Bu Krizin Adı Ne?

14 Temmuz 2025

Felaketten felakete, krizden krize savrulmaktan yorulan kalabalıklar artık bunu kanıksamış görünüyor. Ancak bu savruluş tükenişe sürüklüyor. Çoğunluk, tükenişe doğru gidişi menzile ulaşmak için yapılan bir yolculuk sanarken pek az insan itirazda bulunup çözüm önerileri getiriyor. Çözüm olarak da ezbere bilinen ve daha önce işe yaramamış reçeteler sunuluyor. Hatta çözüm önerisi denilen şeylerin neredeyse tamamı bu sorunları doğuran anlayışın ürünü. Hâlbuki reçeteden önce teşhis gerekli. Yanlış teşhis ile doğru tedavi yapılmaz. Önce durumu doğru teşhis etmek gerekir.

Depremden teröre, ekonomik krizden işsizliğe, eğitimden adalete kadar akla gelebilecek tüm alanlarda yaşanan krizlerin kökeninde ahlak kavramı yer alıyor. Kreşten üniversiteye, vakıf ve derneklerden Kuran kurslarına kadar –resmi, özel, gayrı resmi- dini ve seküler eğitime bu denli personel, kurum, zaman, para ayırıp istenilen sonuçlara ulaşılamıyorsa bir sorun var demektir. Bir inancı, bir ideolojiyi temsil iddiasındaki yapıların kurumsal olarak ahlaken izahı olmayan icraatlarda bulunmasının, insanların bireysel olarak yapıp etmelerinin ahlaki anlamda çürümeye işaret etmesinin sebebi aynıdır: Ahlaki yozlaşma.

Image

Weber’e göre Batı’da kapitalizmin ulaştığı başarı Katolik ahlakından Protestan ahlakına geçişle gerçekleşmiştir. Max Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde vurguladığı Katolik ve Protestan ahlakı arasındaki en belirgin fark; Katoliklerde "dünyevi çilecilik” “ayinler/bağışlarla kurtuluş” üzerine kurulu anlayış öne çıkarken, Protestanlarda “Lüksü günah sayan, tutumluluğu önemseyen, çalışarak Tanrı'ya hizmet edileceğine inanan bir ahlak anlayışının” öne çıkmasıdır. Yani Weber; Rönesans ve reformlar, bilimsel-teknolojik gelişmeler, sanayi devrimi, sömürgecilik hareketlerinden çok kapitalizmi başarıya götüren şeyi ahlak anlayışına bağlar. Bu noktada vurgulanan mesele çile, uzlet, ayin ile değil eylemlerin iyi, doğru, nitelikli oluşu ile Tanrı’nın rızası kazanılabilir anlayışının ahlakın temelini oluşturmasıdır.* Yani bir Protestan dünyaya dair bir iş yaparken onu mükemmel biçimde yapmak, muhatabını aldatmamak, yaptığı iş sebebiyle ötekine zarar vermemek noktasında son derece hassastır. Bu ahlak anlayışı özellikle Avrupa’nın kuzeyinde “refah” konusunda tüm dünyanın imrenerek takip ettiği başarılı örnekler vermiştir.

Avrupa’nın kuzeyinde az sayıda müreffeh toplum sonradan sekülerleşse de temellerini Protestan ahlakı üzerine kurmuştur. Ancak vahşi kapitalizm dünyanın geri kalanında çeşitli ve büyük sorunlar yaratmıştır. Zira her toplumun ahlak anlayışı birbirinden farklıdır. Bu bağlamda Prof. Dr. Cengiz Anık Modernitenin Meşruiyeti ve Emek* adlı eserinde gelinen noktada kurtuluşun ancak Maturidi ahlakı ile olacağını savunur. Alternatif bir ahlak anlayışı ile inşa edilmeden ne toplumsal ne de bireysel sorunların çözülebileceğini vurgulayan Anık, ahlak kriterlerini “ adalet, muavenet, haya, basiret ve şecaat ” kavramları etrafında detaylandırır.

Hülasa ahlak; cinsellik, kumar, içki, kılık kıyafet ya da hak ve özgürlüklerle sınırlanacak denli basit bir kavram değildir. Ahlak toplumların imarında da çözülüp yok olmasında da son derece belirleyici bir yere sahiptir.

Peki, bu toplumun ahlak anlayışı nasıl sonuçlar doğurmuştur? Bu toplum, birbirine karşı düşmanca tavırlar sergileyen farklı kesimlerden oluşmaktadır. Ve bu da bitmeyen çatışmaların konusudur. Bu çatışmalarda hatipler birbirlerine karşı en çok “ahlak, dürüstlük, adalet vb.” kavramlar ile örülmüş eleştiriler yöneltir. Hemen tüm taraflar birbirlerini ahlaki noktadan eleştirirken, aslında üzerinde anlaşılmış ortak bir ahlak kavramından söz etmek mümkün değildir. Toplumun bir kesimi ahlakı “Allah’ın emir ve yasaklarına uymak.” olarak anlarken, diğer kesim de hak ve özgürlükler temelinde salt dünyevi bir ahlak anlayışını öne çıkarır. Bir kesim cinsellik, alkol, kumar, kılık-kıyafet ile ahlakı sınırlarken, diğer kesim bunları ahlakın konusu olarak görmez. Hâlbuki ahlak kavramı pekâlâ tüm taraflar için, tüm inanç ve ideolojiler için “insanın; eylemleriyle ötekine doğrudan ya da dolaylı olarak zarar vermemesi ve ötekinin haklarına saygı duyması, onları koruması”  temel prensibine dayandırılabilir. Böyle olmadığında maalesef her gün tekrar tekrar şahit olunan olumsuzluklar yaşanır. Bir felaketten diğerine bir krizden ötekine savrulan bir kalabalık ortaya çıkar.

Kendi hak ve özgürlüklerinin “haklı olmasa bile” korunmasını ahlakın temeline oturtan, ötekini yok sayan anlayış meşruiyetin kaynağını da “kendisi, inancı, ideolojisi” olarak tayin eder. Yapıp etmelerinin meşru-ahlaki olup olmadığını da bu zeminde ele alır. “Kendisini, ideolojisini, inancını” meşruiyetin kaynağı olarak gören ve olup bitenleri bunların çıkarına olup olmadığı noktasında değerlendiren anlayış “Kol kırılır yen içinde kalır, bu kritik süreçte bunları konuşmak doğru değil.” gibi ahlaken son derece çirkin bir prensip üretmiştir. “Kol kırılır yen içinde kalır, bu kritik süreçte bunları konuşmak doğru değil.” demek şu anlama gelir: İdeolojimizin, inancımızın iddiaları ile çelişiyoruz. Ama bunları “ötekiler” duymasın. Yüce amacımıza ulaşmak için mücadele ederken bu yanlışları-hataları gizlemekte hiçbir sakınca yoktur. Bu bağlamda tenkitleri sürdüren mensuplar olursa derhal “ihanetle, karşı saflara geçmekle, ajanlıkla” suçlanır ve telin edilir. Tekrar aynı grup içinde yer alması imkânsız hale getirilir. Bu anlayışta olmayan herhangi bir dernek, cemaat-tarikat, partiden söz edilebilir mi? Eğer söz edilemiyorsa bugünkü manzara kaçınılmazdır. Hâlbuki ahlak “ötekine zararı dokunmamak” anlayışı üzerinden tanımlasa ortaya başka bir manzara çıkar.

Türkiye’de hedeflerine ulaşmak için ahlaki ilkeleri, kanunları, kuralları çiğnemeyecek, eğip bükmeyecek bir dernek, örgüt, parti var mıdır? Özellikle birbirlerine karşı olan gruplara kulak verilirse daha iyi görülür ki böyle bir örgüte rastlamak mümkün değildir. Türkiye’de bugün “evet” dediğine yarın “hayır” demeyecek, bugün düşman olarak kodladığını yarın dost olarak görmeyecek, dün iyi dediğine bugün kötü demeyecek herhangi bir örgüt, dernek, cemaat, parti var mıdır?

Hülasa sekülerinden dindarına, Atatürkçüsünden milliyetçisine, solcusundan sağcısına kadar toplumun tüm kesimlerine hâkim olan anlayış “Zafer yolunda her şey mubahtır.” Bireysel bağlamda da ahlakın temellerini “çıkar” kavramı oluşturur. Bu ahlak anlayışı ile yol almak mümkün değildir.

Depremde; kaçak yapı yapan vatandaş, imar izni veren devlet, ucuza kaçan müşteri, malzemeden çalan müteahhit, işten kaytaran usta aynı ahlak anlayışına sahiptir.

Adalette verdiği kararla çıkar sağlayan hâkim, cesaretle davranmayan savcı, salt kendi çıkarının korunmasına adalet diyen vatandaş aynı ahlak anlayışına sahiptir.

Bir seçimde ak dediğine öbür seçimde kara diyen parti lideri, dün kötü dediğine bugün iyi diyen parti sözcüsü, dün savunduğunu bugün eleştiren gazeteci, dün liderinin yücelttiğini yücelten, bugün aşağılayan seçmen aynı ahlak anlayışına sahiptir.

Demokrasi vaat edip antidemokratik uygulamalar yapan lider, dinin emir ve yasaklarını en yüksek perdeden anlatıp günlük hayatında bunları önemsemeyen hoca efendi, bunları görmesine rağmen mazur gören bağlılar, partililer aynı ahlak anlayışına sahiptir.

Tüm inanç ve ideolojilerin pekâlâ benimseyebileceği ahlaki zemin “ ötekine doğrudan ya da dolaylı olarak zarar vermemek ve ötekinin haklarına saygı duymak, onları korumak” olabilir. Ancak o zaman da kişisel ya da örgütsel hedef ve çıkarlara ulaşmak zorlaşır. Göze alınamayan şey budur.

Hemen herkes bir şekilde içinde bulunduğu ya da dışarıdan izlediği örgüt içinde (dernek, vakıf, cemaat, parti vb.) zaman zaman şu tür tartışmaların yapıldığını ve bunların sonuçsuz kaldığına şahit olmuştur:

“Bu yapılan derneğin ilke ve amaçları ile çelişiyor.” denildiğinde cevaben “ Haklısınız ama bu derneğimizin geleceği ve faaliyetleri açısından son derece önemli.” ile başlayan uzun izahatlar…

“Ülkeye demokrasi, adalet, hürriyet vaat ederken biz nasıl antidemokratik, baskıcı, adil olmayan uygulamalar yapabiliriz?” denildiğinde cevaben “Haklısınız ama ülkeye demokrasi, adalet, hürriyet getirmek için mecburen bu uygulamaları yapmak zorundayız. Şartlar bizi buna zorluyor. Yoksa rakiplerimizle nasıl baş ederiz?” ile başlayıp ilke ve iddialarıyla çelişen tüm yanlış uygulamalarını meşrulaştırmaya çalışmalar, hatta yanlışlarını bile yüceltmeler…

“Bu yaptığımız Allah’ın emir ve yasaklarına uymadığı gibi, Peygamberimizin sünneti ile çelişmiyor mu? Üstelik cemaatimizin-tarikatımızın iddia ve ilkeleriyle çelişmiyor muyuz?” denildiğinde cevaben “Haklısınız ama, biz bu uygulamaları mecburen Allah yolunda hizmet etmek için yapıyoruz, hem bizim yanlış olarak gördüklerimizde bir hikmet vardır, büyüklerimiz daha iyi bilir” denilerek yanlışları bile hikmet olarak görmek…

Bu bağlamda daha çok örnek verilebilir. Hiçbir eleştiriye şöyle cevap verildiğine şahit olunmamıştır:

“Evet, bu eleştiri çok doğru. Biz ilke ve iddialarımızla çelişiyoruz. Derhal bu yanlıştan vazgeçme kararı alıyoruz.” Daima “Haklısınız ama…” ile başlayan ve “bizim hatalarımızı” meşrulaştıran bir dizi açıklamaya girildiği görülür.

İşte bu toplumun ahlak anlayışının kusurlu olduğunun bir göstergesidir.

Devleti, partileri, cemaat ve vakıfları, dernekleri ve her bir vatandaşı ilke ve iddialarıyla çelişmemek noktasında hesaba çeken; ötekine zararı dokunmamak ve ötekinin hakkını korumak noktasında temellenmiş bir ahlak anlayışı yoksa krizden krize felaketten felakete savrulmak bir kaderdir. Ve bu kader devletten ferde kadar toplu bir tercihin sonucudur.

Vatandaşların ve kurumların aynı ahlaki ilkelerde buluşmadığı toplumsal zeminde sorunlar çözülmez. Bu sorunlardan doğan çatışmalarla örgütler birbirlerine üstünlük kurarak buradan zafer-başarı elde etmeyi sorunların çözümü sayarlar. İyi hatiplerin, iyi demagogların ötekileri; adalet, ahlak, hak-hukuk gibi kavramları bolca kullanarak eleştirmeleri ve taraftarlarını kanalize etmeleri güya çözüm arayışı gibi sunulur. Hâlbuki mesele ekonomik sorunu çözmek, terör sorununu çözmek, adalet sorununu çözmek, eğitim sorununu çözmek değildir. Asıl mesele bu sorunları doğuran insan malzemesiyle, zihniyetle, ahlak anlayışıyla yüzleşmek ve bunlara karşı rasyonel, ahlaki bir tavır ve yöntemde ortaklaşmaktır.

Sürekli felaket ve krizler üreten bir çatı krizden söz edilebilir. Ve bu krizin adı “ahlak krizidir”. Suç asla tek başına bir ideolojiye, inanca, popüler kültüre, dijital teknolojiye atılamaz. Bu sorumluluktan kaçmak, problemin kaynağıyla yüzleşmeye cesaret edememek ve çözüm sunacak vizyona sahip olamamaktır. Devletten bireye, partilerden dernek ve cemaatlere, yöneticilerden akademisyenlere, şehirliden köylüye kadar yaygın ve yerleşik bir ahlak krizi ile karşı karşıyayız. Bu kriz; bitimsiz krizlere ve felaketlere gebe. Ya bununla yüzleşilir ya da daha çok nutuklar ve ağıtlar dinlenilir.


*Çalışmanın bir ibadete dönüşmesinin daha sonra sermaye ve işçi sınıfı arasında doğurduğu problemler ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Bu durum ibadet şuuruyla çalışan işçilerin her türlü zorluğa sabretmesi ve patronların bundan faydalanmasını doğurmuştur.

*https://fikircografyasi.com/makale/modernitenin-mesruiyeti-ve-emek

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
5 kez görüntülendi. 5 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.