Tüm yaratılmışlara hoşgörü eksenli yaklaşan Ahmet Yesevi Horasan’a, Anadolu’ya ve diğer bölgelere gönderdiği gönül mirasçılarına hoşgörülü olmayı, gönülleri kazanmayı, gönül kırmamayı, Allah için sevmeyi, Allah için yapmayı, etmeyi ve adaletli olmayı öğütlemiştir. Onun yoldaşlarından biri olan Hacı Bektaş Anadolu topraklarını onun öğütleriyle yoğurmuş, insanlarla iç içe olmuş, kul hakkını her şeyin üzerinde görmüştür. Eline, beline, diline sahip olmayı salık vermiştir. İnsanların neye inandıklarıyla değil, nasıl davrandıklarıyla ilgilenmiş, gönül kazanmakla meşgul olmuştur.
Hacı Bektaş, Ahi Evran, Sarı Saltuk, Yunus Emre, Mevlana benzeri büyüklerin tasarrufları hep birbirine yakın olmuştur. Bu sayede Anadolu kısa zamanda erenlerin, gönül fatihlerinin yurdu haline dönüşmüştür. Bu süreç İstanbul’un fethine kadar devam etmiş, Fatih erenlerden aldığı hoşgörü öğüdünü devam ettirmek için çok gayret etmiştir. Bu sebeple fetih sonrası Bizans’ta yaşayanların yaşayış tarzlarına, yemelerine, içmelerine, inançlarına karışmamış, onları serbest bırakmıştır. Bu sebeple sıradan Bizans ahalisi mescidi manastırlara tercih eder olmuştur. Fatih güçlü iken erdemli davranmasını bilmiş, ezmemiş, korumuştur. Gönüllere giden yolun erdemli eylemler olduğunu anlamıştır. Kazanmaktan daha zor olan kalıcı olmayı da bu surette başarmıştır.
Bazı araştırmacılara göre Ahmet Yesevi ile başlayan bu hoşgörü süreci Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden dönüşüyle birlikte yavaşlamış, Mısır seferi dönüşü oradan getirilen Selefi anlayışa yakın din adamlarının Anadolu’daki önemli mevkilere yerleştirilmesiyle ve görevlendirilmesiyle katılaşmaya başlamıştır. Zamanla özellikle din ve özgür düşünce anlayışında öteden beri süregelen Horasan erenlerinin anlayışı terkedilmeye başlanmış, Maturidi anlayışı yerine, Eşari’nin işaret ettiği mutlak teslimiyetçi yol tercih edilmiş, hoşgörüyle yoğrulmuş Anadolu toprakları Selefi ve Eşari anlayışa yakınlaşmaya başlamıştır. Zamanla Ahmet Yesevi’nin, Ebu Hanife’nin, İmam Maturidi’nin çizgisinden uzaklaşılmış Eşari çizgisine yakınlaşılmış, bu itikadi anlayış çerçevesinde uygulamalar başlamıştır. Osmanlının son zamanlarına kadar bu anlayış sürmüştür. Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletiyle laik seküler düzene geçilmek istenmiş ama insanların zihni bir anda değiştirilemediğinden bu süreç uzun sürmüştür. 1950 sonrası toplumsal hareketlilikle kendisini zaman zaman gösteren eylemler, çatışmalar, kargaşalar bu yaşanmışlıkların, fikir ayrılıklarının, itikadi değişimin sonucudur.
Bir dönem Ahmet Yesevi’nin gönüllere esenlik bahşeden düsturlarıyla fethedilen Anadolu toprakları aynı anlayışın hüküm sürmesiyle bizlere yurt olmuştu. Ne yazık ki bu anlayış zamanla çok büyük eksen kayması yaşayarak farklı anlayışlara dönüşerek, hoşgörüyü dışarıda bırakmış, sadece kendi düşünce dünyalarındaki insanlara güler yüz gösterme şeklinde tecelli eder hale gelmiştir. Bu süreci daha iyi kavrayabilmek ve bugün başlangıçtaki anlayışı yeni bir ruhla devam ettirebilmemiz için 7.asırda Ortadoğu’da yaşanan İslam Rönesansını iyice kavramak ve bunu 14-17.asırlarda Avrupa da yaşanan Fransız Rönesansıyla karşılaştırarak, sonuçlarını doğru tahlil etmemiz gerektiği gerçeği ortadadır. Bu nedenle bu süreçleri hatırlama adına şunları dile getirme zorunluluğumuz vardır.
7.asırda Halife Me’mun ve Harun Reşit’in gayretleriyle İslam coğrafyasında başlatılan aydınlanma hareketi ilhamını ilahi kitabın emirlerinden almıştı. Bu hareket ta 12.asrın sonlarına kadar sürmüştü. İlahi kitabın akla işaret etmesini keşfeden günün bilim adamları, ondan aldıkları ilhamla tarihin seyrini değiştirmişler, kısa zamanda İslam Medeniyeti olarak tarihe geçen medeniyeti kurmuşlardı. Özellikle fen bilimlerinde İbni Heysem, Cahız, Biruni, İbni Sina ve Harezmi gibi araştırmacılar ve bilim adamları ilk sistemli doğa araştırmalarını yapmışlar ve ilk teorileri ortaya koymuşlardı. Sonradan bu teoriler özellikle Endülüslü bilim adamları vasıtasıyla Avrupa dillerine tercüme edildi ve Avrupalı bilim adamları tarafından teoriden pratiğe aktarıldı. İbni Heysem kendi fizik ve matematik teorilerinden oluşan ıslah metodlarıyla Nil nehrinin ıslah edilmesine öncülük etmiş, Mısır topraklarının değerlenmesine vesile olmuştur. Yine Ebubekir Razi özellikle tıp ve felsefe alanındaki keşifleriyle ve dünya çapında ilklerden sayılan teşekküllü hastanesiyle hem İbni Sina gibi bir düşünür ve hekimin yetişmesine hem de özgür düşünce adına kendisinden sonra gelecek birçok düşünüre ilham kaynağı olmuştur.
7.asrın sonlarından itibaren yaşanmaya başlayan Ortadoğu Rönesansı ile 15. Asırlarda yaşanan Avrupa Rönesansı arasında dinden etkilenme yönü ile ters bir benzerlik vardır. Ortadoğu-İslam Rönesansı dediğimiz aydınlanma hareketi ilk kıvılcımlarını doğrudan ilahi kitabın akla direk hitabeden ilhamlarından ve yönlendirmelerinden almasına rağmen, Avrupa Rönesansı dinin cadı avına karşı yıllarca, asırlarca süren baskı ve zulümlerinin önüne geçmek için artık yeter diyen bilim adamlarının, aydınların başlattığı aydınlanma hareketidir. Birisi dinden dolayı olmasına rağmen, bir diğeri dine karşı olan başkaldırma hareketi olmuştur. Bu yönüyle din bazen aydınlatıcı bir fener, ilham kaynağı olarak etkilerken, bazen de öldürücü, yok edici, baskı altında ezen, uyuşturan bir güce dönüşmektedir. Bu tamamen ilahi kaynaktan alınan mesajın yorumlanmasına göre değişmektedir.
Bu anlamda bizler, Anadolu insanı ve Ortadoğu insanları olarak ne zaman ki, teolojiye akıl ferasetiyle bakmayı unuttuk, bilimsel çalışmalardan uzaklaştık, aklı devreden çıkardık, akıldan uzak itaat kavramını devreye soktuk, köleleştik, o zamandan beri ne ilahi ilham kaldı ne de medeniyet. Özellikle Avrupa Rönesansından sonra Avrupalı aydın ve bilim adamlarını övmekten onların çalışmalarına haşiyeler düşmekten başka çok fazla bir başarımız olmadı. Kendi bağrımızda yetişen bilim adamlarının ilham kaynaklarını bir kenara bıraktık, bizi bir anda uçuracak, zenginleştirecek, çağdaşlaştıracak sihirli kılavuzlar aramaya başladık.
Oysa işin aslı geçmişimize derinlemesine bakmak ve alıcı gözle tahlilden geçiyordu. Teoriyi pratiğe dönüştürmek için gerekirse yıllarca çalışılması gerçeğini göz ardı etmeden, çok çalışmamız gerektiğini anlamamız gerekiyordu. İbni Heysem’in, Harezmi’nin, Ali Kuşçu’nun, Hazerfen Ahmet Çelebi’nin bıraktığı yerden devam ettirmek, uzay çağının dinamikleriyle etrafa bakmak ve teknoloji üretmek zorundaydık. Geçmişten aldığımız güçle hedefe kilitlenmek zorundaydık. Milletçe bir hedefimiz olmalıydı. Milletçe bir hedefe kilitlenmeliydik.
Anadolu Rönesansı etrafında toparlanma böyle bir hedefi bize kazandıracaktır. Bilimde yoğunlaşarak aynı zamanda bazı küçük sorunlarımızı da kendiliğinden çözmüş olacağız. Hedefe kilitlenmek suretiyle etrafımızda bizi rahatsız eden olup bitenlerden de kurtulmuş olacağız. Zihnimize ve işimize yoğunlaşarak hedefe koşacağız.
Bizler bugün Anadolu çoğrafyasında yaşayan milletler olarak o ilhamlarla tekrar buluşmak, akla dönmek, gerekirse bize ilham veren dinimizi yeniden keşfetmek zorundayız. O ilhamın ve aklın rehberliğinde çağdaş bilimle tanışmalıyız. Ancak bu tanışıklık bize yeni çağların, yeni gezegenlerin kapısını açabilir. Ancak bu tanışıklık bize yeni dünyaların kapısını aralayabilir. Ancak bu tanışıklık etrafımızda dönen oyunları doğru bir şekilde anlamamıza ve tahlil etmemize, ona göre tedbirler almamıza imkan sağlayabilir.
Yeni yorum ekle