve bu güven onu daha muktedir olarak hareket etmeye cesaretlendirdi. Bu arada 2009 yılında bir yandan askerî yargının alanını daraltan yasal düzenlemeler yapılırken, bir yandan da Kürt sorununun barışçı çözümünü amaçlayan ‘’Çözüm Süreci’’ başlatıldı. Ama aynı zamanda bu güçlenmeye yavaş yavaş yukarıda özetlediğim sapma belirtileri de eşlik etmeye başladı.
AKP’nin otoriterliğe gidişini 2013 Mayıs’ında patlak veren ‘’Gezi Olayları’’ ve Aralık sonundaki yolsuzluk skandalı hızlandırdı. Ama otoriterliğin arka planında, demokrasiyi yanlış anlaşılan bir ‘’millî iradeyle’’ özdeşleştirme düşüncesi yatıyordu. Demokrasiden sapmanın bir işareti olarak, öngörmüş olduğum gibi, AKP’de ‘’millî irade’’ci söylemin ön plana çıkmaya başlaması, zaman içinde AKP’lileri çoğunluk yönetimini ‘’çoğunluk egemenliği’’ olarak algılama noktasına getirdi. Özellikle 2011 genel seçimlerinden daha büyük bir başarıyla çıkmasından sonra AKP’liler parlamentodaki kendi çoğunluklarını ‘’millî irade’’yle özdeşleştirmeye başladılar; bu da onları zamanla muhalefeti yok saymaya, parlamentodaki muhalif partileri meşru demokratik aktörler olarak görmemeye yöneltti.
Öte yandan, AKP’nin millî irade tekelciliği aynı zamanda onun popülist-otoriterlik sapması için de uygun bir zemin oluşturdu. Populizm sapması, taraftarları nezdinde Erdoğan’ın partisini ayrıcalıklı bir mevkiye yükseltirken muhaliflerini de ‘’halkın düşmanı’’ konumuna itiyor, böylece AKP sadece siyasal alandaki değil sivil alandaki muhalefete karşı da milletin çıkarlarının ‘’gerçek’’ temsilcisi ve koruyucusu olarak algılanıyordu.
Bu sapmaların müessif sonuçlarından biri, AKP’nin ikinci dönem icraatının en büyük kurbanının hukuk, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı olmasıdır. Başlangıçta korktuğum ihtimal maalesef gerçekleşti ve AKP iktidarı 2013’ten sonra hukuka saygıdan sapmakla yetinmeyip, zamanla hukuk kavramını yok etmeye, hukuku yozlaştırmaya ve bu arada yargıyı da kendisine bağımlı hale getirmeye koyuldu. Böylece ülkede ‘’hukuk’’ siyasette ve sivil alanda AKP’ye muhalif olan veya ona eleştirel bir mesafede duran herkesi etkisizleştirme aracına dönüştürüldü. Bunun sonucu bütün ülkede haksızlık ve adaletsizlik hüküm sürmeye başlaması oldu.
AKP’nin bu yönelimi zamanla kendisinin başlangıçtaki kimlik algısıyla da tenakuz teşkil eden daha tehlikeli bir noktaya evrilmeye başladı. Bu süreç, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma tutkusunun tutsak ettiği Erdoğan’ı statüko güçleriyle ittifak yapmaya kadar götürdü. Bu sapmada 2013’teki yolsuzluk skandalının ve ardından 2016’daki darbe girişiminin elbette büyük etkisi vardı. AKP ve Erdoğan iktidarı kaybetmemek uğruna statüko güçleriyle ittifak kurmak ve bu arada MHP’yi yanına ortak olarak almak zorunda kaldı. Erdoğan’ın partisi artık devletçi ve Türkçü-milliyetçi bir partiydi. Böylece AKP kendi programından vazgeçerek, baştan beri kendisine karşı siyasî mücadele yürüttüğü varsayılan ‘’Devlet programı’’nı uygulamaya angaje oldu. Bu olay AKP ve Erdoğan’ın siyasî kariyerindeki kilit noktasıdır.
Aşağı yukarı 2017’den itibaren AKP’nin de benimsediği söz konusu ‘’Devlet programı’’nın ise başlıca üç ayağı var: Gülen Cemaati’nin kökünün kurutulması, Kürt sorununda güvenlikçi yaklaşımın hâkim kılınması ve genel olarak AKP öncesi statükoya geri dönülmesi. Yeni AKP artık Kürt meselesinde şiddet yerine barışçı çözüm için risk alan AKP değildir. Devlet programının dışa dönük bir uzantısını da Kıbrıs’ta çözümün reddi ve Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin adı konmamış bir vilâyeti olarak kalması oluşturuyor. (AKP iktidarının Metin Feyzioğlu’nu KKTC’ye Büyükelçi olarak atamış olması Erdoğan’ın ideolojik-programatik savruluşunun olduğu kadar, Kıbrıs meselesinde devletçi çizgiye ricat ettiğinin de sembolik bir ifadesidir)
AKP’nin siyasî performansının başlangıçtaki kendi kimlik algısı bakımından belki de en ironik olan sonucu, geniş kitlelerin ‘’dürüst siyasetçi’’ özlemine verdiği tuhaf cevaptır. Bu cevabın halkın siyasette dürüstlük beklentisini karşılaması şöyle dursun, AKP’nin iktidar döneminde siyasî yozlaşma zirve yapmıştır. Hatırlanacağı gibi, AKP başlangıçta öncelikli vaatlerini 3Y formülü ile özetliyordu: Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasakların kaldırılması. Oysa 20 küsur yıl sonunda AKP iktidarının geldiği noktada yürürlükteki hukukun neredeyse tamamen bir yasaklar sistemine dönüşmesine ve yoksulluğun azalmak yerine daha da yaygınlaşıp derinleşmesine ek olarak, bugün yolsuzluk ve kamusal kaynakların partizan yağmalanması AKP döneminin karakteristik özelliği haline gelmiş bulunuyor. Çok-partili siyasete geçtikten sonra hiçbir dönemde kamu kaynakları partizan amaçlarla bu kadar yağmalanmamıştı.
Sanırım bu yazıya bir ‘’sonuç’’ yazmaya gerek yok.
Yeni yorum ekle