Hayvanseverlik Marjinal Bir Tavır mı?

09 Mart 2021

 

“Bir bilge sokak kedisi, göz kırpan bir sfenks, sıcacık eşiğinden bakmakta. Onları rahatsız etmek yazık. Muhammet, kediyi uyandırmasın diye binişinin ucunu kesmiş.”1 diyor James Joyce. Ulysses’te buna rastlayınca şaşırmıştım. Dünya edebiyatının en kült romanı sayabileceğimiz bir eserde yazar, bazılarımızın bildiği bir anekdota gönderme yapıyordu. “Sokaktaki hayvanları pamuklara mı saralım yani?” diyerek bu hayvanlara şefkat gösterilmesini küçümseyen bakış açısının Peygamber Efendimizin bu tavrını nasıl yorumlayacağı da merak konusudur? Hz. Muhammed’in gardırobunun bugün orta halli bir insanın gardırobunun yanından geçemeyeceğini, muhtemel ki tek hırkası olduğunu ve onun ucunu kestiğini düşünürsek bu tavır bugün birçok Müslüman’a bile abartılı gelecektir. Peygamber Efendimizin kedisi Müezza’yı uyandırmamak için hırkasının ucunu kesmesi meselesini metin arkeologları gerçekçi bulmayabilir. Zararı yok. Abdurrahmân b. Sahr ed-Devsî’nin Ebu Hureyre lakabıyla anılması, Ebu Hureyre’nin Peygamberimizin kendisine Ebû Hir (kedi babası) diye hitap ettiği için bu lakabın kullanılmasını istediği2, lakap takmayı men eden Peygamberin kedi konusuna yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir. Peygamber Efendimizin insanların birbirlerine lakap takıp birbirlerini incitmesini yasakladığı bilinmektedir. Lakap takmaktan ümmetini men eden bir peygamberin sahabesini “kedi babası - kedicik babası” diye çağırması bunu bir iltifat olarak gördüğünün alametidir. Yine Peygamber Efendimizin Uhud Savaşı’na giderken yavrularını emziren bir kedi için ordunun yolunu değiştirmesi ve o kediyi döndüğünde sahiplenmesi ve bu kedinin adının Müezza olması ve hırkasının ucunu o kedi için kesmesi meseleleri çeşitli kaynaklarda yer alarak bugüne ulaşmıştır. Tüm bunlar gerçek dışı da olabilir. Burada önemli olan bunların tamamının gerçek kabul edilmesi, bu bilgilerin Müslümanların bir kabulü olarak bugüne kadar ulaşmış olmasıdır. Ki bunlar sadece bir rivayet olsa bile lakap takılmasını yasaklayan bir peygamberin bir sahabesine “ebu hir, ebu hureyre” diye hitap etmesi bile Peygamber Efendimizin kedilere karşı bir sevgi beslediğinin göstergesidir. O kediyi kerih bir varlık olarak görse sahabesine böyle hitap etmezdi. Kediyi değerli, sevimli bir varlık olarak görmüş olmalı ki sahabesine böyle seslenmiş. Bu somut durum bile peygamber ve kedi meselesindeki anekdotların gerçek olduğunu gösterir.

Peygamber Efendimizin hayvanata, nebatata karşı sevgi ve şefkatle yaklaştığı malumdur. Kedi meselesi ise bunun en belirgin göstergelerinden biridir. Peygamber efendimizin bu husustaki tutumu bireysel bir tercih midir, yoksa ümmeti için bir mesaj değeri taşır mı? Bana göre bu basit bir sevgiden öte Müslümanların çevreleriyle olan ilişkilerde takınacakları tavırla ilgili şu mesajları taşır: Menfaat temin etmeden iyilik yapmak, diğer canlıların hayat haklarına saygı duymak ve onları koruyup gözetmek.

İnsanın çevresiyle kuracağı ilişkilerde bu hususlara riayet etmesi hayatı ne denli latif ve nezih bir formda yaşanılır kılar, bir düşünmek lazım. O halde çoğunluğu Müslüman olan ve peygamberin sünnetini kendisine rehber edindiğini iddia eden bir toplumun dün ve bugün hayvanla olan ilişkisini anlamaya çalışalım.

Türklerin hayvanla olan münasebetleri kadim zamanlardan itibaren gayet güçlüdür. Üzerinden geçimlerini sağladıkları, menfaat temin ettikleri hayvanlarla iç içe bir yaşam söz konusudur. Menfaat temin ettiğimiz hayvanlara değer verdiğimiz, onları koruyup gözettiğimiz malumdur. Ancak bu hayvanseverlik başlığında ele alınacak bir konu değildir. Binek olarak kullandığımız, etinden, sütünden, gönünden, yününden faydalandığımız hayvanlara karşı gösterdiğimiz ilgi, çıkar temellidir. Bu konu ayrı bir başlıkta ele alınması gereken bir husustur. Ancak at ve kurt Türklerin hayatında müstesna bir yerdedir.

Eski metinlerimiz bu konuda bize fikir verecek çok fazla içeriğe sahiptir. Bu metinlerinde Türklerin hayvan ve tabiat varlıkları ile ilgili hassasiyetlerini görmek mümkündür. Dede Korkut hikayelerinde kahramanların ya da Dede Korkut’un dua-beddua ederken kullandıkları ifadeler Türklerin çevre bilincini göstermesi açısından önemlidir. Dua ve beddualarda inanç ve değer kavramları en belirgin şekilde görülür. Neredeyse tüm hikayelerin sonunda Dede Korkut:

“Yirlü kara taglarun yıkulmasun

Kölgelüçe kaba ağacın kesilmesün,

Kamın akan görklü suyun kurımasun“3

biçiminde dua eder. Beddualarda da bu ifadelerin zıttı kullanılır. Dağların yıkılmasın, ağacın kesilmesin, suyun kurumasın. Bu dua yazılı metinlerde yer bulduğuna göre belli ki gündelik hayatta yaygın bir dua biçimidir. Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğu söylenen “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, başını keserim.” sözü de çevre bilincini en iyi gösteren ifadelerden biridir. (Bu ifade mülkiyet, tahakküm, iktidar kavramlarıyla da ilgili anlaşılabilir.) Türklerin İslamiyet’le birlikte tabiata ve hayvana bakışında bir değişiklik olmadığı gibi tabiata ve hayvanlara karşı ibadet bilinciyle yaklaştıklarını söylemek de abartılı olmaz. Konuyla ilgili çok sayıda ayet ve hadis olması ve bu bağlamda yazılmış çok sayıda eser bulunması da ayrı bir başlıktır.

Bizim kültür ve inancımızda tabiata ve hayvanlara olan yaklaşımımız, sosyal yaşamımızda somut biçimde kendisini gösterirken bu konu Batılı seyyahların da gözünde kaçmaz. Sokak kedileri ve sokak hayvanları ile ilgili kurulan vakıflar, göçmen kuşların bakım ve tedavi gördüğü vakıflar, sokak hayvanlarının beslenme ve bakımını üstlenen mancacılık mesleği, camilerin ve büyük mimari yapıların güney cephelerinde insan elinin uzanamayacağı noktalara yapılan ve aşiyan denilen kuş evleri işte bu inanç ve kültürün somutlaşmış göstergeleridir.

 

 

Resim1-2: Sokak hayvanlarını besleyen mancacı ve sokak hayvanları.

İnternette yapacağınız kısa bir aramayla aşağıdaki bilgilerin ayrıntılarına ve daha fazlasına ulaşabilirsiniz:

* Şam'da Mescidül-Kıtat (Kediler Câmii) adında, sokak kedilerini himaye için kurulmuş bir vakfın camisi vardır.

* Rumelihisarı'nda 18. Yüzyıla ait Hacı Seyyid Mustafa Vakfının vakfiyesinde "her gün 30'ar akçelik taze ekmek alınıp sokak köpeklerine yedirile" diye yazar.

* 19. yüzyılda başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakımlarının yapılması amacıyla Bursa’da Gurabahane-i Laklakan isimli bir hayvan hastahanesi kurulmuştur.

* 16. yüzyıla ait bir kanunnamede taşımacılıkta kullanılan at, eşek ve katırlarla ilgili “Ağır yük vurmayalar. Çünkü dilsiz canlıdırlar.” yazar.

* Birçok Batılı seyyahın seyahatnamelerinde “Türklerin kedi, köpek, kuş gibi menfaat temin etmedikleri hayvanlara karşı sevgi merhamet beslediklerine, bunlar için vakıflar kurduklarına dair” ifadelere rastlanır.(Batılı seyyahlar genellikle bu durumdan hayretle bahsederler, çünkü 13’üncü yüzyılın başlarında, Papalık marifetiyle kediler şeytanlarla ilişkilendirilir ve bunun ardından kediler Ortaçağ Avrupası’nda yüzyıllar boyu katledilir hatta kedilerin soyunun neredeyse tükenme noktasına gelmesi vebalı farelerin yayılmasına ve kıtadaki insan nüfusunun neredeyse yarısının hayatını kaybetmesine yol açar. Onun için Batılı seyyahlar Türklerin menfaat temin etmedikleri hayvanlara karşı gösterdikleri sevgi ve şefkatten “hayret ve şaşkınlıkla” bahsederler.)

* Geleneksel Türk mimarisinde aşiyan denilen, binaların güney cephelerine yapılan kuş evleri vardır.

Konuyla ilgili olarak daha fazla bilgi ve belgeye internet ortamında yapacağınız basit bir arama ile ulaşabiliriz.

Resim 3- 19.yüzyılda Osmanlı Devleti zamanında Bursa’da yapılan, 1931’de sahip çıkılmadığı için yıkılan ve Ahmet Haşim’in bir eserine isim olarak verdiği Gurabahane-i Laklakan; göç esnasında hastalanan-sakatlanan göçmen kuşları tedavi etmek için kurulmuş bir hayvan hastanesidir.

 

Resim 4-5: Camilerin özellikle güney cephelerine yapılan ve minyatür bir mimari eser formunda olan aşiyanlar (kuş evleri) atalarımızın hayvan sevgisinin somut esere dönüşmüş göstergeleridir.

 

Peygamber Efendimizin konuya yaklaşımı, atalarımızın bu konudaki pratiği, Batılı seyyahların atalarımızın sahipsiz hayvanlara gösterdiği sevgi ve şefkati görünce şaşırmaları bize şunu düşündürmektedir:

Müslüman Türkler hem Peygamberlerinin sünneti ve mesajı doğrultusunda hem de İslam öncesi inanç ve kültürlerinin etkisiyle tabiata ve canlılara karşı son derece saygılıdırlar, bu varlıklara karşı sevgi ve şefkatle yaklaşırlar, bu noktada menfaat temin etmedikleri hayvanlara karşı ibadet şuuru ile muamelede bulunurlar.

Hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında İhsan ile Nuran arasında şöyle bir diyalog geçer:

               “ -Ya Merkez Efendi? O nasıldı?

 -O büsbütün başka türlü idi. Hatta en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdiği halde -komşumuz fareleri ızrar eder- diye evinde bulundurmamış. Sen bir ruh saltanatının kolay kolay kurulacağına inanır mısın?” 4

Tanpınar’ın Osmanlı medeniyetinin mahiyetini anlatırken örnek verdiği Merkez Efendi’nin hassasiyeti manidardır. Kediyi çok sever ancak farelere zarar vermesine gönlü razı değildir.

Günümüze geldiğimizde “din, inanç, tarih, kültür” gibi kavramlara çokça vurgu yapan bir toplum olmamıza rağmen menfaat temin etmediğimiz hayvan ve tabiat varlıklarına karşı hassasiyetin toplumun daha çok kendilerini modern diye adlandıran kesimlerinde olduğunu buna karşılık geleneksel değerlere bağlılığı ile kendilerini ifade eden kesimde bu hassasiyetin pek görülmediğine şahit oluruz. Ya da modern kesim bu konudaki hassasiyetini görünür biçimde, sesini yükselterek gösterirken gelenekçi, muhafazakâr kesimde bireysel örnekler dışında çok hassasiyet göze çarpmaz. Varsa da biz haberdar değiliz.

Bunu da şöyle anlamak mümkündür: Mimariden edebiyata, gündelik yaşamdan inanca kadar tarihi ile bağları kopartılmış, farklı bir kültür dairesine geçmeye zorlanırken içe kapanmış, bir medeniyeti var edecek incelikleri yitirmiş bir toplum maalesef bu değerlerini de yitirmiştir. Tabiat, hayvanat, nebatat; mimari, sanat, edebiyat gibi kavramlara bakışı kabalaşmış toplumların medeniyete dair söyleyecekleri söz kalmamıştır. Başarmak, kazanmak, konfor ve haz motivasyonu ile zorunlu eğitime tabi tuttuğumuz ve eğittiğimiz insanların çoğunluğu maalesef “menfaat” temin etmedikleri hususlarda kaba-nobran bir tutum içindedir. Bir toplumun eğitimli kesiminde bile bu nitelikte çok sayıda insan varsa o toplumun medeniyetle arasında çok ciddi bir uçurum vardır. O toplumun şehirleşmekten anladığı yüksek beton apartmanlara yığılmak; yaşamaktan anladığı ise konfor, haz ve sahip olmak hırsıdır. Burada medeniyete yer yoktur. Nezaket, letafet, şefkat, estetik ve erdem yoksa yüksek medeniyetten bahsedemeyiz. Eski camilerin boyunlarında inci bir gerdanlık gibi asılı duran aşiyanları “menfaati olmadığı şeye alaka göstermeyen” kabalığa-kalabalığa anlatmak mümkün değildir.

Tabiata ve hayvanlara karşı sevgi ve şefkati bir hastalık boyutuna getirmeden bu alanda doğru, ciddi işler yapmak, çocuklarımızı bu konuda bilinçlendirmek hem dini hem tarihi hem insani hem kültürel bir görevdir. Başka türlü, bir medeniyetten bahsedemeyiz.

Hayvanseverliğe karşı ezberden bir eleştiri biçimi oluştuğuna siz de şahit olmuşsunuzdur. Bu eleştiriler genelde:

“*Kediye, köpeğe yardım edeceğinize insana yardım edin.

*Kedi ve köpekleri doğal ortamlarına bırakın.

*Çocuğu olmayanlar çocuk sevgisini hayvan severek gidermeye çalışır.

*Batılılar evlenip çocuk yapmak yerine hayvan besliyor.

*Hayvanseverler manevi boşluklarını kedi-köpek sahiplenerek dolduruyor.” gibi basmakalıp yaklaşımlar biçimindedir. Maalesef bu yaklaşımlar içlerinde bazı gerçekleri barındırsa da genel itibarla izan, bilgi ve gerçeklikten uzak yaklaşımlardır.

Kedi, köpek, kuş gibi hayvanları beslemek, onlara yardımcı olmak insanlara yardım edilmediği anlamına gelmez. Hayvanları seven ve onlara yardımcı olan insanların “muhtaç insanlara” karşı duyarsız olduğu kanaatinin nasıl oluştuğu bilinmemektedir. Büyük ihtimalle bu yaklaşım “hayvanseverlik” hassasiyetinden hoşlanmayanların bu insanlara kara çalma arzusundan doğmuş olmalıdır.

Kedi ve köpeklerin doğal ortamlarına, kendi hallerine terk edilmesi yaklaşımı tamamen cehaletten kaynaklı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım sahipleri kedi ve köpeklerin doğal ortamının “asfalt ve beton” olduğunu düşünmektedir. Kedi ve köpekler binlerce yıl öncesinden evcilleşmiş, insanla birlikte yaşayabilen, insana muhtaç varlıklardır. Vahşi hayvanlar gibi tabiat ortamında avlanarak hayatta kalmaları sanıldığı kadar kolay değildir. Birçoğu şehir ortamında “açlık, susuzluk, trafik kazası, hastalık, tecavüz ve işkence” ile ölmektedir. Onların açlık-soğukluk, tecavüz ve işkence ortamına gönül rahatlığıyla bırakılacağını düşünen bir zihin bir insana ya da bir Müslümana ait bir zihin olabilir mi? Kedi, köpek, kuş gibi hayvanların beton içinde yaşayabileceğini, betonun onların doğal ortam olduğunu düşünmek medeniyet yoksunluğunun bir tezahürü olmalıdır. Çünkü son iki yüz yıllık modernleşme tarihinde modernleşmeyi ve şehirleşmeyi apartman adı verilen, insan onuru açısından sorunlu beton hücrelere doluşmak şeklinde anlayan, yaşadığı ortamı betona mahkûm eden “hoyrat ve gelişmemiş” zihnin, aynı ortamı tüm canlılar için doğal ortam sanması beklendik bir şey de olabilir.

Bazı Batılı insanların çocuk yerine hayvan sevdikleri, evlenmedikleri ve üremedikleri, onun için yalnızlıklarını hayvan sevgisiyle yatıştırdıkları fikrine gelince, çocuğu olmayan insanın hayvan sevmesinde, çocuğu olan insanların başka herhangi bir canlıyı sevmesinde ahlaki, dini, insani açıdan sorun nedir? Mesela bu yazının yazarı beş çocuklu yedi nüfuslu dindar bir ailenin ferdi olarak kedi, köpek ve kuşla büyümüş ve yaşamıştır.

İnsanların evlenmeyip, üremeyip hayvanlarla yaşadığını ve bu insanların kötü insanlar olduğu ithamını bir an doğru bir yaklaşım sayalım. Kötü insan ya da kötü toplumların hangi davranışlarından uzak durmalıyız? Kötü bir insan tatile gider, bir işte çalışır, mobilya alır, süslenir vb. Bu durumda “iyi” olduğu iddiasındaki insanların bu hallerden de uzak durması gerekir, anlamı çıkmaz mı?

Evlenmemek, çocuk yapmamak modern çağda insanın insanla ilişkisinin bozulmasından doğan tamamen sosyolojik, felsefi, dini, psikolojik açıdan ele alınması gereken bir konudur. O insanlar hayvan besledikleri için evlilikten ve üremekten uzak durmuyorlar. Hayvanlar olmasa da aynı tercihi yapacaklardır.

Hayvana ve çevreye karşı duyarsızlığını, duyarlı insanları tenkit ederek örtmeye çalışmak maalesef yaygın ve yerleşik bir tavırdır.

Hayvan ve çevreyle ilişkisini duyarsızlık biçiminde sergilemek de aşırı duyarlılık biçiminde sergilemek de patolojik bir durumdur. İfrat ve tefrite düşmeden, mutedil biçimde bir bilinç geliştirmek önemlidir. Bu Peygamberin tavrıdır, Dede Korkut’un tavrıdır, Fatih’in tavrıdır.  Batılı seyyahları şaşkınlığa düşüren, “Türkler tuhaf bir toplum, hiçbir menfaat temin edemedikleri hayvanlara sevgi ve şefkatle davranıyorlar, onlar için vakıflar kuruyorlar, onlar için kanunnameler yayımlıyorlar” dedirten ecdadın torunları olduğunu “böbürlenerek” söyleyenlerin bu konuda yapması gereken çok şey, alması gereken çok yol olduğunu düşünüyorum.

Yalnızlaşan, yalnızlığı tercih eden insanın modernleşme sürecinde çevresine yabancılaştığı için hayvanlarla bir yaşam kurması toplumun gelenekçi kesimlerinden tepki görür. Burada insan-toplum ilişkisindeki yabancılaşma ve yalnızlaşma üzerine düşünülmesi gerekirken evinde hayvanlarla yaşayan insanların yaşam biçimine tepki göstermek de sığ bir yaklaşımdır. Bunun dışında kedi, köpek, kuş gibi hayvanların insanla kurduğu iletişim ve insana iyi gelen dostlukları uzun uzun anlatılabilir. Mesele tıbbi olarak ele alındığında da evcil hayvanların insan sağlığı üzerindeki olumlu etkileri üzerine birçok bilimsel çalışma olduğu da hepimizin malumudur. Hele kedilerin, köpeklerin, kuşların güzelliklerinden ve iyiliklerinden hiç bahsetmediğimizi de okurların dikkatine sunuyorum.

“Menfaat temin etmeden insanlara, hayvanlara, tabiata karşı şefkatli olmak, onlara sevgiyle ve iyilikle yaklaşmak,” Müslüman olduğunu iddia eden insanın bir vasfı olmalıdır. İyilik yapma anlayışı iki eksende gelişir. Birincisi, iyilik yap iyilik bul anlayışı; ikincisi, iyilik yap denize at balık bilmezse halık bilir, anlayışıdır.

Birinci anlayış topluma Batılı masallar, hikayeler ve çizgi filmlerle aşılanan bir anlayış biçimidir. Aslında çıkar ilişkisini besleyen bir anlayıştır. İyilik yaparsan iyilik görürsün, vermezsen alamazsın şeklinde gayet analitik-çıkarcı bir anlayıştır. Bu anlayış yaklaşık 150 yıldır edebi eserlerle sanat eserleriyle topluma bir şekilde aşılanmıştır. Ancak ideal Müslüman’ın iyilik yapma anlayışı sağ elinin verdiğini sol elinin görmemesi, iyilik yapıp denize atması, balığın bunu bilip karşılığını verme ihtimalinin olmaması, iyiliği Allah için yapmış olmasıdır.

Hayvan sevmeyebiliriz ancak buna dini ya da milli-manevi gerekçeler uydurmayalım. Dini gerekçelerimize Peygamber Efendimizin konuyla ilgili sünnetleri, ayetler ve hadisler; milli-kültürel gerekçelerinize de atalarımızın konuya yaklaşımı engeldir. Konuyla ilgili kuracağımız cümlelere “Hayvansever değilim çünkü dinimiz ve kültürümüz…” şeklinde değil “Hayvansever değilim çünkü etini yiyip sütünü içemiyor ve derisini kullanmıyorsam benim için bir kıymeti yok.” deriz. Bu kendi içinde tutarlı bir açıklamadır. Bu sevgisizliği, hayvanseverliği değersizleştirecek biçimde din ya da kültürü referans göstererek gerekçelendirdiğimizde hem kendimizden ve çıkarlarımızdan başka bir şeyi sevmediğimiz hem de konunun cahili olduğumuz ortaya çıkmış olur.

 

1-James Joyce Ulysses Yapı Kredi Yayınları Sf. 109

2- https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-hureyre

3- Dede Korkut Kitabı-1 Muharrem Ergin Türk Dil Kurumu Yayınları sf 94 D35V20

4- Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur sf:149

  • (Petşoplar vasıtası ile yapılan cins evcil hayvan ve egzotik hayvan ticareti, heves için ya da imaj için hayvan edinmenin hayvanları sevmekle ilgisi olmadığı, bunların ahlaki bir sorun olduğu kanaatindeyim. Ancak bu yazının konusu olmadığı için meselenin bu yönüne temas etmedim.)

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 846 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.