Güç sosyal bilimler literatürünün ilgi uyandıran kavramlarından biri. Güç sosyolojiden siyaset bilimine, psikoloji, sosyal psikolojiden felsefeye geniş bir yelpazede kullanılan ama ne’liği, nasıl’lığı hakkında üzerinde anlaşılmış tanımı ve tasviri bile bulunmayan bir kavram. Burada muradımız güç’ü konu eden kitap ve makalelerin yazarlarının izinden giderek güç üzerine kimin ne yazdığını sıralayan bir metin yazmak değil. Evet, bilgi birikimdir; bir konuda yazarken öncelikle bizden öncekilerin o konuda ne dediklerine yer vermemiz, onların eleştirel bir okumasını yapmamız ve ardından da kendi görüşümüzü gerekçeli olarak ifade etmemiz gerekir. Ama burada daha farklı bir yol izlenecek. Doğrudan güç’e ilişkin kendi görüşümüzü yazıya geçirecek, başkalarının görüşleriyle kıyaslanmaya değer bulunup bulunmadığı kararını okurlara bırakacağız.
Yukarıda güç konusundaki literatürün zenginliğinden söz ettik. Ben bunlardan matematikçi ve filozof Bertrand Russel’ın benzetmesinden hareket edeceğim. Russel 1938’de sosyal bilimlerdeki güç, fizikteki enerji gibidir demiş. Ona göre hayattaki birincil yaşama itimiz (impulse) güçtür. Güç enerjiye benziyor ise aynen enerji gibi, içine girdiği farklı ortamlar da bulunmalı. Nasıl fizikteki enerji mevcudiyetini rüzgâra, havaya, suya, elektronlara yansıtabiliyorsa sosyolojideki güç de kendini sosyal entitelere yansıtmakta, onlara duhul ederek onları bir yandan ‘o’ kılarken bir yandan da onların başka ‘o’larla titreşime (çınlamaya, rezonansa), ilişkiye, etkileşime hatta iletişime geçmelerine yol açmaktadır.
Güç konusundaki sözlerin sosyologlar arasındaki uzantıları, bilindik “güç bir öz müdür, güç bir ilişkisellik tarzı mıdır” dikotomisine bile yol açmıştır. Bu bağlamda örneğin M. Weber’in “güç tek veya bir grup insanın kendi iradeleriyle bağlantılı eylemlerini, bir sosyal ortamda, diğerlerinin direnişine rağmen gerçekleştirme şanslarıdır” tarzındaki tanımlaması Weber’in gücü ‘ilişkisel’ açıdan ele aldığının kanıtı olarak gösterilir. Enerji de zaten akışkanlıkla karakterize edilir.
Kestirmeden söyleyeceğim: Bence, güç birikmiş emektir. Birikmiş olma hali onu hem artmayla ya da eksilmeyle elverişli hale getirir, ki bu onun ilişkisellikle olan bağına işaret eder, hem de ortada birikmiş olan bir ‘şey’in var olduğuna işaret eder. Birikmiş bir ‘şey’in varlığı gücün hem adım adım inşa edilebilir hem de inşa edilmiş, inşası tamamlanmış bir sosyal olgu olduğuna işaret eder. Sosyal olgular tedavül/dolaşım/sirkülasyon sürecinde adım adım inşa edilmiş olan ‘şey’lerdir. Bu ’şey’e ‘öz’ demek mümkün değil. ‘Öz’ benim dışımda bizatihi kendiliğinden öyle olandır. Oysa sosyal olgular inşa süreci sonunda yapılaşmışlardır. Ve bu sebeple de hem bir başlangıçları hem de bir sonları vardır. Başka bir ifadeyle sosyal hayatta hiçbir şey için ‘öz’ diyemeyiz. Ama inşa edilmekte olan ve /veya inşası kısmen tamamlanmış olan diyebiliriz.
Yukarıda “güç birikmiş emektir” dedik. Emek insanın alnının teri, gözünün feri, elinin becerisi, zekasının parlaması, aklının bağlaması, dilinin söylemesi, zihninin yaratmasının ürünüdür. Buradaki birikim, -evet şimdi M.Weber’den etkilenmemiz göze çarpacaktır- tekil bireyde tecessüm edebileceği gibi bir insan birlikteliğinin ortak emeklerinde de cisimleşmiş olabilir. İnşa sürecindeki haliyle değil ama bu tecessüm etmiş haliyle güç dediğimiz enerji türü kendine özgü bir kütleye sahip olmuş olur.
Sosyal hayatın hiçbir formu ve uzamı, hiçbir zamanı hiçbir mekânı, hiçbir tarihsel dönemi, hiçbir kültürü yoktur ki bir sosyal aktör ya da kolektif kişilik oraya işiyle ve/veya emeğinin ürünü ile katılmış olmasın. İnsan üretendir, iz bırakandır. Bu izi, bu ürünü sonraki kuşaklara aktarandır, bu izi, bu ürünü adım adım işleyen, geliştirendir. İnsan yaratıcıdır. İnsan mevcuda dikelir, mevcutla yetinmez, mevcudu geliştirir, genişletir, büyütür. İşte insanı ayaklarının üzerine dikelten, onun bu emeğine yansıyan enerjisi yani gücüdür.
Emek güçtür. Tamam. Ama sosyal hayat kâğıt üzerine yazılan denkleme göre ilerlemiyor. Sosyal hayatın ayrı bir akış yolu, akış tarzı vardır. Mevcut sosyal hayat düzeni öyle tesis edilmiş ki, değil tekil sosyal aktörler, kolektif kişilikler için dahi bizatihi emeklerinin değerinin ve emekleri ile yarattıkları değerin farkına varmaları kolaylıkla gerçekleşememektedir. Adına ister uygarlık ister kültür ister bilimsel ve teknolojik başarılar ister sanat ve fikir eserleri diyelim, kendi emeklerinin ürünü olduğunu ve gücün de asıl kaynağının burası, kendi emekleri olduğunu görememektedirler. Neden? Zira onlara gücün kaynağının kendileri olduğu gerçeğinin üstü ya yavaşça örtülmüş ya da gücün kaynağının bile aslında bulunmadığı, zira gücün kaygan, ilişkilerden kaynaklanan bir sonuç olduğu söylenmiş, belletilmiştir. Hatta M. Weber bile gücün bir şans meselesi olduğunu (olasılık kelimesini seçmek yerine şans kelimesini seçerek) ifade etmiştir.
Yukarıda gücün fizikteki enerjiye benzediğini ve girdiği entiteye göre farklı tarzlarda, farklı formlarda tezahür ettiğini söyledik. Şimdi bu metafordan hareket ederek sosyal hayattaki gücün kendini içinde sergilediği formlardan örnekler verelim.
İlkçağlarda uzun bir süre güç insanın kaslarının dayanıklılığının sonucu olarak görüldü. Kuvvetli kasları olanlar güçlü, dolayısıyla değerli idiler. En iyi dövüşenler, en hızlı koşanlar, en yükseğe tırmananlar kahramanlar, savaşçılar kaslarının kuvvetinden dolayı kabilelerinin de sivrilen, sözü dinlenen, hatta sözüne itaat edilenleri oldular. Kuvvetli kaslara sahip savaşçılardan oluşan kabileler diğerleri üzerinde de egemen olabilmekteydi. Her ne kadar gücün kaynağının dövüşebilme kapasitesine sahip kasları olanların sayısal fazlalığına bağlı olduğunu sananlar günümüzde bile var olsalar da zamanla ortaya başka güç kaynakları da çıkar.
İlahi olanla, doğaüstü olanla kurulan bağın inanç-iman sahibi olan müminler düzlemindeki yansıması öncekinden apayrı bir birikime inanç-iman kaynaklı güce yol açar. Gücün kaynağı artık kaslardan ibaret değil fakat ortak bir hayat tasavvurunu paylaşan çok sayıdaki müminin inançları formunda karşımıza çıkan emekleridir. Her inanç grubu inananlarının sayısını artırmak, imanlarının çeşitli pratiklere, ritüellerle pekiştirilmesini ister.
Yeniçağ gücün kaynağı olan emeğe yeni formlara bürünmüş yeni bileşenler katar. Tarih sahnesine Toplum Sözleşmesi postulası çıkar. Toplum Sözleşmesi kas ve imanın yanına yeni bir güç kaynağı sunar: Akıl. Yöneticiler, egemenler ne kaslarından dolayı ne imanlarından dolayı fakat tüm bunların yanında ve hatta üstünde güçlerinin kaynağını ortak aklın temsilcileri olmalarına dayandırırlar. Halkın birikimli rızasına ortak akıl denir. Ortak akıl bir güç merkezidir ve bu ortak aklın emeği mutlak kralın gücünün kaynağını oluşturur.
1789 Fransız Devrimiyle başlayan Yakınçağ birikmiş emeğin mutlakiyetçi kral olan despotta cisimleşmesine bir baş kaldırıdır. Meşruti kraliyetler dönemi, sarayın güç’ü parlamentodaki sivil halkla paylaşmasıyla karakterize edilir. Ortak akıl yani ortak emek parlamentoda tecelli etmektedir. Parlamentoların yüceliğinin, kutsallığının kaynağı da budur. Protokolde yasama yargı ve yürütmenin önündedir.
Adı henüz konmamış olan ama başlaması 2. Dünya Savaşına tarihlendirilebilecek olan dönemde ise gücün yavaş yavaş parlamento dışı sivil toplum kuruluşları ve sosyal medyadaki müzakerelere doğru kayma eğiliminde olduğunu gözlemliyoruz. Kuşkusuz bu süreç henüz devam etmektedir. İnsan emeğinin tezahür alanları olan bilim ve teknolojideki hızlı atılımların, buluş ve icatların, inovasyonların başka hangi imkânları sunacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki, güç sosyal dünyanın değişim ve dönüşümünün her bir ivmelenmesinde, her bir dönemecinde giderek daha farklı bir içerik kazanmakta, daha farklı formlara bürünmektedir. Sosyal hayat sosyal aktörlerin emeklerine daha çok sahip çıktıkları, emeklerinin ürünlerinin gerek ne’liğine, gerek nasıl üretileceğine, gerek kimler tarafından nasıl tüketiciliğine daha çok müdahil oldukları bir dünyaya doğru evrilmektedir. Güç, asıl kaynağı olan insan emeğine yine insan tarafından döndürülmektedir. Bu süreçte sosyal aktörler bizzat veya müzakere yoluyla yerleşik kollektif kişiliklerin işleyişini etkileyerek gerekirse yeni kolektif kişilikler geliştirerek fail rolü oynama yolunda hızla ilerlemektedirler.
Kaynaklar:
Lukes, Steven (1974) Power: A Radical View. London: McMillan, and AtlanticHighlands, N.J.:Humanities Press.
Russel, Bertrand (1938) Power: A New Sociological Analysis. London: Allen & Unwin. s.35.
Weber, Max (1968) Economy and Society. Vol 1. G.Roth ve C. Wittich, eds. NY: Bedminster. s.53.
anladığım; sivil toplum
anladığım; sivil toplum kuruluşlarına ve tabii ki katılımcıları olan halk'a, çok büyük iş düşüyor. ve elbette çok ciddi ve kapsamlı bir "siber suçlar kanunları" yapılmasının elzemliği. sosyal medyadaki müzakerelerin münazara eşliğinde yapılması ve her iki "güç" içinde, ilkokuldan başlanarak teknik derslerin verilmesi. umuyoruz. sevgiler hocam
Yeni yorum ekle