Foucault Foucault Dedikleri

07 Nisan 2016



Giriş Niyetine

Edebiyat, eleştiri ve felsefe vs. kuramlarının hemen tamamı yabancı kaynaklı olduğu için, doğal olarak bu alanlarda yapılan çalışmaların çok büyük bir bölümü de çevirilerden ibarettir (Benim yazdıklarım tamamen özgündür diyenler, bu cümleyi yok sayabilirler). Türkçe yazılmış kaynaklar, yazanların bu kuramlara ilişkin bazı itirazları ya da yorumlarını içermekten öteye geçmemektedir. Onlarca örnek bulabiliriz. Diskur Analizi ifadesini Türkçeye Söylem Çözümlemesi olarak çevirerek, Foucault konusunda yeni bir şey söylemiş olmayız. Zinhar bu faaliyeti kötülediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır.  Burada sorun kuramlar konusunda yapılan çalışmaların Türkçeye aktarılmasında yaşanmamaktadır.  Bazen, özgün metinden okumak (dil bilenler için) daha kolaydır. Konuya tam anlamıyla vakıf olamamanın getirdiği sıkıntı, özgün metnin zorluğuyla buluşunca karşımıza, aşılması gereken engebeli bir yola dönüşmektedir. Hele de kavramların bizde bir karşılığı yoksa,  -ki sıklıkla karşılaşıyoruz-, sıkıntı daha da büyümektedir.  Derrida, Foucault, Saussure, Delueze, Baudrillard gibi son zamanların popüler isimlerinin çalışmaları çevrilmekte, ancak görebildiğim kadarıyla okuyucu metinleri anlamakta sorunlar yaşamaktadır. Örneğin simulakr gibi bir kavramı Türkçeye aktarmak pek kolay görünmemektedir.  Ya da Freud’un id,ego,super ego kavramlarına Türkçeye cuk diye oturan karşılıklar bulmakta zorlanıyoruz.  Sanırım bir hataya ya da tuzağa daha düşmekteyiz. Bu felsefeci/düşünür/eleştirmenleri her şeyiyle bize ait kılma çabası. Oysa bizi pek de ilgilendirmeyen önemli ölçüde ayrıntılar da söz konusudur. Kaldı ki yine bunların, bir dönem hararetle savundukları görüşleri bugün artık ciddiye dahi alınmamaktadır. Hatta Lacan’da olduğu gibi, kendileri bile bazı görüşlerini savunmaktan vazgeçmişlerdir. Bu kısa yazıda bütün bir Foucault’yu anlatma iddiası anlamsız olur. Bizim en çok kullandığımız ve birçoğumuzun aşina olduğu iki temel savı var Foucault’nun; Diskur Analizi,  Dil ve İktidar ilişkisi. Bu vesileyle (en azından bir kısmımızın) gözünü korkutan bu adamın hiç de yabancımız olmadığını ortaya koymak keyifli olacaktır.

Foucault’yla Tanışma

Foucault'yu okumaya ilk başladığımda bayağı tedirgindim. Nasılsa anlayamayacağım ama yine de aklımda altını çizeceğim bir kaç cümle kalır diyerek kendimi cesaretlendirdim. Doğrusunu söylemek gerekirse Foucalt'da ne aradığımı da bilmiyordum. Komşunun oğlu okumuş ben geri kalmayayım, bir soran olur, habersiz, cahil duruma düşmeyeyim diye herhalde (Pamuk'un Yeni Hayat’ı çıktığında herkes birbirine Yeni Hayatı okudun mu diye sorardı da okumadım demek part-time ayıp sayılırdı ya, öyle bir şey). İlk deneyimim tam da korktuğum gibi oldu. Altı çizili bir kaç cümle kaldı terkimde. Bunları konuşma aralarında ya da bir şeyler yazarken kullandım mı? Evet kullandım.  Hele de "Foucault'nun dediği gibi" diye bir cümleye başlamak yok mu, acayip havalı bir şeydi." Karşıdakinin yüzünde "anlamadım ama bu benim cehaletimden" ifadesini görünce ne kadar âla bir iş yaptığımı görüp kendimi takdir ettim.  Okumuş insanın hali bir başka iltifatına mazhar olmak biz faniler için az bir şey değildir.

Ya Sonra


Sonra ne olduysa, bir kabahat işlemiş ya da artık işlevini yitirmiş ya da modası geçmiş gibi bir kenara bıraktık. İlk okuduğum kitaba yıllar sonra yeniden baktığımda, altını çizdiğim cümleleri de unuttuğumu gördüm. Kabataslak aklımda kalan neydi diye yokladım kendimi, aklımda "diskur analizi" ve "delileri neden tımarhaneye (şimdi öyle denmiyor tabi) tıktığımızın kaldığını gördüm. Üzüleyim dedim ama mealen, beni kullanın atın cümlesi geldi aklıma ve kederim azaldı. (Bunu niye söylediğini hala anlayabilmiş değilim. Bu yazıyı okuma lütfünde bulunanlar cümlenin açıklanmasına bir katkı sağlarlarsa minnettar kalırım. Yine itiraf etmeliyim ki az bir şeyler öğrendikten sonra hayatımda radikal, hata orta düzeyde bir değişiklik yaşamadım. Ya bunu bilmeseydim diyebileceğim çok önemli bir şey de olmadı). Neden kullanıp atacaktık ki! Söylediklerine kendisi de inanmadığı için mi? Yoksa her şey o kadar hızlı değişiyor ki bu söylediklerimin hükmü bir süre sonra ortadan kalkacak diye düşündüğü için mi?

Parantezfilik

(Sık sık parantez açma huyum var. Ne zaman daralsam parantezlere sığınıyorum. Bunu niye yaptığımı düşündüm ve ürkek, güvensiz, üryan bir insanın ana rahmine dönüş özlemi olarak yorumladım. Yazının ne Köroğlusu, ne Dadaloğlusu ne de Kara Murat’ıyım. Pehlivanlık benden çok uzak. Galiba parantezlerde kendimi daha güvende hissediyorum o kadar).

Atalım mı, Tutalım mı?

Okuyup bir kenara atın mı diyordu Foucault? Demeseydi de öyle yapıyoruz zaten. Lakin yorgunuz.  Ortaya atılan bir görüşü, akımı, ekolu tam çözdük elhamdülillah derken önümüze yeni bir hendek kazıyorlar. Hendek uymadı, engel diyelim, hendeği de tümseği kapsar. Hatırlarsınız bir ara işi gücü bıraktık, yapısalcılık çalıştık. Saussure'ü anlayacağız diye göbeğimiz çatladı. Tezler yaptık, yaptırdık. Anlattık. Mutlu olduk. Cümle eserlerin kozmik odalarına gireceğiz, zalim yazar ve çizerlerin biz okuyuculardan esirgedikleri veya gizledikleri ne kadar hikmet varsa ifşa edeceğiz, hazinelerini ayaklarınızın altına sereceğiz dedik.  Siz hiç yapısalcılık açısından incelenmiş edebiyat eserlerine rastladınız mı? Tabii ki rastladınız. Siz söylemeden ben söyleyeyim; yavan, sıkıcı, teknik. Sanırsınız matematik dersindeyiz.  Disekte ede ede metnin bağırsakları, dalağı, böbreği ortalığa saçılmış (Forster’in deyimiyle metindeki ışık ve tat yok olmuş). Elimizde atomlar kalmış. Tam da biz yapısalcılığı kullanarak ne kadar  iyi bir iş çıkardığımızı düşünüp, bahtiyar olurken, bir sabah kalktık ki   Afrika’da Tutularla Zulular birbirini doğruyor,  bizim de nur topu gibi bir post- yapısalcılığımız olmuş. O da yetmedi, ardından post-post yapısalcılık geldi.  Güler misin, ağlar mısın? Sevinir misin, dövünür müsün? Mevzuu uzun ama yazı uzun olsun istemiyorum (bir arkadaşım bana hoş yazıyorsun ama yazıların çok uzun dedi, mahcup oldum). Lakin şu  Hermenotik mevzuunda bir iki cümle söylesem iyi olur. Bir meslek grubumuzdaki insanlar hermenotikle yatıp hermenotikle kalktı. Bir keresinde koca bir kongrenin konusu buydu ve onlarca bildiri sunulmuştu. Bildiğiniz tefsir işte. Ne olduysa artık onu da anmaz olduk, arşivledik. Ben de tik haline gelen şu "so what"lar olmasa, rahat edeceğim de yakamı bırakmıyor ki..

Takdir edersiniz ki Foucault'yu böyle bir yazıya sığdırmak çok zor ancak korkulacak biri olmadığını, yazdıklarının aslında bizim hiç de yabancısı olmadığımız konular olduğunu söylemek mümkün (Yazının bundan sonrası sıkıcı olabilir. Uyarayım)

Çağdaşımızdır Foucault, 1926 doğumludur. Zikzaklar çizen bir düşünce hayatı var. Bir süre Marksist olur ancak bu macera uzun sürmez. Özellikle altmışlı yıllardan sonra popüler bir felsefeci, kuramcı ve konuşmacı olarak çıkar karşımıza. Derrida ile birlikte post-yapısalcılığa imza atarlar.  Yine Derrida ile birlikte ikili karşıtlıklar (binary opposition) yöntemiyle metin çözümlemesi icat ederler.

Malum, Foucault denilince akla ilk gelen diskur/söylem analizidir. Bunun temelinde, egemen anlayış ve yapıları yeniden gözden geçirerek farklı sonuçlara ulaşabileceğimiz savı vardır. Amaç, iktidarların görmezden geldiği ya da yok saydığı toplumsal normları ve norm dışı kabul edilen düşünce ve oluşumları ortaya koymaktır.  Foucault’ya göre diskur,  insanı kuşatan her şeyi içine alan bir kavramdır; değerler, düşünceler, simgeler, kurumlar, inançlar… Diskur her şeyin şekillendiği ve her şeyi şekillendiren bir mekanizmadır. Bir metnin, konuşmanın ya da sembolün, gerçek anlamına ulaşmak için yapısökümüne (Derrida’yı hatırlayalım)  başvurulmalıdır. Çünkü simgelerle güçler arasında yakın bir ilişki vardır. Bunu ortaya çıkarmak eleştirmenin/aydının işidir. Sistemi anlamanın yolu da iktidardan çok, iktidarın dışında kalanlara, yani ötekiler bakmaktır. Önceden belirlenmiş kurallar, değerler, inanışlar bireyin özgürce düşünmesini engeller. Egemen ideolojinin kısıtlayıcı ve engelleyici etkisi altında doğrular ve yanlışlar sadece bir algıdan ibarettir. Bu bağlamda ilahi olanın da engelleyici bir işlevi vardır.  Dolayısıyla dikkatler gücü (din, iktidar, örgüt) elinde tutanın ne söyleyip ettiğine değil, buna maruz kalan kişi ya da gruplara da yönelmelidir.  Hem ulusal, hem de uluslar arası düzeyde her türlü simge, egemen söylemin destekçisidir ve otoritenin söylemine göre anlam kazanır. Öyleyse yapılması gereken ilk şey söylemi ters yüz etmek, yani simgeyi tersinden okumaktır.  Otoritenin söylemi, koşullandırıcı tuzaklarla doludur ve bunu çeşitli yollarla yapar.  En açık olanı doğrudan güç/zor kullanarak yapmaktır ki günümüzde bu, biçim değiştirerek dolaylı olarak yapılmaktadır (Orwell’in 1984’ü veya Bentham’ın hapishane metaforu gibi). Gözetlenme ve denetlenme korkusu bir kez yerleştirildikten sonra görünmez güç/otorite işlevini sürdürür. Bireyler böyle bir uygulama karşısında çoğunlukla kayıtsız kalırlar veya farkında olsalar bile itiraz etmeye cesaret edemezler. Foucault özellikle dinleri güçlü bir kontrol/korkutma mekanizması olarak görür. Cezalandırmaya dayalı içselleştirilmiş bir korkuyla bireyler edilgenleştirilirler. Bu durumda egemen güce karşı itiraz etmenin doğal olarak bir cezayı gerekeceğine inanırlar. 

Foucault’nun hiç fikre ve akıma bağlı kalmaması, deyim yerindeyse sabit bir lokasyonunun olmaması ona olan güveni ciddi olarak sarsar. Kullan at anlayışı sürdürülebilir değildir. Eleştirmenin ya da diskur çözümleyicisi konumunu el yordamıyla ve kaygan bir zeminde belirlemeye çalışır. Diskur’un etkisinde kalmadan ama etkilerini gözlemleyecek bir mesafede durmanın nasıl mümkün olacağına cevap verilmez. Gücün/otoritenin yaptığı bir başka şey, egemen diskurdan farklı düşünenlerin ya davrananların farklı isimlerle etiketlenmeleri ve toplumdan dışlanmalarıdır; öteki, suçlu, ahlaksız, deli, sapık gibi. Egemen sistemin tasallutundan kurtulmak kolay değildir. Ancak bireyin yapacağı şeyler var; bu tanımlamalara/etiketlere karşı bilinçli bir biçimde direnmek.  Burada yazar, çizer, entelektüele düşen diskurun belirlediği tuzağa düşmemektir. Aksi halde ucuz propagandacılar olup çıkarlar. Yazar kendi söylemini yaratmak zorundadır.

Günümüzde bilgi ile güç iç içedir. Ayrıca gerçek ile güç arasında da bir ilişki vardır.  Foucault’un ilgilendiği şey bilginin kendisi değil, onun sunuş biçimleridir.  Ciddi bilgi nedir? Buna kim karar verir? Bir fikrin bir zamanlar el üstünde tutulması ve sonraki herhangi bir zamanda tam aksine kötülenmesi ya da ihmal edilmesi bilginin manipülatif doğasını ortaya koyar.  Bilgiyi ortaya koyan bir ifade yanlış olduğu için değil, kişi ya da grupların yararına uygun olup olmamakla değer kazanır. Bu da söylemin değişkenliğine işaret eder. Delilik, hastalık, dil, servet ve hayat hakkında dönemine göre anlamlar yüklenmesi bu yüzdendir.  Foucault burada değişikliklerden çok, bu değişikliklere neden olan mükerrer yapılara dikkat çeker. Geçmişteki bu yapılarla günümüzdeki yapıları karşılaştırarak aradaki paralellikleri ortaya koymaya çalışır. Üzerinde durduğu bir başka konu ise arada bir meydana gelen kitlesel yıkıcı güçlerdir (idamlar, askeri işgaller, muhaliflere orantısız şiddet uygulama gibi). Bu durumu sürdürmek için ise kontrol mekanizmaları kurulur. Burada söylemin işlevi için Dreyfus ve Rabinow örneklerini verir; işkence veya doğrudan hedefin ortadan kaldırılması gibi. Disiplin ve şiddet yoluyla yeni eylem, tutum, alışkanlık ve maharetler kazandırılır. Yeni bir insan modeli oluşturulur.  Bu yeni insan emre itaat eden uysal (docile) bir bireydir.  Disiplin yoluyla kendisi için belirlenen tutum, davranış, konuşma, programa uygun olarak hareket eder. Özellikle zaman aracılığıyla daha sıkı bir disiplin altında tutulur. Bu yolla kontrol edenin görünmezliği de sağlanmış olur. Diğer bir deyişle soyut hükmedici mekanizmalar, görünür denetleyici güçlerin yerini alır. Hiyerarşik, sürekli ve fiili denetleme, yerini otomatik ve faili belli olmayan güce bırakır. Bu tür bir otorite kesintisiz ve daha kapsamlıdır. Kasanın başından ayrılan kasiyerin, ne kadar süreyle kasayı terk ettiği saptanabilir. Kartlı sistemle çalışan bir yapıda fiziki bir güçle karşılaşılmadığı için herhangi bir tartışmanın yaşanması da söz konusu değildir.  Kimlikler, polis kayıtları, bina ve sokak kameraları her an gözetlendiğimiz, belirlenen kurallara aykırı davranmanız halinde cezalandırılacağımızı söylerler. Dinleme cihazları (böcek, telefon) yaptığınız her türlü konuşmayı aleyhimizde delil olarak kullanılabilir. Böylece yalnızlığa ve masumane konuşmalara bile sınır konulmuş olur.

Yazının uzadığının farkındayım. Yukarıda söylenenlere bakınca, ben bunları ilk defa duyuyorum diyen kaç kişi çıkar acaba? Foucault’nun yazdıklarını ciddiye almamak gibi bir yanılgı içinde değilim. Hiç şüphesiz modern dünyayı anlamakta bize yeni kavramlar sunmaktadır.  Adını birer bir koymasak da benzer gözlemlerde bulunduğumuz, aynı paralelde düşünceler dile getirdiğimiz söylenebilir.

 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 1,466 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.