Felsefenin ve felsefi düşüncenin ne olduğu, aslında felsefenin kendisinin tarihi kadar eski ve üzerinde tartışılan bir konudur. Gerek filozofların kendileri, gerekse onların yaptıkları üzerinde kafa yoran tarihçi ve araştırmacıların bu konuda hiçbir zaman bir görüş birliğine erişemediklerini söylersek, yanlış bir şey söylememiş sayılırız. Felsefenin, tarihi boyunca çok çeşitli ve farklı görüntüler göstermiş olduğu da belirtilmesi gereken bir olgudur. Nihayet onun, medeniyetin alt bileşenleri sayılan bilim, sanat, din gibi diğer temel insani kültürel etkinlik alanlarıyla ilişkilerinin de her zaman aynı olmayan çok karmaşık nitelikler göstermiş olduğunu belirtmemiz gerekir. Bununla beraber kimlerin filozof olarak kabul edildiği, onların bilim insanları, sanatçılar, ilahi elçilerden hangi özellikleri ile ayrıldıkları, hangi tür çalışmaların felsefi çalışmalar olarak kabul edilebileceği üzerinde hemen hemen paylaşılan ve oturmuş bazı ölçülerin ortaya çıktığı aşikardır.
Ortak kabul gören bu ölçülere göre filozoflar, kendi gözlem, deney ve akıl yürütmelerine dayanarak insan, doğa ve evren hakkında bir bilgi değeri taşıyan sonuçlara ulaşmak isteyen insanlardır. Aynı araçlara dayanan ve aynı bilgi peşinde koşan bilim adamlarından filozofları ayıran belli başlı öğe, birincilerin kendi özel araştırma alanlarına ilişkin sorunlarla uğraşmalarına karşılık, filozofların bundan çok daha genel, tüm varlık ve gerçekliği içine alan sorunlarla uğraşmalarıdır. Buna özel bilimlerin hiç bir zaman ele almayı düşünmedikleri bazı konuları da felsefenin ele alması yönünde, diğer bir ayırt edici özelliğini ekleyebiliriz. Nihayet bu karşılaştırmada ele alınması gereken üçüncü bir öğe olarak, bilimlerin doğrudan doğruya varlığa yanaşıp, onun bilgisi olma amaçlarına karşılık, felsefenin çoğu kez varlığa doğrudan yanaşmayıp, varlık hakkında elde edilen bilgilerin bir analiz ve değerlendirmesi olması niteliğine dikkat çekilebilir. Başka deyişle felsefe, bu bakımdan, varlığın birinci dereceden bir bilgisi olmaktan çok, ikinci dereceden bir bilgisi, yani 'bilgisinin bilgisi' olarak ortaya çıkmaktadır.
Kullanmış oldukları yöntemleri bakımından ele alındıklarında da, bilimle felsefe arasında bazı ortak yönlerin yanında önemli ayrılıkların olduğu söylenebilir. Bilim ve felsefe, evrene akılcı ve ani bir düşünce tarzıyla yaklaşmak bakımından birbirleriyle birleşirler. Bu yöntemde her ikisi de, soyutlamalar ve genellemelere dayanan kavramlar kullanır ve ilke veya yasalara erişmek isterler. Ancak bu yöntem bilimlerde, özel teknik ve usuller biçiminde kendini gösterdiği halde, felsefede sınırları hayli belirsiz bir akıl yürütmeler zinciri olarak ortaya çıkar. Başka deyişle, bilimlerde, insanın nasıl bilim yapacağı öğretilebilir bir şey olduğu halde, nasıl felsefe yapabileceğinin önceden gösterilebilecek belirli yolları veya yöntemleri yoktur.
Bilimlerle felsefeyi birbirinden ayıran belki en önemli bir özellik, bilimin anlam ve değer sorunlarıyla ilgilenmemesine karşılık, felsefenin yapısı itibariyle, bu tür sorunlardan bağımsız kalamamasıdır. Felsefenin konusu olan bilgi, sözcüğün etimolojisinin de gösterdiği üzere salt bilimsel bilgi değil, aynı zamanda bir bilgelik niteliği taşıyan bilgidir. Bilgelik ise insanın evrendeki yeri ve anlamına, insan hayatının ereği ve insanın kaderine ilişkin bazı özel türden sorulara cevap getirme işlevinde olan bir bilgidir. Felsefenin bilimin sormadığı bu sorulara, duymadığı bu ilgi ve kaygılara cevap arayan niteliği, onunla din arasında bazı ortak noktaların varlığını ortaya koyar. Çünkü her din de esas itibariyle insanın özü, evrenin yapısı, insanın evren içindeki yeri, insanı gelecekte bekleyen kadere vb. hususlara ilişkin bazı temel soruları anlamlı ve kavranabilir bir bütün içinde cevaplamak isteyen bir metafiziktir.
Filozof ile bilim adamında olması gereken diğer bir önemli özellik, her ikisinin de konularına yaklaşırken kuşkucu, eleştirici bir zihniyete sahip olmalarıdır. Hatta bu konuda filozofun, bilim adamından daha kuşkucu olduğunu söyleyebiliriz. Bilim adamı incelediği varlık alanının gerçekliğinden şüphe etmeyi aklına getirmediği halde filozof neyin gerçek, neyin görüntü, neyin töz, neyin ilinek, neyin kalıcı, neyin gelip geçici olduğu yönündeki temel kuşkuculuğundan hareketle, bilim adamının konusunu oluşturan bir varlığın gerçekten var olup olmadığını bile bir sorun olarak ortaya koyabilir. Bilim adamı kendi alanında doğru olduğunu tahkik edebileceği bir sonuca götüren araştırma yönteminin üzerinde akıl yürütmeyi düşünmeyeceği halde filozof, hem 'doğru'nun, hem 'tahkik'in, hem de 'yöntem'in ne olduklarını soruşturma konusu yapabilir. Bu açıdan felsefenin bütün insan etkinlikleri arasında sözcüğün en kesin anlamında mutlak olarak özgür bir etkinlik olduğunu söyleyebiliriz. Filozofun bu eleştiri ve kuşkuculuğu bir başka önemli yanı ile birlikte ortaya çıkar veya onun sonucudur. Bu, her felsefecinin düşünülebilecek en büyük ölçüde entellektüel anlamda bireyci oluşudur.
Her filozof gerek kendisinden önceki, gerekse kendi çağındaki insanları kendi alanına giren bütün konulardaki bilgi, deney ve birikimlerini kendi adına yeniden yaşamak ister. İçinde bulunduğu toplumdan aldığı her bilgi, deney ve birikimi sorgudan geçirir, yoklar, analiz eder, sonra kullanmak ve işlemek üzere kabul veya reddeder. Filozofun bu anlamdaki bireyciliğine en iyi örnek olarak Descartes'in ünlü yöntemsel şüphesi verilebilir.
Felsefe ile din bir başka bakımdan da benzerlik göstererek medeniyetin şekillenmesinde katkı sunarlar. Bunların her ikisi de evren hakkında elde edilen veya verilen, dahice bilgiye uygun olarak insandan bir yaşama tarzı, bir pratik isterler. Dinde bunun yaptırıcı bir nitelik taşımasının, onun aynı zamanda toplumsal bir kurum olması niteliğinden ileri gelmesine karşılık, felsefede pratik, aranan bilginin yapısının gerektirdiği bir sonuçtur. Bu bağlamda her felsefecinin, felsefesine uygun yaşaması zorunlu değildir. Ancak her felsefecinin felsefesi, çoğunlukla kendisine uygun bir yaşama tarzını mümkün kılan, hatta bunu isteyen bir karakterdedir.
Ancak bu, felsefe ile dini birbirinden ayıran en temel özelliği gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Bundan maksadımız, filozof ile din kurucusunun elde ettikleri veya sağladıkları bilgileri doğrulamak üzere birbirinden tamamen farklı iki haklı çıkarım yöntemine veya modeline sahip olmalarıdır. Felsefe kendi adına konuşur, oysa peygamber bir başka varlığın otoritesine dayanır.
Bu bağlamda, bizim kültürümüzde yetişen, bir manada ilhamını dinden alan, dinle felsefeyi ikiz kardeş konumunda değerlendiren, her ikisiyle de hakikate ulaşılabilir görüşünü ortaya koyan filozoflar hakkında dile getirilen eleştirilere dikkat çekecek olursak, ‘Türk Düşünürleri tanınmış Yunan düşünürlerinin düşüncelerini kendi medeniyetlerine uyarlamak dışında, özgün bir felsefi okul kuramamışlar, özgün felsefi hareketin dışında kalmışlardır’ mealindeki eleştirilere şu yorumlarla karşılık verebiliriz.
Önce Farabi, ibni Sina gibi düşünürlerin, Platon veya Aristoteles'in görüşlerini bir din gibi kabul ettikleri, onları yanılmaz gördükleri iddiası temelde haksız görünmektedir. Çünkü onların bu filozofların görüşlerini kabul etmeleri, onları birer 'peygamber' gibi, görüşlerini de yanılmaz doğrular olarak birer 'doğma' gibi ele almalarından ileri gelmemektedir. Bu düşünce bizim yanlış olduğunu tarihsel gerçeklerden dolayı bildiğimiz, felsefe hakkındaki belli bir anlayıştan, bir bilim niteliğinde olduğuna inandıkları felsefe anlayışlarından ileri gelmektedir. Biraz daha açmak gerekirse, onlara göre ortada nasıl tek bir geometri varsa ve bu geometrinin önermeleri nasıl tartışılmaz doğrular içeriyorsa aynı şekilde ortada tek bir metafizik, tek bir teoloji, tek bir siyaset vardır. Nasıl geometri Euklides tarafından en son ve en mükemmel biçimini almasından önce bir gelişme dönemi geçirmişse, felsefe de daha önceki filozoflar tarafından çeşitli argümanlarla ortaya konduktan sonra Platon ve Aristoteles'te sistematik olarak ele alınmış, anlaşılır bir disiplin şekline dönüştürülmüştür. Yine bazı durumlarda aslında Aristoteles'e ait olmadığı halde ona mal edilen bazı eserler de onlara, Platon ve Aristoteles gibi en büyük iki bilgin ve filozofun aynı doğruyu ifade etmekte birleştiği görüşünü kuvvetle telkin etmiştir. Nihayet bu Aristoteles-Platoncu felsefenin Peygamber'in getirmiş olduğu mesajla temel kaygı ve ilgilerinde buluşması ve uyuşması, daha doğrusu onların böyle bir uyuşmaya olan inançları, felsefecilerin, bu felsefenin değişmeyen, tek ve aynı gerçeğin uygun bir ifadesi olduğu görüşlerini sabitlemiştir. O halde onların Platon-Aristoteles'ci felsefeye bağlılıkları, körü körüne bir otoriteye bağlanma, bir doğmaya inanma biçiminde bir bağlılık değildir. O halde filozofu karakterize eden kuşkucu, eleştirici tavrın burada mevcut olmadığı görüşü pek doğru değildir. Kaldı ki, bu bağlılık onları, bu filozofları yapmış olduklarını gördüklerine inandıkları bazı yanlışlarında eleştirmelerine, onların bazı tezlerini değiştirme veya geliştirme yönünde çaba harcamalarına engel de olmamıştır. Sonra, temelde aynı bir modelden hareket etmekle birlikte onların, kendi aralarında da her konuda aynı görüşleri savunan kimseler olmadıklarına da işaret etmiştik.
Yine bu bağlamda, Türk felsefecilerine eleştiri olarak dile getirilen ‘Türk felsefecilerin evrensel felsefenin gelişmesinde önemli bir felsefi geleneği temsil etmediği, onların asıl yaptıklarının Antik felsefenin mirasını Batı'ya aktarmaktan ibaret olduğu, felsefenin önemli hiçbir alanında veya sorununda özgün görüşler ortaya atmadıkları ve özgün buluşlarda bulunmadıkları’ iddiasını tekrar hatırlayarak bu iddianın Filozof ve Felsefenin ne olduğu gerçeğinden hareketle doğru olmadığını kesinlikle ileri sürebiliriz. Medeniyetlerin belirginleşmesinde her bir filozofun algısı, zihnindeki tasarımlar başka bir düşünüre benzeyeceği gibi, diğerlerinden tamamen bağımsız da olabilir. Yukarıda iddia olarak ortaya atılan eleştiriye somut deliller getirerek Türk filozoflarının da özgün felsefi düşünceleriyle evrensel felsefi birikime önemli katkılar yaptıkları görülmektedir. Bu hususta bir kaç örnek vermek gerekirse, Farabi'nin 'öz' ve 'varlık'ı birbirinden ayıran, varlığı öz'ün bir niteliği olarak görmeyen ve ilerde Kant tarafından bir başka bağlam içinde tekrarlanacak olan ünlü görüşünü, İbni Sina'nın Tanrı'nın varlığını kanıtlamak üzere sırf Tanrı kavramının analizine dayanan ve ilerde St. Anselmus, Descartes ve Spinoza tarafından tekrarlanacak ve 'ontolojik kanıt' diye adlandırılacak ünlü kanıtın ilk örneği olan Tanrı kanıtlamasını, yine İbni Sina'nın, ruhun maddeden bağımsız, kendi kendisiyle kaim bir töz olduğu görüşünü kanıtlamak üzere kullandığı ve ilerde Descartes'in kelimesi kelimesine tekrarlayarak aynı amaç için kullanacağı 'uçan adam' kanıtı diye adlandırılan ünlü kanıtlamasını, yine Farabi'nin, pozitif dinle felsefe arasında bir uzlaşma sağlamak üzere geliştirdiği ve elit halk ayrımına dayanan, pozitif dini halkın anlayış düzeyine uyarlanmış bir felsefe, Felsefeyi de tanrısal gerçeğin doğrudan ve entellektüel ifadesi olarak din diye ortaya koyan ve yine XVII. Yüzyılda Spinoza tarafından kelimesi kelimesine benimsenecek ünlü kuramını, evrensel felsefeye kattığı anıtsal başarılar arasında kabul edebiliriz.