Yüzümüzü Avrasya'ya dönerken isterseniz geriye dönüp Avrupa'ya son kez bakalım...
Avrupa fikrinin iki ayağı vardı: Bir tarafta devrim ve savaş, diğer tarafta evrim ve barış. Evrim derken, ekonomik ve siyasal işbirliğini kastediyorum. Birbirine çelme atan bu ikircikli duruşa - kıtaya ismini veren - mitolojide de rastlarız. Efsaneye göre; Jüpiter boğaya dönüşür ve Avrupa'ya yaklaşır. Avrupa onunla oynar, okşar ve boynuzlarına çiçekler takar. Sırtına biner binmez Jüpiter onu açık denizlere kaçırır ve Girit adasına ulaşınca da kendini tanıtır.
İnsan ve Tanrı arasındaki bu cesur karşılaşma Avrupa kimliğinde derin iz bırakmıştır. Aynı efsaneden yola çıkan Bernard-Henri Lévy, ''Avrupa çeşitlilik ve dönüşümdür'' der.
Alafrangalık sandık biz bu demi
Avrupa'yı tanımlamaya çalışan ilk düşünür Strabo'dur. Coğrafya, eğitim ve devlet arasında ilinti kurması nedeniyle Avrupa fikrinin temelini atmış sayılır. Bugünkü Avrupa'nın ilk nüvesini Antik Çağ'da ararken hata yapmıyoruz, zira İngiliz tarihçi Edward Gibbon «The History of the Decline and Fall of the Roman Empire» kitabında bu konuyu şöyle açar:
Yunan kentleri bugün yeni Avrupa'nın uluslarında büyük ölçüde ama gevşek biçimde gördüğümüz birlik ve bağımsızlık ilkesini hayata geçirmiştiler.
Antik Çağ'ı Yeni Çağ'a bağlayan köprüyü kuran ise ilahiyatcı Augustinus (ö.430) olur. Reformasyon'u tetikleyen Martin Luther'in başucu kitabı «De civitate Dei/Tanrı Devleti»nin yazarıdır. Gibbon'un işaret ettiği bir başka nokta Roma Devleti'nin 'federal' yapısıdır. Bu merkezkaç yapı Avrupa'nın asıl mayasıdır. Sürekliliğinin esasıdır. Augustinus'un ideal devleti, yani Roma ve Kudüs terkibi bir Avrupa bu temel üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır hep.
Rönasans'ın temsilcisi Dante için çekirdek fikir 'Hıristiyanlık' olsa da, çağdaşı Petrarca, Descartes'in felsefeye taşıdığı «Cogito, ergo sum» ilkesini, yani bireyi öne çıkartır. Kant bu yaklaşımı «aşkın özne» kavramı ile abideleştirir. Evet, ne oldu ki Avrupa coğrafi bir alandan bir kültür sahnesine dönüşür birden?
Bu soruyu Tertullian bir başka soruyla cevaplandırır: «Atina'nın Kudüs ile ne ilgisi var?». Birbiriyle çarpışan ya da çatışan değerlerin birleşmesini istemektedir tarihin ilk hıristiyan yazarı Tertullian (ö.220). Dini öğretiyi Platon'un ruhuyla kaynaştırmak peşindedir o. İster Michelangelo ister de Vinci olsun bu terkip Rönesans'ın damarlarında dolaşıp durdu. Yeni bir medeniyet ekildi onunla ruhlara ve zihinlere.
Aşkın ile yandık ama yanıldık
Max Weber Antik ve Ortaçağı birbirine bağlayan bu noktayı görür ve Batı' dünyasında homo politicus'dan homo economicus'a geçişi isabetle saptar. Bugün hepimizin «piyasa» dediği olgu bir şekilde doğmuştur artık. «Dünyanın Büyüsü» bozulur ve Avrupa yeryüzünde tek başına 'sekularizmin' çekim alanına girer. Marco Polo, Magellan ya da Amerigo Vespucci'nin ünlü gezileri bu sarhoşluğun ürünüdür. Sonuçta Avrupa gözlerini dünyaya açmış ve tanımadığı yeryüzünün 'keşfine' çıkmıştır.
Bir yanda bireyin özgürleşmesi diğer yanda değişim ve yenilik arzusu depreşir. Galile'den Kopernikus'a, Kepler'den Newton'a ulanarak yükselen bir çizgide 'bilimsel devrim' gerçekleşir; ve bu büyük dönüşüm sayesinde Avrupa farklı bir medeniyetin beşiği olur. Okyonusların keşfinden uzayın fethine doğru uzanacak bir serüvene atılır. Artık Avrupalı homo scientificus'dur. Bacon'un ilminde veya Makyevelli'nin siyasetinde 'ampirizme' yönelir. Siyasal ve toplumsal özgürlükler çoğulculuk ilkesiyle birlikte boy atar.
Hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin
Bugün Avrupa'da yalnızca insanlar değil, üretilen mallar da serbestce dolaşıyor. Bu başarı neden fikirlerin özgürce tartışılır olmasından ileri gelmesin? Oksijeni keşfeden Joseph Priestley; Gulag Takımadaları'na sürgün edilen Aleksandr Soljenitsin'in ya da Nazi Toplama Kampları'na atılan Stefan Zweig'ın ihtiyaç duyduğu özgürlüğü Aydınlanma Çağı'nda haykırdı. II. Dünya Savaşı bitince Avrupa'nın 'Açık Toplum'(Popper) ve 'Düşünce Hürriyeti'(Schiller) demek olduğu anlaşıldı.
Avrupa'nın düşünce tarihine bakınca yoldaşlar, gönüldaşlar ordusu görürüz: Erasmus Thomas Morus ile yakın dost idi, Thomas Hobbes Galile'yi ziyaret ederdi. Newton ve Leibniz arasındaki tatlı sürtüşmeyi bilmiyen mi var? Rousseau Hume'yle tanışınca ne çok sevinmişti! Einstein yolu Prag'a düşünce mutlaka Kafka'ya selam çakardı. Gönüller buluşunca fikirler, fikirler buluşunca insanlar, insanlar buluşunca eşyalar serbest hareket etmeye başladı. 'İttifaq-i Müslimîn' sözcüsü Gaspıralı'nın ''Dilde, fikirde, işte birlik!'' hayali yeryüzünün ilk bu coğrafyasında doğdu. Adını özgürlük koydular!
Ülkümüz yükselmek hep ileri gitmektir
Bu rüzgar önce Avrupa kıtasında sonra tüm yeryüzünde esti. Fransız Devrimi siyasal hareketlerin önünü açtı. O heyula bize İttihat ve Terakki fırtınası olarak erişti, İnkilaplar ile yatıştı. Peki, bu süreçte ağaçlar hiç devrilmedi mi? Napolyon ülkeleri ve halkları tek bayrak altında toplamak üzere ordularını yola çıkarınca ilk selam duran Hegel oldu. 'Avrupa Ailesi' rüyası görüyordu Başkomutan. Kıta üzerinde «aynı yasalar, ilkeler, görüşler, duygular, fikirler ve çıkarlar» hüküm sürecekti! Herşeyi tekdüze gören Napolyon'un ilerde en büyük hayranı Çin Kültür Devrimi'nin büyük ustası Mao olacak, ve Batı gençliği Başkan için sokaklarda çıldıracaktı!
Napolyon'un «homojen ülke» planı Stalin ve Hitler'in çalışma masasının üstünden hiç eksik olmadı. Nazilerin ideologu olmaya soyunan Carl Schmitt «Nomos» kavramı ile yeni düzenin yol haritasını çizdi. Artık 'ortak değerler ve ilkeler' rafa kalkmıştı. Kültür ve medeniyet, özgürlük ve eşitlik, bilim ve teknik kavramları anlamını yitirmişti. Avrupa yalnızca 'kan ve toprak' üzerine konuşur olmuştu. Acaba, Avrupa Birliği fikrinin yılmaz savunucusu Habermas bile kendini Carl Schmitt'in etkisinden kurtaramadı, desem bana kızar mısınız? Heidegger'in gizli tuttuğu günlük 'Kara Defterler'iyle; «insan gerçekten zalimdir» ayetini haklı çıkardığını söylesem, yoksa çarpılır mıyım?
Şarkılarla geçtik yanından ey garb
Avrupa Birliği fikrini çoğu kez politikacılar ileri taşıdı. Robert Schumann ve Jean Monnet ismini bu yönüyle aramızda duymayan kalmadı sanırım. 1991 yılında 'Büyük Karl Ödülü' alan Vaclav Havel ödül töreninde yaptığı konuşmada - devlet adamı ve aydın sıfatıyla – malumu ilam etti ve Avrupa fikrini Aziz Augustinus ile başlattı. Ona göre «varlık ve kurtuluş sırrının» kapıları açılıyordu Avrupa ile. Bu yolda yapılacak tek şey «kendi vicdanını yeniden keşfetmek» olmalıydı. Tabii Augustinus dünya ve ahiret hayatı arasında ayrım yaparken, Havel siyaset vasıtasıyla kurtuluşa ereceğimize, yitirdiğimiz cenneti yeryüzünde bulacağımıza inandığını saklamıyordu.
Sayısız çatışma alanına rağmen Avrupa yalnızca siyasi değil, hukuki birlik de tesis etmek istemektedir bugün. Ancak egemenliğin paylaşımı ve Avrupa Anayasası gibi sorunlarla baş etmekte zorlanmaktadır. Özellikle Hobbes ve Rousseau'ya dayanan, mutlakiyet çağının ürünü egemenlik kavramını terk etmeye hiç bir ülke yanaşmıyor. Devletler Hukuku'ndan alınacak çoğulculuk anlayışı ile egemenlik ve anayasa sorunu çözülmeye çalışılıyor. Atlantik'ten Urallara dek uzanan bir alanda 'cennet' kurmak mümkün mü? Henüz kimse kestiremiyor. Çünkü bu zor günlerde yalnız Türkiye değil, Avrupa da önünü göremiyor...